15 Eylül 2011 Perşembe

Hukuk Sorununun Yapısallığı Üzerine

Tarihten günümüze kadın ve toplum, ‘hukuk düzeni’ tarafından en fazla sömürülen iki olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.


Tarihten günümüze kadın ve toplum, ‘hukuk düzeni’ tarafından en fazla sömürülen iki olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki, adına ‘hukuk’ dediğimiz gerçeklik içerisinde kadın ve toplum, adeta kendisini tarihin en çirkin oyunuyla karşı karşıya bulur. Bu bakımdan tüm çağların temel toplumsal sorunu olarak karşımıza çıkan kadın özgürlük sorunu, aslında en büyük darbeyi bu hukuk oyunuyla almıştır. Nitekim var olan toplumsal krizin en temel nedeni olarak vuku bulmuş olmasına rağmen, kadın özgürlük sorununa getirilen ‘hukuki çözüm’ün, kâğıt üzerinde gerçekleşen biçimsel bir eşitlikten öteye geçememiş olması, bunun en açık göstergesidir.

Dolayısıyla, hukuk alanında yapılan bu biçimsel düzenlemelerin, kadın açısından fiili bir eşitliğin sağlanması olarak düşünülmesi çok büyük bir yanılgıdır. Çünkü tersine, kadının erkeğe sözleşme ile bağlanmış bir cinsel obje konumuna taşırılmasını ifade eder ki; bu da Sümerlerin tapınak fahişesine dönüştürdüğü ana-kadının, son kertede hukuk tarafından bir evrensel fahişeye dönüştürülmesi demektir.

Nitekim evrensel hukuk açısından da baktığımızda ‘Üç Kuşak Hakları’nın tanımı ve gelişiminin, yalnızca erkeklerin yaşam deneyimleri ve önceliklerini temel aldığını gözlemlemekteyiz. Bu haklarda kadının toplumsal gerçekliği ve kadınların karşı karşıya bulunduğu risk-tehlikeler, hiçbir şekilde dikkate alınmamaktadır. İşte bu nedenle feminizm, ‘kadınların insan hakları sorunu’nu gündeme getirmiş, hatta bundan dolayı da kadınların hukuk mücadelesi olarak anlamlaşmıştır.

Bu bakımdan yeni bir yargı sistemi arayışı, bilhassa kadınlar için en az feminist çevrelerin hukuku sorunsallaştırma çabaları kadar değerli ve bir o kadar da aciliyet arz eden bir ihtiyaç olarak önümüzde durmaktadır. Ama öte taraftan yeni bir yargı sistemi arayışının doğru gelişebilmesi için, öncelikle erkek egemen sistemin öğrettiği ezberin dışına çıkıp, hukukun gerçek doğuş nedenlerini tespit etmek ve bu anlamda hukukun tanımını yeniden yapmak gerekir.

Hukuk ve Doğuş Nedenleri 
Bilindiği üzere hukuk için yapılan en genel geçer tanım, idesi ve ideali toplumsal adaleti sağlamak olan kurallara dayalı bir düzen olduğudur. Bu anlamda hukukun kendisini gerçekleştirmesi üç fonksiyon üzerinden olmaktadır; bunlardan birincisi Düzen fonksiyonudur. Hukukun bu fonksiyonu ile anlatılmak istenen, hukukun toplumsal yaşamı düzenlemesi ve bunun için toplumsal barış-güvenliği sağlamasıdır.

Buna göre hukuk, her şeyden önce bir düzen (daha doğrusu yeni bir düzen) olarak anlam kazanmaktadır. Fakat hukukun öngördüğü bu düzen, toplumun doğal yapısına uygun olarak gerçekleşmiş fiili bir düzen değildir; yani burada toplumsal hakikatin varlık kazandığı düzenin devamlılığını sağlamak değil, toplumun hangi hakikatler üzerinden varlığını sağlaması gerektiğini belirleyen ve topluma, “Benim belirlediğim hakikatlere uy ve yalnızca benim hakikatlerimi gerçekleştir” buyruğu ile seslenen yeni bir düzen söz konusudur. Bu anlamda toplumun karşısına yalnızca kabul edilmesi ve uyulması gereken, doğruluğu tartışmasız bir toplum-üstü kurallar düzeni olarak çıkan hukuk, var olan toplumsal yaşamı düzenlemekten çok, topluma dıştan kendisini dayatan bir düzen olarak anlam kazanmaktadır. Bu nedenle de yaratmak istediği düzeni gerçekleştirmesi ancak güç kullanımıyla mümkün olabilmekte ve toplumsal barışı-güvenliği sağlaması da oldukça zorlaşmaktadır; çünkü toplumun özgürlük karakteri, kendisine dıştan dayatılan her şeye karşı doğal bir meşru savunma refleksi içerisindedir.

Buna karşın Hukuk, ikinci işlevi olarak toplumsal ihtiyaçların karşılanması fonksiyonunu gerçekleştirir. Böylece gelişen toplumsal refleksi engellemeye çalışır. Bu anlamda Pratik yarar fonksiyonu (yani toplumsal ihtiyaçların karşılanması), hukukun ikinci fonksiyonu olarak karşımıza çıkar; bu fonksiyonu ile hukuk doğum, evlenme, ölüm vb. önemli biyolojik olayların tümünü çeşitli hükümlere bağlar.

Buna göre hukukun pratik amacını, toplumsal gerçeklik belirler. Ancak toplumsal hakikatleri inkar edip, topluma kendi hakikatlerini dayatan hatta bunun için zor araçlarını devreye koyan bir anti-toplumsal gerçeklik olarak hukukun, bu haliyle toplumsal ihtiyaçlara cevap olması mümkün değildir. Ayrıca hukuk kurallarının özündeki kesin emir, genelleme ve soyutluk öğeleri, toplumsalın doğasıyla olduğu kadar toplumsal ihtiyaçla da birebir çelişmektedir. Çünkü bu öğeler, toplumsalın somut gerçekliğindeki özgürlük ve çeşitlilik unsurlarını inkar eder ki; bu da hukukun bir eşitlik sorununa yol açmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Dolayısıyla hukuk, bağrında taşıdığı eşitlik sorunuyla, toplumsal ihtiyaca cevap olmaktan çok, çok uzaktır.

Bu nedenle hukuk, üçüncü fonksiyonunu, Adalet olarak gerçekleştirmeye çalışır. Buna göre hukuk, toplumsal ihtiyaçları, özü salt bir eşitlik düşüncesi olan adalet ölçüsüne vurarak gidermeye gayret eder. Ancak toplumun iradesine hükmeden ve toplumsal çeşitliliği inkar eden bir emir düzeni olarak hukukun, bu haliyle toplumsal adaleti sağlaması gerçekçi olmanın da ötesinde, ironiktir! Çünkü burada topluma, hukuka uyma ve onun emrettiğini uygulama dışında hiçbir hak tanınmamaktadır. Dolayısıyla da toplumsalın özgürlük karakterine vurulduğunda, hukukun taşıdığı bu öz, kesinlikle anti-toplumsaldır. Ve bir anti-toplumsalın, toplumsal adaleti sağlaması da ancak bir ironi veya bir aldatmaca olabilir.

Bu durumda hukukun idesi ve idealiyle kendisini bir adalet düzeni olarak sunması, kesinlikle yeniden sorunsallaştırılmayı gerektirmektedir. Zira bu gerçekliğiyle hukuk, asla eşittir adalet olamaz. Çünkü Adalet, bir eşitlik düşüncesidir, bu ise tamamen ahlakiliği gerektiren bir durumdur. Daha da somutlaştırırsak, adalet soyut yasaların anlamını aşan ahlaki bir kavramdır; bu kapsamda erdem ve fazilet anlamında ahlaki bir özelliği deyimler. Ahlakilik ise tamamen toplumsal bir olgudur. Toplumsalın doğal örgütlülüğü ve eşitlik düşüncesidir. Dolayısıyla kendisini toplum-üstü inşa eden hukukun, dıştan dayatma toplum-üstü kurallarıyla toplumsal eşitliği sağlaması gerçekçi olmadığı gibi mümkün de değildir. Nitekim günümüz gerçekliği, bunun açık bir göstergesidir.

O halde hiçbir hukuk düzeni, toplumsalın ahlaki ve politik hakikatini (yani toplumun doğal yapısını-düzenini ve bundan ileri gelen toplumsal ihtiyaçlarını) görmezden gelerek, bir toplumsal düzen gerçekleştiremez ki hukukun kendisini gerçekleştirdiği her üç fonksiyonunu da, ancak ve ancak zor kullanarak gerçekleştirebilmesi, bunu açıkça doğrulamıştır.

Bu durumda herhangi bir hukuk düzeninin veya genel anlamda hukukun, toplumsal sorunlara (toplumsal krize) çözüm getirmesini beklemek, tarihi olduğu kadar, günceli de doğru okumamak olur ki; toplumsal tarih doğru okunduğu vakit, hukukun, aslında toplumsal krize çözüm getirmek için değil, tersine bu krizi yaratan etmenleri (devlet ve sınıfsal gelişme) meşru kılmak ve sürekliliklerini sağlamak için geliştirilmiş olduğu, rahatlıkla anlaşılabilmektedir.

Dolayısıyla hukuksal tarihin doğru bir sunumunun, hem hukukun kendisine hem de onun güncel sorunlarına güçlü bir ışık tutacağı kesindir. Bu bağlamda hukuku sorunsallaştırma çabalarını, hukukun kendi idealiyle çelişen temel noktalar üzerinden değil de, daha çok onun tarihsel temeli üzerinden yapmaya çalışmak, en doğru yöntem olacaktır. Tabi bunun için resmi ideolojinin (sistemin) öğrettiği tarih ezberinin dışına çıkıp, hukuku toplumsal tarih (evrensel tarih) içerisinde bir yerlere oturtmak, yapılması gereken en öncelikli şeydir. Zira hukukun tarihsel gelişiminin, aslında hiç de resmi ideolojinin ezberlettiği gibi olmadığını açığa çıkaran toplumsal tarih, hukukun doğuşunu Atina ve Roma’dan değil, çok daha gerilerden,  Sümerlerden başlatmaktadır.

Hukukun Sümerlere Uzanan Serüveni
Buna göre hukuk, esas olarak Sümer uygarlığında baş gösteren ilk devletleşmeyle (Sümer şehir-site devleti) birlikte gelişen sınıflaşmanın (toplumsal bölünme), bir sonucu olarak gündeme gelmiştir. İlk devletleşmeyle birlikte gelişen sınıflaşmanın toplumu parçalamasından kaynaklı anti-toplumsal karakteri, bir toplumsal krizin (toplumsal refleksin-direnişin) doğmasına yol açmıştır; bu da devletli-sınıflı gelişmeyi sekteye uğratabilecek bir durum olarak, yoğunlaşan eril iktidar tekelini, toplumsal iradeyi dizginleyebilecek daha etkili bir araç bulma arayışına götürmüştür. Bu arayış ise toplumsal iradeyi teslim alan mutlak yasaların keşfedilmesiyle sonuçlanmıştır.

Bundan sonraki süreç ise, artık bu yasaların, Babil’den (son Sümer hanedanı) Roma’ya kadar hukuk diyebileceğimiz sayısız kanun metinleri şeklinde düzenlenmesidir.

Tabi buradaki sürecin en önemli ve kayda değer özelliği, sürecin bilhassa kadını ve onun yaratıcısı olduğu toplumsallığı hedefleyerek gelişim göstermiş olmasıdır. Zira Sümer kent-devleti son tahlilde, ‘kurnaz ve güçlü adam’ın (şef-rahip-şaman üçlüsü= ilk kapitalist), var olan anaerkil toplumsallığa karşı, ana-kadının 10 bin yıllık tarihsel mirasını (toplumsal değerlerini) gasp ederek, onun üzerinden kendisini muazzam büyüklükte bir zor aracı (kent-devleti) olarak örgütlemesidir. Dolayısıyla Sümer kent-devletinin bir toplumsal krizle sonuçlanması, bu gerçeklikle çok yakından bağlantılıdır. Çünkü ‘kurnaz ve güçlü adam’ın güç kullanma ve gasp etme yoluyla kadın üzerinde geliştirmeye başladığı hiyerarşisinin bir nevi kurumlaşması olarak anlam kazanan bu yeni gelişme (Sümer kent-devleti), toplumun en kutsalı ve yaratıcı gücü olan ana-kadının düşürülmesi-ele geçirilmesi, toplum dışına itilmesi ve köleleştirilmesi pahasına gerçekleştirilmiştir. Bir başka şekilde ifade edecek olursak eğer; Sümer kent-devleti, kadına karşı geliştirilmiş bir tecavüz kültürünün (ki bu kültür, daha sonraki 5 bin yıllık sürece yayılacaktır) somutlaşmış ifadesi olarak anlamlaşmıştır. Bunu devletin etimolojik anlamından da okumak mümkündür; bilindiği gibi kökü Arapçadan gelen devlet, kelime anlamı olarak ‘ele geçirilen bir kadınla yaşanılacak gece’ anlamından türemiştir. Çünkü ‘kurnaz ve güçlü adam’ devlet olarak kurumlaştıkça, kadının teslim alınması gerçekleşmektedir.

Bu bakımdan Sümer kent-devletinin, toplum açısından krizli bir durumu teşkil etmesi oldukça anlaşılırdır. Şu nedenle ki toplumun kutsalı, onun toplumsal kimliğini oluşturan maddi ve manevi üretim değerleridir; bu ise varlık kazandığı andan itibaren, ana-kadının kutsallaştırılmasında (yani tanrıçalaştırılmasında) ifadesini bulmuştur. Zira toplumsal kimliği oluşturan bu maddi ve manevi üretim değerleri, Verimli Hilal’de gerçekleşen 10 bin yıllık kadın devriminin (Neolitik devrim) değerleridir. Yani ana-kadının yarattığı değerlerdir ve toplumsallık, bu değerlerle gerçekleştirilmiştir. Bu nedenledir ki, milyonlarca yıl klan olmaktan kurtulamamış insan kümeleri, Neolitik devrimin bu mucizesini (yani ana-kadının etrafında oluşan bu kolektif yaşamı veya toplumsal inşayı) kutsamak adına, klanın toplumsal ifadesi olan totemin yerine tanrıça figürlerini koyarak, kadını bin yıllarca sürecek bir kutsallık mertebesine yükseltmişlerdir. Buradaki kutsallığın kaynağı, insanın beslenmesinde kullanılan gıdalara verilen olağanüstü değerdir ki; gerçekleştirdiği toplayıcılık ve tarım devrimiyle toplumsal üretimin başat gücü haline gelen kadının, bunun karşısında toplumun kutsalı olarak yüceltilmesi elbette kaçınılmazdır. Öte taraftan burada kadın kutsallaştırılırken, bir nevi kadında toplum kutsallaştırılmaktadır. Yani kadın, aslında var olan toplumsallığın kaynağı ve sürdürücü gücü olarak kutsallık kazanmaktadır. Bu anlamda kadın-toplum ilişkisi, ontolojik (varoluşsal) bir ilişkidir. Nitekim doğurganlığı, besleyiciliği, şefkati ve yaşamla olan bağıyla kadın, maddi ve manevi olarak toplumsal yaşamın başat öğesi konumundadır. Dolayısıyla da ‘toplum’ demek aslında her şeyden önce kadın ve onun çocukları, kardeşleri demektir. Bu nedenle de kadının düşürülmesi ve toplum dışına itilmesi, aslında bizzat toplumun düşürülmesi ve kendisi olmaktan çıkarılmasıdır.

Tabi burada Sümer kent-devletinin, toplumun kutsalı ana-kadına yönelmesinin, toplumsal ahlakla olan bağını da iyi görmek gerekir. Zira ‘kutsallık’, toplumsal yaşam üzerinde etkide bulunan her şeye karşı huşu, coşku, bazen korku ve endişe içinde, bazen sevgi ve saygı, bazen ise acı ve ağlayış içinde gösterilen bir tutum olarak ahlakla çok yakından bağlantılıdır. Bundan dolayıdır ki ahlak, toplumun kutsallarına (yani ana-kadının maddi ve manevi yaratımlarına) bağlı kalmak ve onların sürekliliğini sağlamak olarak anlamlaşır.

Dolayısıyla da kutsala yönelim, özünde ahlaka yönelimdir. Bunun anlamı ise toplumun kutsalı olan kadına yönelimin, özünde toplumsal ahlaka yönelim olduğudur. Çünkü yaşamla olan kapsamlı bağı itibariyle kadın için, yaşamın güzelleştirilmesi olarak ahlak, varoluşsaldır. Bu anlamda insan eğitiminin iyi ve kötü yönlerini, yaşam ve barışın önemini, savaşın kötülüğü ve dehşetini, haklılık ve adalet ölçülerini değerlendirme, belirleme ve kararlaştırma gibi ahlaki durumlarda, kadının daha gerçekçi ve sorumlu davranması, doğasının gereği olarak gerçekleşmektedir. Bu açıdan iktidar tekelinin kadına yönelmesi çok bilinçli bir tercihtir; bununla toplumun ahlaki temelden yoksun bırakılması hedeflenmiştir. Ahlaki temelini yitirmiş bir toplumun ise kriz halini alması kaçınılmazdır ki, devletli topluma geçişle birlikte yaşanan da bu olmuştur.

Sonuç itibariyle adına hukuk denilen gerçeklik, esasta gasp, şiddet, cinsiyetçilik ve eşitsizlik olgularının kurumlaşması olarak cisim kazanmış eril iktidar tekelinin (devletin), ana kadının toplumsallığına karşı, kendini meşru ve sürekli kılmasının bir aracı olarak anlam kazanmıştır. Zira toplumsal irade, iktidar tekelinin gaspçı, zorba ve cinsiyetçi karakterini kabul etmemektedir. Dolayısıyla eril iktidar tekelinin sürekliliğini sağlamak için, toplumsallığın parçalanması (sınıfsal bölünme) gerekmektedir. Bu ise ancak toplumsal ahlakın zayıflatılmasıyla mümkündür. İşte hukukun rolü de esas olarak burada anlam kazanmaktadır. Kısacası adına hukuk denilen bu büyük ‘Sümer icadı’, esasta toplumsal ahlakın yerini almak ve böylece ahlakın zayıflamasını sağlamak gayesi ile gerçekleştirilmiştir. Çünkü toplumsal ahlakın zayıflaması, toplumsal iradenin ve refleksin de teslim alınması anlamına gelmektedir. Zira ahlak, toplumsal iradenin doğal örgütlülüğüdür, kolektif vicdanıdır; bu anlamda tüm topluma eşit düzeyde, ama farklılıkların rolünü ve hakkını gözeterek davranan toplumsal bir yargı gücüdür. Dolayısıyla da toplumsal eşitliğin tek güvencesidir.

Bu açıdan Sümer rahiplerinin (ideologlarının) ahlaka karşı, adına yasa (hukuk) dedikleri bu büyük icadı gerçekleştirmeleri, ‘dâhiyane’ olduğu kadar kaçınılmazdı da! Çünkü ahlak, toplumsal eşitliği sağladığı sürece, onların devletli-sınıflı gelişmeyi olası kılmaları mümkün değildi. Bu nedenle hukukun devreye girdiği toplumlar, ahlakın aşındığı, zorun rolünün arttığı ve eşitlik probleminin yoğunca hissedildiği toplumlar olmuştur. Ancak buna rağmen, Sümer hukuku, Sümerlerin son kent-devleti olan Babil’in yıkılışını engelleyemedi. Çünkü toplumsal ahlak, kendisini büyük kabile-aşiret direnişlerinde sürdürmeye devam etti.

Bu anlamda hukukun doğuşu ve tanımı itibariyle Sümer örneğinin bize sunduğu sonuçlar, oldukça çarpıcıdır ve bu çarpıcı sonuçlar üzerinden hukukun yakın tarihini çözümlemeye çalışmak, oldukça aydınlatıcı olacaktır.

Bilindiği gibi, hukukun izlerine esas olarak Sümer devletli toplumunda rastlamış olsak da, hukuk, ilk yazılı ve resmi ifadesini, Atina ve Roma toplumlarındaki uygarlık aşamasında bulmuştur. Hatta yakın tarihiyle Roma Hukuku, günümüz toplumlarının sorunları açısından en yakıcı örneği teşkil etmektedir. Nitekim Roma toplumunun kent devletine dönüşmesiyle birlikte doğuşu gerçekleşen Roma hukuku, Doğu Roma İmparatoru Jüstinyen dönemine (MS. 565) kadar da çağa damgasını vurmuş ve birçok evreden geçerek günümüz hukuku için de temel olma işlevini sürdürmüştür.

Bu bağlamda Roma Hukuku, esas itibariyle Roma aristokrat sınıfının iradesinin, toplumun diğer kesimleri üzerinde yazılı ve resmi bir kural düzeni olarak ilanı ve uygulanmasıdır. Tabi Sümer rahip sınıfının yasa zihniyetini (hukuku) geliştirmedeki amaçları (yani ahlakı zayıflatarak toplumsal iradeyi teslim alma) göz önünde bulundurulduğunda, Roma hukukunun bu şekilde anlam kazanmış olması, elbette ki hukukun doğası gereğidir. Zira Sümer hukuku da, rahip sınıfının eril iktidarının meşruiyet aracı olarak anlam kazanmıştı. Dolayısıyla hukuk, doğası gereği sınıfsaldır. Görevi ise, devlet olarak anlam kazanan iktidar sınıfının çıkarlarını güvenceye almaktır.

İşte bu nedenle Roma hukukunun sonucu da, tıpkı Sümer’in son kent-devleti olan Babil’in yıkılışı gibi, yüceleştirilen yeni sınıfın doğurduğu eşitsizliklere (ahlaki parçalanmaya) karşı, bir tepki hareketine dönüşen tarikat, kabile, aşiret ve kavim boylarının isyanları neticesinde gerçekleşen büyük Roma’nın yıkılışı oldu. Çünkü Roma hukuku, Sümer’le başlayan toplumsal bölünmeyi (sınıflaşma) en üst düzeyde resmileştirerek, süregelen toplumsal krizi daha da derinleştirdi. Bu ise yükselen Roma’nın yıkılışı oldu.

Sümer Hukukundan Laik Hukuka Değişen ‘Hiçbir Şey’
Ancak buna rağmen Batı ulus-devletinin laik hukuku da geleneği bozmadan, kendisini Roma hukuku üzerinden temellendirerek anti-toplumsal (sınıfsal) karakterde bir gelişim seyrine sahip oldu. Böylece diğer hukuk sistemlerinde olduğu gibi laik hukuk da, gelişen yeni iktidar biçiminin (ulus-devlet) meşruiyet aracı olarak anlam kazandı. Bu nedenle ulus-devlet, kendisini hukuk devleti olarak yansıtmaya büyük özen göstermekte ve hatta kendisini hukukun ilk defa tam gerçekleşmiş hali olarak sunmaktadır. Öyle ki ulus-devletin hukuk için en ideal çerçeveyi oluşturduğu iddia edilmektedir.

Ancak bu gerçekliğin altında ahlâkî ve politik toplumun en büyük inkârının yattığı kesindir. Keza ‘kurnaz ve güçlü adam’ın yeni iktidar tekeli olarak anlam kazanan ulus-devlet, toplumsallığın ahlak ve dinle bağlılığını alabildiğine gevşetmiş ve böylece toplumu her yönüyle iktidara tabi kılmıştır. Öyle ki kapitalist tekelciliğin çıkarlarının süzülmüş ifadeler bütünlüğü olan kurallarıyla (anayasa, yasa ve tüzükler dünyası), toplumsal ahlâk ve politikaya neredeyse hiç alan bırakmamıştır. Laik hukuk, toplumun alanlarına sızdıkça, ahlaki ve politik toplumda da aşılma gerçekleşmektedir. ‘Demokrasi’ ise bu kurallar bütünlüğü içinde adeta bir aldatmaca oyununa dönüşmüştür.

Dolayısıyla laik hukukun diğer hukuk sistemlerinden farkı, yalnızca iktidar sınıfının yerini burjuva sınıfının almış olması ve kent-devletin yerine ise ulus-devletin geçmiş olmasıdır. Ayrıca bunların yanı sıra bir de, toplumun kolektif haklarına karşılık, vatandaş bireyin (yani devletin kul-köle bireyinin) haklarının öne çıkarıldığı ‘insan hakları’ yaftası, kendisine vurulmuştur. Ancak bu durum, sınıfsal özünü kesinlikle değiştirmemektedir. Keza hukuk, genel anlamda devlet sınıflarının (özelde ise burjuvazinin) ahlâk ve politikanın yerine egemen kılmaya çalıştığı toplumsal bir kategoridir. Bu anlamda laik hukuk, yalnızca ulus-devletli toplumun düzenleniş esaslarını oluşturmayı (yani devletin kul-köle vatandaşını yaratmayı) ve yönetici sınıfın çıkarlarını, mal mülkünü ve güvenliğini korumayı ifade eder ki, bu da günümüz çağdaş toplumunun ‘anayasası’ dedikleri gerçekliktir. 
Tabi buna rağmen laik hukuk, kendisine yamaladığı ‘insan hakları’ etiketiyle, bunun tersini iddia ederek kendisini ‘tüm vatandaşların haklarının güvenceye alınması’ şeklinde anlamlaştırmaya çalışmaktadır. Ancak tüm vatandaşların haklarının güvenceye alınmasının önündeki en büyük engel, zaten laik hukukun kaynağındaki sınıfsallık unsurudur. Çünkü sınıfsalın kapsamı tümü veya bütünü kapsamaktan uzaktır. Bu nedenle de doğasının gereği toplumun diğer kesimleriyle aynı eşit haklarda buluşması mümkün değildir. Nitekim hukuki açıdan iradesini yasalara yansıtmayan herhangi bir gücün, fiili olarak var olsa dahi, resmen var olan hakların sahibi olmaktan yoksun olmasının altında da bu gerçeklik yatmaktadır. Dolayısıyla genel anlamda dar bir sınıfın irade beyanı olarak anlam kazanan hukuktan, tüm toplumun eşitliğini gözetmesi beklenemez.

Bu anlamda Laik hukukun vatandaşlık bilincini geliştirerek, her yurttaş bireyini devlet karşısında daha fazla koruduğu ve güçlü kıldığı iddiası, gerçek anlamda bir safsatadır. Çünkü anlaşıldığı üzere hukukun buradaki asli görevi, her vatandaşa eşit yaklaşımdan ziyade, sınıfsallığın doğurduğu fiili eşitsizlikleri meşrulaştırıp, kabul edilebilir seviyede kesinleştirme ve dokunulmaz kılmadır.

Hukukun Sorunu Yapısaldır
Sonuç olarak hukuk, en genel tabiriyle kadın toplumsallığına karşı, Sümerlerden günümüze gerçekleşen tüm eril iktidar biçimlerinin (kurnaz ve güçlü adam) devletleşmesi olarak anlam kazanmış ve bu bağlamda sınıf temelli bir inşa olarak gerçekleşmiştir. Dolayısıyla da toplumsala hiçbir hizmeti (yararı) olmamış tersine, anti-toplumsal karakteriyle toplumsal krizi daha da derinleştirmiştir.

Ancak gelinen aşamada hukukun, kendisini bu haliyle daha fazla sürdüremeyeceği de açıktır. Zira yaşanan toplumsal krizin derinliği, hukuku gittikçe daha fazla tıkatmaktadır. Hatta Batı uygarlığının yeni tanımının, ‘demokratik hukuk çağı’ olarak adlandırılmasını, bu tıkanmanın bir çırpınışı olarak değerlendirmek mümkündür.

Bu anlamda laik hukukun, tıpkı Roma gibi, günümüz ulus-devletinin yıkılışını gündeme getirmesi kaçınılmaz bir durumdur. Zira sınıf temelli (burjuvaziye dayalı) gerçekleşerek, adına ‘kanun’ dediği toplum üstü kurallarıyla, toplumun komünal-kolektif özüne salt eril bir iktidar sınıfının (yani ‘kurnaz ve güçlü adam’ın sistemleşmesi olarak ifadesini bulan Kapitalist sistem=hukuk devleti) çıkarlarını dayatan laik hukuk, toplumsal krizi alabildiğine derinleştirerek, toplumu intiharın eşiğine getirmiştir.

Dolayısıyla laik hukukun sorunu basit bir reform veya restorasyon sorunu değil, yapısal bir sorundur. Bu nedenle de gerçek anlamda ‘Demokratik Hukuk Çağı’nın gelişebilmesi için, öncelikle hukukun yeniden inşa edilmesi gerekir. Bunun anlamı, hukukun sınıf temelli inşadan toplum temelli bir inşaya evrilmesi ve bu temelde egemenlerin sadık hizmetkarları olan yargıç, hakim ve savcılar sınıfının tekelinden çıkarılıp yeniden topluma iade edilmesidir. Bu ise toplumsal ahlaka (ahlaki yargıya) yeniden dönüş demektir. Keza demokrasinin kendisi de, zaten toplumsuz mümkün değildir. Çünkü demokrasi, toplumsal iradenin özgürleşmesidir. Toplumsal ahlakın kendisidir. Dolayısıyla demokratik hukuk da ancak toplumun bu özgür iradesinin güvenceye alınması olarak anlam kazanabilir.

Bu anlamda toplumsal sorunları çözümleyebilmenin yolu, hukuku yeniden ahlakla buluşturmaktan ve hatta hukuku ahlakın hizmetine sokmaktan geçer ki, bu da zaten hukukun demokratikleştirilmesi dediğimiz olayın kendisidir.

Öte taraftan günümüz açısından hukuk tümüyle ahlakın yerine geçmiş olabilir. Ancak hukukun hiçbir zaman ahlakın yerini alamayacağı da iyi bilinmelidir. Çünkü devlet ve iktidara ilişkin bir sözleşmeler yığını olarak hukukun, hiçbir toplumsal değeri yoktur. Diğer taraftan ise herhangi bir yaptırım gücü olmadan kendiliğinden yürüyen ahlak, güçle yürütülen ve önceden bilinen bir yaptırıma tabi tutulan hukuka karşın, hala toplumun çekim merkezi olmaya devam etmektedir.

Dolayısıyla hukuksuz bir toplum mümkün olabilir, ama ahlaksız bir toplum kesinlikle mümkün değildir. Nitekim 5000 yıllık toplumsal kriz, bunu bize açıkça göstermiştir.

Tabi bunu belirtirken hukukun çözümleyici gücünü asla inkâr etmemek gerekir. Tersine buna değer biçmek ve hukukun bu gücünü demokratikleştirerek, doğru olana kanalize etmek gerekir. Nitekim mevcut durumda ahlakın toplumsal bir sisteme kavuşturulabilmesinin en önemli yol ve yöntemi yine hukuktur. Bu anlamda yapılması gereken şey hukuku bir bütünen dıştalamak değil, daha çok onun sınıfsal karakterini, suç-ceza mantığını, genellemeci ve soyutçu kurallarını aşan, ahlak temelli yeni bir hukuk anlayışını geliştirmektir. Ancak burada hukukun geçiciliği, ama ahlakın kalıcılığı, hukukun etkileyiciliği ama ahlakın belirleyiciliği noktaları, temel bir toplumsal ilke olarak anlam kazanır.

Ekin Gever

Hiç yorum yok: