15 Eylül 2011 Perşembe

Ahlak, Hukuk ve Krizli Toplum

Toplumlar ilk oluşum aşamalarında, sorunlu olan veya sorun doğuran bir yapı olmamıştır. Oluşumunun % 98’lik bir bölümü refah içinde geçerken, bunun sadece % 2’lik bir bölümü sorunlu...


Giriş

 
Toplumlar ilk oluşum aşamalarında, sorunlu olan veya sorun doğuran bir yapı olmamıştır. Oluşumunun  % 98’lik bir bölümü refah içinde geçerken, bunun sadece % 2’lik bir bölümü sorunlu olarak yaşanmaktadır. Sorun toplum olmanın kaynağında  olmayıp, daha sonra gelişmiştir.  Gelişimindeki esas etken ise, ortaya çıkan artı- ürünün sonucunda oluşan yeni iktidar klikleridir. Bu iktidar klikleri insan eliyle icat edilen oluşumlardır. Yani toplumsal problemin kaynağında insanın kendisi vardır.

Anlaşıldığı gibi toplumların refah dönemlerinin sona erip, toplumsal problemin baş göstermesi tamamen insan tarafından oluşturulan bir olgudur. Toplumsal problem, insan eliyle yaratılmıştır. Burada bir toplumun varlığını teşkil eden değerlerin, yani varlığın kendisinin temellerini ortadan kaldıran gelişmeler söz konusudur. Varlığın kendisini ortadan kaldıran en temel gelişme ise ahlakın devletleştirilmesidir ki bu da ahlakın aşındırılması anlamına gelmektedir. Ahlakın devletleştirilmesi de ‘hukuk’ denilen olguya yol açmaktadır.

Toplumsal problemi, toplumun temellerini oluşturan değerleri yıkan güçlerle bağlantılı olarak ele almak en doğru sonuca götürür. Daha sonrasında toplum bünyesinde gelişen tüm diğer sorunlar, ortaya çıkan bu esas problemle bağlantılı olarak gelişmekte ve yaşanmaktadır. Toplumsal problemi oluşturan güçlerin başında sermaye ve iktidar klikleri gelmektedir. Çünkü her ikisi de artık değer üzerinden sağlanan rant temelinde kendilerini şekillendirmiştir. Devlet ve iktidar arasındaki bağlantıyı anlamak önemlidir. İktidar olmak devletle bağlantılı bir olgu değildir. Ancak devlet bir bütünen iktidara bağımlıdır. Bu bağlamda iktidar devletsiz olabileceği gibi, devlet iktidarsız olamaz. Ancak her iktidar kliği daha sonra bir devlet yapılanmasına arzu duyar. Çünkü iktidarını kurumlaştırmanın en iyi yöntemi devletleşmektir. Bunun akabinde çıkan tüm ekonomik,  ekolojik, demografik ve siyasal sorunların kaynağında, sermaye ve iktidar kliklerinin ahlakı devletleştirerek hukuk sınırlarına hapsetmesi bulunmaktadır.

Toplumsallaşma ve Ahlak
Toplumsallaşma ilk oluşum aşamasında ahlaki temeller üzerinde şekillenmiştir. Ahlak, doğal toplumun gönüllü uyulan yaşam kurallarıdır. Politikanın rolü ise, ahlaki kuralları oluşturmak için gerekli olan yol ve yöntemleri tartışarak kararlaştırmaktır. Toplumun varlığını devam ettirebilmesi için ahlaki ve politik kurumlarını oluşturup, çalıştırması gerekmektedir. Toplum olmanın en temel kuralı ahlaki ve politik karaktere sahip olmalarıdır. Var olmak bu karakterle bağlantılıdır. Ahlaki ve politik karakterli olmayan bir toplum varlığını uzun süre devam ettiremez ve yok olmayla yüz yüze kalır.

Ahlak ve politika ayrıca toplumun kendisini savunma mekanizması olmakla birlikte, bu iki olgunun zayıflaması toplumu her türlü baskı ve zor uygulamasına müsait hale getirecektir. Bu nedenle iktidarın amacı ahlaki ve politik yapıyı aşındırarak toplumu savunmasız bırakmaktır. Çünkü ancak bu şekilde zayıf bıraktığı topluluğu oluşturduğu yeni sistem içerisinde istediği tarzda şekillendirebileceği gibi kendi hizmetinde kullanabilecektir.

Dolayısıyla iktidar kliklerinin tahakkümlerini sağlamalarının tek ve en geçerli yolu toplumun ahlaki ve politik yapısını aşındırmaktır. Ancak ahlak toplumun özünde var olan bir olgudur ve sadece baskı ve zor aygıtlarıyla aşındırılabilecek bir özellik değildir. Bunun için de iktidarların yapması gereken öncelikli iş, toplumun hafızası üzerinde hakimiyet kurmaktır.

Doğal toplumun bitimiyle gelişen hiyerarşik ve sınıflı toplumla birlikte toplumun doğal ahlaki ve politik yapısı engellenmeye başlanmıştır. Geliştirilen mitolojiler öyle bir şekilde kurgulanmıştır ki, insanlar artık kendilerinin bir köle olarak yaratıldıklarına ve egemen olan sınıfa itaat etmeleri gerektiğine inandırılmışlardır. Geliştirilen tüm yasalar bu temelde oluşturulmuştur. Ancak bu şekilde elde edilen artı-ürün belli tekellerin elinde kalacaktır. Bu şekilde gelişen tekelleşme kendisiyle sınıflaşmayı yaratmış, bu da kentleşmeye yol açtığı gibi devletin de yolunu açmıştır.

Bu temelde ortaya, esas toplumsal problemle bağlantılı olarak bir zihniyet sorunu çıkmaktadır. Toplumun eline ilk sopayı alması bile bir düşünce ürünüdür. Toplumda bu düşünce yapısı geliştikçe ortak akıl ve vicdan denilen ahlak da gelişmeye başlar. Bu da bir diğer anlamda toplumun kolektif düşüncesidir. Ahlaka dayanmayan bir düşünce birikiminin sonucunda politika yapılamayacağı toplum tarafından da çok iyi bilinmektedir. İktidarla birlikte geliştirilen (daha önceki yapılanmalardan farklı olarak) tüm eğitim kurumları, dini ibadet yerleri ve askeri kurumlarda yapılan şey, zihni, ahlaki ve politik toplumsal karakterleri işgal edip, asimile ederek sömürgeleştirmektir.

Ancak toplumların ahlaki ve politik karakterleri tümden yok edilemezler. Çünkü ahlak ve politika toplumların özünde var olmakla birlikte toplumlar ilk oluşum aşamalarında ahlaki ve politik bir yapıda oldukları gibi, demokratik bir karaktere sahiptirler. Bu nedenle de yapılması gereken toplumun hafızasını kontrol altına almak ve bunun için gerekli ideolojileri yaratarak insanları buna inandırmaktır. Çünkü kölelik ve tahakküm altında olmak ahlaki ve politik bir toplumun kabul edebileceği bir olgu değildir ve ancak bu özelliklerini yitirmiş bir toplum istenildiği gibi yönetilmeye müsait hale gelir.

Ahlaki Toplumdan Hukuk Devletine
Toplumda, köleliğin başlangıcından itibaren görülmektedir ki, oluşturulan tüm sistemler geliştirdikleri ideolojilerle ilk hakimiyetlerini insanların zihniyetleri üzerinde kurgulamışlardır. Toplumun köleleştirilmesi ve bu köleliğe alıştırılabilmesi için öncelikle o toplumun ahlakının aşındırılması gerekmektedir. Bir toplumun ahlakını yok ederek sisteme uygun hale getirmenin ilk ve en geçerli yolu ise, en başta onun zihni üzerinde hakimiyet kurarak yeni sisteme inanmasını sağlamak ve gönüllü itaatini geliştirmekten geçer. Bunun içinse savaş ve diğer zor aygıtlarının yanında farklı ideolojiler geliştirerek toplumun gönüllü itaatini sağlamak sistemin uzun ömürlü olması için vazgeçilmez kuraldır. İşte burada sırasıyla devreye giren mitoloji, felsefe, din ve bilimin rolü, insanların inanabilecekleri bir ütopya oluşturmaktır. Ahlakın aşınması ile birlikte ise toplum, içinden çıkılması çok güç sorunlarla karşı karşıya kalmıştır.

Geliştirilen tüm mitoloji, felsefe, din ve bilimler bu amaç uğruna kullanılmaya çalışılırken, ayrıca bunlar sistemin ideoloji üretim araçları olarak da kullanılmıştır. Oluşturulan bu yeni zihniyet, eski doğal toplumun gönüllü katılımından eser bırakmadığı gibi eskinin canlı ve cennetimsi yaşamı ise bir hayal olmuş ve cennet kurtuluşun tek yolu olarak ancak ölümden sonra ulaşılabilecek bir imge düzeyine indirilmiştir. Tabi bu mutlu sona ulaşabilmenin tek ve kaçınılmaz yolu ise, dünya üzerinde iktidarın temsilcilerine en iyi şekilde hizmet etmek ve iktidar klikleri tarafından oluşturulan kurallara eksiksiz uymaktan geçmektedir. Çünkü tüm bu ideolojiler, yeryüzünde var olan iktidar kliklerini adeta gökyüzünde var olan tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak yansıtmaktadır. Bu nedenle de oluşturulan tüm kurallar birer tanrı emri olarak sorgulanmaksızın bir itaati gerektirmektedir. Uyulması zorunlu olan bu kurallar da ‘hukuk’ adı altında kurumlaştırılır.

Oluşturulan bu hukuk kuralları tamamen ahlakın yerine geçen bir olgudur. Bu anlamda ahlaktan kopuk olarak işletilir. Ahlakın zayıflamasıyla açığa çıkarılan hukuk, bir kavram olmanın ötesinde yine ahlakın aşındırılması temelinde kurumlaşır. Ahlaktan kopuk bir hukuk sisteminin ise toplumu ne hale getirdiği şu anda yaşanan koşullarda çok iyi anlaşılmaktadır.

‘Prens faziletliyse, kanunlara ihtiyaç yoktur; faziletsizse, kanunların hiçbir yararı yoktur’ (Konfüçyüs). Bu sözden de çok iyi anlaşıldığı gibi sadece uyulması zorunlu kurallardan oluşan ve içinde ahlaka yer olmayan bir hukuk sisteminin toplumun sürdürülebilirliği açısından hiçbir değeri olmadığı gibi,  ahlakın var olduğu ve işletildiği bir toplumda da hukuk kurallarına gerek yoktur. Yani toplumların varlıklarını devam ettirebilmeleri için gerekli olan şey hukuk değil, ahlaktır. Toplumlar hukuk olmadan yaşayabilir, ancak ahlaksız yaşayamaz. Toplumun olmazsa olmazı sanıldığının aksine hukuk değil, ahlaktır. Ancak iktidar ve sermaye klikleri kendilerini yaşatabilmek için ahlakı hukuka kurban etmişlerdir. Bu da aslında günümüzde yaşanan toplumsal sorunların kaynağıdır.

Oluşan toplumsal sorunlar tekel ile birlikte gelişen kent, sınıf ve devlet yapılanmaları etrafında oluşmuştur. Yani toplumsal sorunlar tekel güçlerinin ortaya çıkmasıyla yaşanmaya başlanmıştır. Daha sonra gelişen merkezi uygarlık da gelişen bu ‘tekelin’ bir sonucudur. Ortaya çıkan tüm toplumsal sorunların kaynağında da oluşan bu tekelci-iktidarcı-devletçi uygarlık sistemi vardır. Bu durum da toplumun kendi kendini devam ettirebilmesini engellemektedir. Yeni toplum, artık bağımlı ve her türlü yönlendirmeye açık bir toplumdur ki, bu da toplumsal bunalımın en önemli sebeplerinden birisidir.

Ahlakın aşındığı toplumlarda ahlakın yerine Hukuk geçer. Hukuk, kentlerin etrafında sınıflaşma ve Pazar geliştikçe kendini dayatan bir kurumdur. Çünkü Pazar ve sınıflaşma geliştikçe toplumdaki ahlaki yapı aşınmaya başlar ve bu da beraberinde toplumda eşitlik vb. sorunlar açığa çıkarır. Devletli toplumlar da sınıflaşma ve Pazar etrafında gelişir. Bu nedenle de hukuk kurallarının oluşturulması gerekmektedir. Yani hukuk devletleşmeyle birlikte gelişir. Hukuk olmadan devletin kendini sürdürebilmesi çok zordur. Her ne kadar hukuk ahlakın aşındırılması sonucunda oluşuyorsa da kökeninde ahlak vardır. Ahlakın devletleştirilmiş halidir. Ahlakın aşınmasıyla ortaya çıkan can, mal vb. şeylerin güvenliğini sağlayan hukukun, yazılı kurallar bütünlüğüne de ‘Anayasa’ denir.

Hukuk ilk kez Sümerlerde ortaya çıkmıştır. Daha sonraki devlet yapılanmalarında ortaya çıkanlar da oluşturulan bu hukukun kendi iktidar çıkarlarına göre düzenlenmiş ve geliştirilmiş halidir. Bunun sebebi ise devlet yapılanması içerisinde açığa çıkan yönetim ve iktidar sorunudur. Yine yönetimde yaşanan kaos ve kargaşayı aşmak amaçlanır. Atina ve Roma döneminde hukuk, demokrasi ve cumhuriyetin birbirleriyle bağı kurulur ve daha resmi ve düzenli bir yazıma geçilir. Yani temeli Sümerler olmakla birlikte, en düzenli şeklini Atina ve Roma devletlerinde alır. En son Avrupa burjuvazisinde ise insan haklarıyla bağlantılı olarak hukukun anayasacılık, demokrasicilik ve cumhuriyetçilikle bağlantısı tartışılmaya başlanılır.

Ulus devlet ve Endüstriyalizmin Ahlak Karşıtlığı
Daha sonrasında gelişen ulus-devlet, ahlakın inkarı olarak ortaya çıkar. Ulus-devlet ahlaki ve politik toplumun inkarı üzerine gelişir. Bu çerçevede ahlaki toplum yerine ulusal hukuk ve politik toplum yerine ise bürokratik idare hakîm kılınır. Devlet ve burjuva sınıfı ahlaki ve politik toplum yerine adına hukuk denilen toplumsal kategoriyi hakîm kılmak istemektedir. Bunun sebebi ise, devlet birliği, tekliği ve dokunulmazlığının hukuk adı verilen ve uyulması zorunlu olan kurallar tarafından kesinlikle ve her koşul altında korunuyor olmasıdır. Oluşan devlet anayasal güvence altındadır. Ancak gelişen bu tekçilik mantığının daha sonrasında ne gibi sonuçlara yol açtığı da ortadadır. Ortaya çıkan bu tekçilik mantığı milliyetçiliğe yol açarken, bu milliyetçilik de faşizmle sonuçlanmıştır. Hukuk tarafından korunan bu vatanın birliği, tekliği ve bölünmezliği fikri dünya genelinde birçok savaş ve soykırımla sonuçlanmıştır.

Toplumsal sorunlardan biri olan sanayileşme ve oluşturduğu artı-ürünün belli tekellerin elinde olması ve bunun hukuk kurallarıyla korunuyor olması da dünya genelinde yoğun ekonomik sorunların yaşanmasına yol açmaktadır. İşsizlik bunun en büyük sonuçlarından sadece bir tanesidir. Çok yoğun bir işsizlik yaşanmaktadır. Yine bunun yanında yaşanan açlık düzeyi de ahlaki ve politik bir toplumun bu özelliklerinden soyutlanmasının ne gibi sonuçlara yol açtığının en çarpıcı göstergelerindendir. Ayrıca ortaya çıkan işçi sınıfı da var olan bu kurallara ya tam uyum sağlayacak -ki ortaya çıkan sonuç da budur- ya da zaten yoğun olan işsizler ordusuna katılacaktır. Yaşanan bu ekonomik sorunun kaynağında toplumun sermayeleştirilmesi bulunmaktadır. Ekonomi olarak yansıtılan sermaye, esasta ekonomi olmayıp, tersine ekonominin en büyük inkarıdır. Toplumların gelişim aşamalarında sermaye ve kâr gibi amaçlar bulunmamaktadır.

Ancak sanayileşmenin yarattığı bu sorunların temelinde sanayinin var olduğunu düşünmek toplumsal problemi anlamak ve çözüm yolları geliştirmek açısından hatalı olacağı gibi doğru çözümü bulmayı da engelleyecektir. Sanayileşmeyi 19. yüzyılda yapılan Sanayi Devrimi’yle birlikte ele almak yaşanan sorunun kaynağıdır. Çünkü bu durum, sanayiyi bir Avrupa icadı olarak yansıtmakta ve tekellerin eline teslim etmektedir. Bu anlamda yaratılan ilk el aletini de bir sanayi ürünü olarak ele almak önemlidir. Asıl sorun, yeni oluşturulan değil zaten var olan bu sanayileşmenin tekel amaçlı kullanımıdır. Ayrıca sorun olan, ortaya çıkan artı değerin sermaye ve iktidar amaçlı kullanımıdır. İnsan yararına kullanılabilecek bir sanayinin önüne geçen engel sanayinin kendisi değil, bu sanayinin iktidar elitlerinde tekelleştirilmesidir. Bunun sebebi de toplumsal varlığın yani ahlakın bahsi geçen iktidar elitleri tarafından devletleştirilmesiyle açığa çıkmaktadır.

Endüstri ve endüstriyalizmi bu şekilde ele almak önemlidir. Tek başına endüstri toplumun varlık gerekçeleriyle bütünleştirilse insanlık için faydalı olabilecek bir kavramdır. Sorun olarak nitelendirilebilecek asıl kavram endüstriyalizmdir. Yani sorun olan toplumsallaşmanın oluşumundan beri var olan endüstrinin sömürge güçlerinin elinde olmasıdır. Bu anlamda oluşturulan endüstriyalizm, toplumu tarımdan yani köklerinden koparmaktadır. Sanayinin kalkınmanın temel dinamiği olarak görülmeye başlanmasıyla esaslı sorun başlamıştır. Sanayinin bu anlamda hem ekonomik hem de askeri anlamda öneminin artması devletin toplum üzerindeki sömürüsüne yol açar. Bu nedenle endüstriyi sermaye ve tekelin denetiminden çıkarmak büyük önem taşımaktadır.

Özgür İradeli Kadın, Özgür ve Ahlaki Toplum
Ayrıca yaşanan tüm bu sorunların kaynağında kadın sorununun varlığını görmek gerekmektedir. Çünkü toplumların varlık sebebi olan ahlakın aşındırılması için öncelikle toplumsallaşmanın yaratıcısı olan kadının toplumsal yaşamdan soyutlanması gerekmektedir. Ayrıca toplumun bir bütünen köleleştirilmesini sağlamak için en başta kadını köleleştirmek gerekmektedir. Bu temelde oluşan cinsiyetçi mantık ile birlikte, kadın tüm ekonomik, siyasal, toplumsal vb. faaliyetlerden soyutlanarak, ev sınırlarına mahkûm edilmiştir. Kadının ekonomik faaliyetlerden soyutlanması ekonomik sorunlara yol açarken, toplumsal ve siyasal alandan soyutlanması da ahlaki, hiyerarşi, sağlık, eğitim, zihniyet vb. sorunlara yol açar. Çünkü ekonomik faaliyetler esasta kadın işidir ( eko-nomos =aile yasası ). Yine toplumun tüm ihtiyaçları kadınla birlikte karşılanmakta olduğu gibi bunun yapılış amacında kendi iktidarını oluşturmak yoktur. Yani ahlaki bir temelde olup, kadının doğasında var olan adalet ilkesinin bir sonucudur.

Erkek egemenliğine dayalı oluşan aile kurumu devletin bir prototipi olarak, hukuk tarafından korunmaktadır. Devletin ev içindeki temsilcisi bu çerçevede egemen erkektir. Buradan da ailenin oluşumundaki erkek karakter ve bunun devletle olan bağlantısı çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. 

Bununla bağlantılı olarak devletin anlamının ‘ele geçirilen bir kadınla geçirilecek bir gece’ olduğunu hatırlarsak bu oluşumdaki erkek karakter daha iyi anlaşılacaktır. Yani kurulan yeni devlet erkek karakterli olup, bu devlet içinde kadına yer yoktur. Burada kadına biçilen rol, sadece proto-devlet olan erkeğine sınırsız bir itaat sergilemek ve sistemin kendini yürütebilmesi için gerekli olan ordu ve sanayiye asker, iş gücü ve köleler doğurup yetiştirmektir. Ayrıca bunun sonucunda da aşırı bir nüfus artışı yaşanmaktadır. Bu hem zaten yoğun olan işsizler ordusunu daha da arttıracaktır (ki bunun amacı da insanları açlıkla terbiye ederek iktidara itaat etmeye mecbur bırakmaktır) hem de aşırı nüfus artışı ile birlikte gelişen aşırı kentleşmeyle birlikte doğanın tahribatına sebebiyet verecektir. Zaten ahlakın aşınmasıyla birlikte doğaya bakışta da birçok olumsuz gelişme yaşanmıştır. Doğa, artık artı-ürünün daha da arttırılması için bir hammadde olmanın ötesinde hiçbir anlam ifade etmezken, bu da hukuk sınırlarında korunmaktadır. Yaşanan ekolojik felaketler ve doğanın yok olmayla yüz yüze olması da bunun en açık göstergesidir. Yaşanan tüm ekolojik sorunların kaynağında da yine kadın sorunu vardır. Geliştirilen yeni icatların doğa üzerindeki zararları bir yana, insan ve doğanın birbirinden koparılmasıyla birlikte toplumsal bozulmaya yol açılmakta ve doğa her geçen gün daha fazla yok olmayla yüz yüze kalmaktadır.

Her ne kadar geliştirilen feminist akımlarla birlikte hukuki boyutta bazı haklar elde edilmiş olsa da bunlar tekniki olmanın ötesine geçememiş ve aslında zaten var olan köleliği örtük bir biçimde daha da arttırmaktan öteye bir rol oynamamıştır. Oluşturulan tüm bu ekolojik ve feminist hareketler sorunun kapsamının farkında olmamakla birlikte, işin tekniki yanı olan hukuki boyutuyla mücadelelerini sınırlı bırakmışlardır. Zaten ortaya çıkan tüm bu olumsuz sonuçlar da ahlakın hukuka kurban edilmesiyle yaşanmaya başlanmıştır.

Ahlakın aşınması ve hukuk sınırlarına mahkûm edilmesiyle birlikte oluşan toplumsal bunalımın siyasal, ekonomik ve demografik kaynaklı nedenleri kısaca bu çerçevede olup, insanlığı yok olmayla yüz yüze bırakmaktadır.

Özellikle kapitalist toplumla birlikte eşitlik ve özgürlük sorunları,  yani kaos daha fazla açığa çıkar. Çünkü ahlak ve politikanın inkarına en fazla ihtiyaç duyan sistem, kapitalist modernitedir. Bunun nedeni ise, ahlaki ve politik bir toplumda sınıflaşma yani eşitsizlik, tekel, iktidar vb kendisini istediği gibi yaşatamayacak olmasıdır.

Kapitalizm, toplumu tüm gözeneklerine kadar köleleştirmeyi hedeflerken, kendini sanki insanları en özgürleştiren sistem olarak sunar. Tabi bunu sağlamanın tek yolu ise öncelikli olarak insanları buna inandırmaktır. Sağladığı teknolojik imkanlarla sınırsız bir bilimciliğe yol  açarken, insan anatomisinde doğal bir ihtiyaç olan üreme ve cinselliği bile saptırarak aslında tam anlamıyla hastalıklı bir toplum oluşturmaktadır. Üç S (spor, seks, sanat) denilen formülle birlikte tamamen düşünemeyen bir insanlık  ve üretimden kopuk bir toplum hedeflenmektedir. Bunun amacı düşünen ve üreten insanın sistem için bir tehlike olmasıdır

Kadını en fazla ‘özgür’ olarak lanse eden sistem olan kapitalist modernite, esas itibariyle kadını en fazla köleleştiren; gözlerinden dudaklarına, hatta saç tellerine kadar bütün vücudunu dirhem dirhem metalaştıran sistem olmaktadır. Evet kadın belki bir cariye, bir zavallı olarak var olan statüsünü kısmi olarak aşmıştır. Ayrıca toplumsal birçok faaliyette de yer almaktadır. Ancak vücudundan ruhuna kadar paramparça edilmiş ve kâr elde etmek için bir meta olarak kullanılmaya başlanmıştır. Ayrıca bir cinsel obje olarak sunulurken aslında eskisinden daha da katmerli bir köleliğe sürüklenmektedir.  

Erkek Egemen Hukuka Karşı Ahlaki Yargılama                                                                                                   
Bu boyutlarıyla ele alındığında ahlaki boyutta bir aşınmaya uğramış toplum biçiminin kendini devam ettirebilmesinin imkansızlığı çok açık ve net bir şekilde anlaşılacaktır. Günümüzde toplumlarının geldikleri düzey göz önüne alındığında insanlığın içinde bulunduğu durum daha iyi görülmektedir. Mevcut durumun ise daha ne kadar kendini yaşatabileceği, belirsizliğini korumaktadır. Ancak var olan durum karşısında doğa ve toplum acil durum sinyalleri vermektedir.  Doğa yok olmayla karşı karşıyadır. Güzellikler ve kutsallıklarla örülü dünya artık cehennemin ta kendisidir. Yaşamın tek anlamının para olduğu bir dünyada ahlakilikten eser kalmaması anlaşılır bir husustur. Para tüm değerlerin yerini almıştır. Maneviyat yok olmayla yüz yüzedir. Hatta yok denecek kadar azdır. Eskinin tanrısı, artık paradır. Para için satılamayacak tek bir değer yok gibidir.

Bu anlamda insanları tüm toplumsal değerlerden uzaklaştıran güç mülkiyet-mülk edinme mantığıdır. Artı-ürün mantığı da hakeza bununla bağlantılıdır. Tüm toplumsal değerlerinden uzaklaştırılmış bir insanlığın yaşama şansı fazla kalmaz. Zaten sistemde bu anlamda SOS işaretleri vermektedir. Böyle bir durumda sistem ya kendini yeniden restore edecek –ki bunun için de artık çok geç kalınmıştır- ya da yok olacaktır. Yaşadığımız şu an ki mevcut koşullarda sistemin yüz yüze olduğu şey de tam olarak budur. Mevcut olan sistemin yok olmak üzere olduğu süreçler kaos ortamının en yoğun yaşandığı dönemlerdir. Eski sistemin yıkılma ve yenisinin kurulması olasılığının en fazla olduğu zaman dilimidir. Bu nedenle de herkes en fazla nasıl kazançlı çıkabileceğinin hesabını yapar. Kaos aralığı denen bu süreçten nasıl bir sonuçla çıkılacağı ise yapılan mücadeleyle bağlantılı olarak belirlenecektir.

Kaos ortamına yol açan ve bu ortamı daha da yoğunlaştıran esas etken, daha önce de belirtildiği gibi, ahlakın devlet sınırlarına hapsedilerek hukuk adı altında kurumlaştırılması ve iktidarın denetiminde olmasıdır. Bu anlamda ahlakı bu sınırlardan çıkarabilmek, toplumu yeniden oluşturmanın en önemli ayaklarından biridir.

Peki hukuk sınırlarına hapsedilen ahlakı, bu esaretten çıkarıp da yeniden toplumun hizmetine sunmanın yolu nedir? Var olan bu hukuk sistemine karşı nasıl bir alternatif oluşturulmalıdır? Toplumda düzeni sağlamak için var olan hukuk kuralları yeterli midir? Tek başına mevcut hukuk, toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilir mi? Ahlakın yerine geçen (ve içinde ahlaka yer olmayan) bir hukuk sistemi, mevcut koşullarda ne kadar ayakta kalmayı başarabilir? Daha da çoğaltılabilecek bu soruların cevaplandırılması acil bir ihtiyaç olarak insanlığın önünde durmaktadır. Çünkü var olan koşullarda toplum yok olmayla yüz yüzedir. Daha önce de belirtildiği gibi ahlak toplumların cevherinde vardır ve ahlaki kimliğini yani cevherini yitiren bir toplum uzun süreli varlığını devam ettiremez.

Toplumların varlık gerekçesi olarak, ahlak ve politikanın önemini daha önce vurgulamıştık. Ancak konunun vahameti açısından bunu sürekli hatırlamakta fayda vardır. Çünkü daha önceden de belirttiğimiz gibi, sistemin sürdürülemez duruma gelmesinin esas ve en geçerli sebebi budur.

Sanıldığının aksine toplumların devlet, iktidar ve sermaye olmadan, ayrıca uyulması zorunlu olan hukuk kuralları olmadan yaşadığı süreç, bunlarla yaşadığı süreçten çok daha uzundur ve bu süreçler daha fazla refah ve huzur doludur. Devletsiz ve iktidarsız toplum olabilir. Ancak ahlakı ve politikası olmayan toplum düşünülemez. Bu yüzden de toplumdan bahsedeceksek eğer, ahlakilik, politiklik ve demokrasi gibi özelliklerini esas kaynak olarak ele almak önemlidir.

İktidar ve sermayeden kaynaklanan toplumsal problemin sonucunda oluşan tüm toplumsal sorunların anlaşılması için doğru ve bütünlüklü bir tarih bilincinin olması gerekmektedir. Ayrıca bu tarihin güncelle bağlantısı içinde incelenmesi büyük önem taşımaktadır. Bu şekilde görülecektir ki devlet, iktidar ve sermaye toplumların var olmaları için bir zorunluluk olmayıp, aksine toplumların tarihlerinin büyük bir bölümü bu olgular olmadan yürütülmüştür. Yani toplumlar devlet, iktidar ve sömürü kurumları olmadan da var olabileceklerdir. Ancak bu olgular olmadan da var olabilecekken ahlak ve politikadan yoksun var olamazlar. Bu nedenle de varlığı korumanın yolu, öncelikle ahlaki ve politik kurumlarını oluşturabilmek ve işlevli kılabilmektir.

Mevcut koşullarda var olan tarih yazımı, toplumun varlık gerekçesi olan ahlaki ve politik toplumu inkâr ederek, tarihi devletle başlatmış ve ondan önceki süreci vahşilik süreci olarak nitelendirmiştir. Neolitik süreç ile tarım ve köy devrimi inkâr edilmekte ve sanki hiç yaşanmamış sayılmaktadır. Bu anlamda inkâr edilen neolitik kadın tarihi, aynı zamanda ahlaki ve politik toplumun inkarıdır.

Tarih Sümerler ile başlatılır (yazılı tarih). Çünkü Sümerler devlet oluşumunun ilk atalarıdır. Devlet oluşumu kadın etrafında gelişen ahlaki ve politik toplumun inkârı üzerine gelişim gösterir. Oluşumundaki etkenler ve devletin kelime anlamının ne olduğunu daha önce de belirtmiştik. Bu tanımlamaları hatırlarsak hem devletin, hem de yazılı tarihin karakterindeki erkeksilik daha net ve açık ortaya çıkmaktadır. Mevcut tarih erkek eliyle yazılmıştır. Kadın etrafında oluşan toplumsallaşmanın inkarı temelinde gelişmiştir. Kadının ahlaki toplumu devlet sınırlarına hapsedilirken, kadın da dört duvar arasına mahkûm edilmiştir.

Ahlaki ilkelerin işletilmediği, sadece zora dayalı bir suç ve ceza kanunları yığınıyla toplumun sürdürülmesinin imkansızlığı anlaşılmış bulunulmaktadır. Mevcut hukuk sistemi belli bazı elit çevrelerin çıkarına hizmet etmekte ve bu çıkarlara zarar verenlerin yargılanmasını içermektedir. Bu anlamda hukuk, sadece üst sınıfın çıkarına çalışan ve bu temelde alt sınıfı cezalandıran salt bir yargı sistemi olup, içinde adalet ilkesine yer yoktur.

Devletin ortaya çıkan artı ürünün bir sonucu olarak oluştuğunu biliyoruz. Yani kuruluş amacında mülkleştirme, mülk edinme mantığı vardır. Yine hukukun kısaca devlet sınırlarına hapsedilmiş ahlak olduğunu hatırlarsak, bir devlet aracı olan hukukun neye ve kime hizmet ettiği anlaşılacaktır. Bu temelde hukuk, devletin varlık gerekçesi olan mülk, sermaye ve iktidarın koruyucusudur. ‘Adalet mülkün temelidir’ söylemi bunun en açık kanıtıdır. Mevcut hukuk sisteminde adaletin ne ve ne için kullanıldığını en iyi açıklayan, bu sözdür. Adalet, artık mülkiyet edinmenin aracı haline dönüştürülmüştür.

Toplumun ahlaki yapısındaki en temel ilkelerden biri olan adalet ilkesi aynı zamanda evrenin oluşumunda, doğada ve kadın doğasında görülen özelliklerin de başında gelmektedir. Ancak oluşan iktidar olgusu bu en temel özelliği kendi çıkarına kullanmayı bilmiştir. Adalet artık üst sınıfın mal varlığı elde etmesini sağlamak, bunu korumak ve daha da fazlalaştırmak için kullanılan bir olgudur.

Özgürlük, özgünlük kavramları da tüm bunlarla bağlantılı olarak tamamen içeriğinden boşaltılmış ve anlamsızlaşmıştır. Özgürlük, devlet tarafından belirlenen sınırlar içerisine hapsedilmiş ve bu sınırların dışına çıkmak suç sayılmıştır. Adı geçen ve kanunlarla korunduğu söylenen tüm hak ve özgürlükler sadece göstermeliktir. Bu anlamda en temel hak olan düşünce özgürlüğü bile sistemin koyduğu sınırlar dahilinde özgürdür. Eğer sistem için bir tehlike boyutuna ulaşırsa hiçbir özgürlüğü kalmaz. Zaten sistemin en temel amaçlarından bir tanesi düşünemeyen ve her söyleneni yapan bir toplum oluşturmaktır. Böyle olunca da neye göre bir özgürlüğün olduğu sorusu gayet anlaşılırdır.

Özgünlük, farklılık, çeşitlilik vb. kavramlara zaten hiçbir şekilde yaşama şansı tanınmaz. Çünkü devlet yapılanmasında bu kavramlar hayati tehlike anlamına gelir. Tek millet, tek vatan, tek dil mantığı, yani tekçilik anlayışının kendisi aslında en temel devlet ideolojilerinden biridir. Yine vatanın bölünmezliği aslında devletin bölünmezliği anlamını taşımaktadır. Bu anlamda çeşitliliğe yer yokken, tek tip bir toplum yaratılmak amaçlanır.

Sonuç

Devlet oluşumu ve devletleşmiş ahlak olan hukukun oluşturduğu gerçeklik günümüzde olduğu gibi sorunların, kaosun ve bunalımın ana kaynağıdır. Ahlakın ilkeleri olan adalet, eşitlik, özgürlük, özgünlük, farklılık ve çeşitliliğin hiçleştirilmesi insanı, doğayı ve evreni yok olmayla yüz yüze bırakmıştır.

Gerçekler bu iken, sanki devlet olmadan toplum olmak imkansızmış gibi bir düşünce sürekli olarak insan zihnine yerleştirilmeye çalışılır. Toplumun başlangıcı devletle ele alınır. Devletin olmadığı bir toplumun bir kargaşa ortamı olacağı fikri hep canlı tutulmak istenir. Bu anlamda devlet, refahın, huzurun, güvenliğin sağlanmasının en geçerli ve vazgeçilmez yoludur. Her alan, kendi sınırlarında bir devlet kurumudur. Evden okula ve işe kadar her yer birer devlet kurumu olarak onun kurallarına uygun bir şekilde ancak var olabilir. Bu bakımdan var olabilmek için devlet olmak gerekmektedir. Bu fikir sürekli enjekte edilir.

Ancak devlet oluşumuyla birlikte açığa çıkan sorunlu ortam bunun tam tersini insana kanıtlamaktadır. Gösterilmeye çalışıldığının aksine devlet huzuru, refahı, can ve mal güvenliğini sağlayan değil, aksine refahı bozan, huzuru dağıtan, can ve mal güvenliğine en çok kasteden kurumdur.

Eğer iyi bir köleysen, sana verilenle yetiniyorsan ve efendilere en iyi şekilde itaat ediyorsan devletin en has vatandaşısındır. O zaman eşin, bir çocuğun hatta eğer iyi bir kul isen bir iş ve bir evin olabilir. Ancak kul köle olmayı kabul etmiyor ve verilenle yetinmeyip de hakkını arıyorsan bir vatan hainisindir. Tabi ki vatan hainliğine en ağır cezalar reva görülür.  En doğal hak olan ana dilini kullanmak bile vatanı bölmekle itham edilir.

Tüm bu sonuçlar göz önüne alındığında, doğru tarih okumanın önemi çok daha net anlaşılacaktır. Devlet öncesi, çıkışına zemin hazırlayan etkenler, çıkış süreci ve gelişim aşamaları öğrenildiğinde gelinen düzey daha iyi görülecektir. Toplumun ahlaki ilkelerden nasıl koparıldığı ve bu kopuşla birlikte gelinen düzey anlaşılacaktır. Adına uygarlık denilen devletli toplum ve öncesi arasındaki fark görüldüğünde ise uygarlaşma adı altında ne kadar insanlık dışı bir varlık oluşturulduğu ve de nasıl yabanileştiği daha iyi fark edilecektir.

Bu nedenle de yapılması gereken en öncelikli iş, ahlakı hapsolduğu bu sınırlardan kurtarmaktır. Ancak bu şekilde ahlaklı ve politik bir toplum yeniden yaratılabilir. Bu anlamda daha anlamlı bir yaşamın sağlanabilmesi, insanlık ve doğanın kurtuluşu için ahlaki ve politik toplumun yeniden oluşturulması ve hukukun ahlakın hizmetinde olması gerekmektedir. Kuşkusuz burada hukuk hiçleştirilmemektedir. Sadece ahlaki ve politik toplum temelli olması gerektiğine vurgu yapılmaktadır. Ancak bu şekilde anlamlı ve paylaşılır bir yaşam elde edilebilecektir.

Stêr Serhad

Hiç yorum yok: