Bolu F Tipi Cezaevi - Türkiye cezaevleri toplama kampları gibi. Binbir ayrı hikayesi var mahpusların. Baki Yaş da onlardan biri.
“Eşim Elif, birlikte yakalandık. Birlikte yargılandık. Birlikte ceza aldık. Birlikte 18 yılı zindanda devirdik. Birkaç hafta sonra 20. yılımızı kutlayacağız. 18 yılı içeride geçen. Bir yastıkta değil ama aynı infaz dosyasında kocadık. 28 Şubat günü, bizim dosya Ankara’da yeniden görüşülecekmiş. Belki ikimizi de duruşmaya götürürler. Böylece tam 8 yıldır sesini bile duyamadığım eşim Elif’le, belki birkaç dakika da olsa bir araya geliriz...”
Bir yastıkta değil infaz dosyasında kocadık!
Merhaba Okay Ailesi,
Nesiniz siz? Dünyaya dostluk yayma çetesi mi? Marsilya’da açtığınız “görülmüştür” sergisi sonrası yazılan kartınızı ve yılbaşı dileklerinizi aldım. Doğrusu bu denli vefalı dostlarla karşılaşmayı beklemiyordum. Artık ne hale geldiyse dünya, şaşırıyorum çabucak kurulan vefalı dostluklara.
Sen de çok iyi bilirsin Adil abi. Vefasızlık da bu uzun maratonun bir parçası olmuştur her zaman. Ölümün soğuk nefesi karşısında korkuyu ve cesareti paylaştığın nice insan, yıllarca sesini esirger senden. Ve bir gün, bir kavşakta- hâlâ içinde ateşi taşıyorsa bir eylem alanında ya da kahrolası bir alışveriş merkezinde karşılaşır sorarsın: “N’apıyorsun? Niye hiç arayıp sormadın?” Utangaç bir cevap: “Ya sorma, iş güç, çoluk çocuk...” Bazen öyle haklı görünen bahaneler sıralanır ki, söyleyecek laf bulamazsın.
Kızın Öykü’yü hatırlıyorum. Üç sene önce yanımda Mehdi Boz kalıyordu. Şimdi Edirne F Tipi’nde. O zaman sizinle yazışıyordu. Bahsiniz geçerdi zaman zaman. Yolladığınız fotoğraftaki o iki minik kuştan hangisiydi Öykü. Durun ben tahmin edeyim. Resimdeki sarı kanarya o. Aslında yok farkları. Önünde fotoğraf çektirdikleri o mahpus resimlerinin-mektuplarının ağırlığını sanki duyumsamış gibiler. Ah şu bizim çocuklar. Dünyanın acılarıyla çok mu erken tanışıyorlar. Bizde çocuk olmadı. O nedenle bu sorunun yanıtını bilemiyorum.
Eşim Elif, birlikte yakalandık. Birlikte yargılandık. Birlikte ceza aldık. Birlikte 18 yılı zindanda devirdik. Birkaç hafta sonra 20. yılımızı kutlayacağız. 18 yılı içeride geçen. Bir yastıkta değil ama aynı infaz dosyasında kocadık. 28 Şubat günü, bizim dosya Ankara’da yeniden görüşülecekmiş. Belki ikimizi de duruşmaya götürürler. Böylece tam 8 yıldır sesini bile duyamadığım eşim Elif’le, belki birkaç dakika da olsa bir araya geliriz. Tabii götürürlerse.
Acaba diyorum kafamın içinde hafızamda tuttuğum ses gerçekten onun mu? Yoksa bir yanılsama mı? Bunu anlayabilmeyi çok isterdim.
Bir yoldaşım, Serpil. On yıl sonra çıktı dışarı. Telefonda on yıl sonra duydu sevdiğinin sesini. O anlatıyordu insan hafızasının bu şaşırtıcı oyununu. “Kafamdaki sesle duyduğum ses çok farklıydı” diyordu, “tanıdık tınılar da olmasa...”
Sorma Adil abi. Fena halde müzmin mahpus olmaya yüz tuttuk. Nasıl alışmışsak dünyaya demir parmaklıklar arasından bakmaya, dokunamadan seyretmeye... Tabii görebildiğimiz kadarıyla... dışarıda kar yağıyor, biz atıyoruz kendimizi pencere kenarına, o karın altında yürümeyi ancak hayal edebiliyoruz.
Uludere’nin, Roboski’nin acısı bize ancak, o cam ekran ve kâğıt gazetelerden süzülüp geldi. Dokunamadık o acılara, sarılamadık yaslı yüreklere. Ekran ve gazeteler gibi iki boyutluydu acılar. Onlarca yıl yatmak değil içeride, işte asıl bu koyuyor insana. Bizi insan yapan sevinç ve acılara uzak kalmak. Cezaların en büyüğü bu olsa gerek.
Bir film izlemiştim. Küçük bir Amerika kasabasında geçiyor. Liseli genç bir kızın cesedi bulunuyor. Soruşturma, sorgulama falan derken birkaç günde kasaba eski rutin hayatına dönüyor. Lisede bir eğitmen isyan ediyor bu duruma. “Farkında mısınız bir ölümüz var ve katil kim bilmiyoruz. Olayı öğrenince önce korktuk, evlerimize kapandık. Birkaç gün sonra tehlikenin geçtiğini düşünüp okula, alışveriş merkezlerine, lokantalara dolduk. Oysa elimizde meşaleler, dizlerimizde derman tükeninceye kadar haykırmalıydık sokaklarda, katili bulana dek. Şimdi birbirimize şüpheyle bakıyoruz. Zehirli havayı hiç fark etmeden ciğerlerimize çekiyoruz. O genç kızın cesediyle birlikte tüm kasaba çürüyor...”
“Auschwitz’den sonra şiir ölmüştür” diyen Adorno muydu? Ya bizde. Dersim’den, Roboski’den sonra elimizde meşaleler sabaha kadar katillerin yakasına yapışmak için yürümediysek eğer, şiir nasıl yazılıyor hâlâ? İşte böyle çürüyor milyonlar. Suskunlukla, acılardan kaçmak için eğlenceler ve yalanlar yaratarak. Çürüttükleri milyonlarla birlikte egemenler de çürüyor. Ama tam da bu yüzden, biz geriye kalanlar, tüm toplumun vicdanı haline geliyoruz.
Bu açıdan ABD’deki Wall Street eylemcilerini nasıl gıptayla izliyorum bilemezsin. Onların binlerce Dersim’i var, binlerce Roboski’si. Her sabah selam durdukları çubuklu-yıldızlı bayrağı taşıyan ölüm makinelerinin acımasız kıyımını izlediler yıllar boyunca. Dünyaya verdikleri acılar arttıkça, onlar kaçışı daha ilkel hazlarda buldular. Joan Baez’leri vardı bir zamanlar, şimdi Lady Gaga’ları. Ama her çukurun bir dip noktası var demek. Bir avuç genç yürek çıktı ortaya, işgal eylemi başlattılar. “En büyük silahımız vicdanımızdır” dediler. Kim bilebilirdi böylesine çürümüş bir toplumda, vicdanın böylesine önünde durulmaz bir güç haline gelebileceğini.
Şimdi bizde, İslamı kendine kalkan yapan bir partinin emriyle oluyor Roboski’ler. Ne diyelim...
Sevgiyle selamlıyorum sizleri vefalı dostlar. Bir gün mutlaka görüşebilmek dileğiyle.
Baki...
NOT: Baki Yaş bu mektubu dostları için kaleme almış. Mektup dostları aracılığıyla Özgür Gündem gazetesine ulaştırdı.
“Eşim Elif, birlikte yakalandık. Birlikte yargılandık. Birlikte ceza aldık. Birlikte 18 yılı zindanda devirdik. Birkaç hafta sonra 20. yılımızı kutlayacağız. 18 yılı içeride geçen. Bir yastıkta değil ama aynı infaz dosyasında kocadık. 28 Şubat günü, bizim dosya Ankara’da yeniden görüşülecekmiş. Belki ikimizi de duruşmaya götürürler. Böylece tam 8 yıldır sesini bile duyamadığım eşim Elif’le, belki birkaç dakika da olsa bir araya geliriz...”
Bir yastıkta değil infaz dosyasında kocadık!
Merhaba Okay Ailesi,
Nesiniz siz? Dünyaya dostluk yayma çetesi mi? Marsilya’da açtığınız “görülmüştür” sergisi sonrası yazılan kartınızı ve yılbaşı dileklerinizi aldım. Doğrusu bu denli vefalı dostlarla karşılaşmayı beklemiyordum. Artık ne hale geldiyse dünya, şaşırıyorum çabucak kurulan vefalı dostluklara.
Sen de çok iyi bilirsin Adil abi. Vefasızlık da bu uzun maratonun bir parçası olmuştur her zaman. Ölümün soğuk nefesi karşısında korkuyu ve cesareti paylaştığın nice insan, yıllarca sesini esirger senden. Ve bir gün, bir kavşakta- hâlâ içinde ateşi taşıyorsa bir eylem alanında ya da kahrolası bir alışveriş merkezinde karşılaşır sorarsın: “N’apıyorsun? Niye hiç arayıp sormadın?” Utangaç bir cevap: “Ya sorma, iş güç, çoluk çocuk...” Bazen öyle haklı görünen bahaneler sıralanır ki, söyleyecek laf bulamazsın.
Kızın Öykü’yü hatırlıyorum. Üç sene önce yanımda Mehdi Boz kalıyordu. Şimdi Edirne F Tipi’nde. O zaman sizinle yazışıyordu. Bahsiniz geçerdi zaman zaman. Yolladığınız fotoğraftaki o iki minik kuştan hangisiydi Öykü. Durun ben tahmin edeyim. Resimdeki sarı kanarya o. Aslında yok farkları. Önünde fotoğraf çektirdikleri o mahpus resimlerinin-mektuplarının ağırlığını sanki duyumsamış gibiler. Ah şu bizim çocuklar. Dünyanın acılarıyla çok mu erken tanışıyorlar. Bizde çocuk olmadı. O nedenle bu sorunun yanıtını bilemiyorum.
Eşim Elif, birlikte yakalandık. Birlikte yargılandık. Birlikte ceza aldık. Birlikte 18 yılı zindanda devirdik. Birkaç hafta sonra 20. yılımızı kutlayacağız. 18 yılı içeride geçen. Bir yastıkta değil ama aynı infaz dosyasında kocadık. 28 Şubat günü, bizim dosya Ankara’da yeniden görüşülecekmiş. Belki ikimizi de duruşmaya götürürler. Böylece tam 8 yıldır sesini bile duyamadığım eşim Elif’le, belki birkaç dakika da olsa bir araya geliriz. Tabii götürürlerse.
Acaba diyorum kafamın içinde hafızamda tuttuğum ses gerçekten onun mu? Yoksa bir yanılsama mı? Bunu anlayabilmeyi çok isterdim.
Bir yoldaşım, Serpil. On yıl sonra çıktı dışarı. Telefonda on yıl sonra duydu sevdiğinin sesini. O anlatıyordu insan hafızasının bu şaşırtıcı oyununu. “Kafamdaki sesle duyduğum ses çok farklıydı” diyordu, “tanıdık tınılar da olmasa...”
Sorma Adil abi. Fena halde müzmin mahpus olmaya yüz tuttuk. Nasıl alışmışsak dünyaya demir parmaklıklar arasından bakmaya, dokunamadan seyretmeye... Tabii görebildiğimiz kadarıyla... dışarıda kar yağıyor, biz atıyoruz kendimizi pencere kenarına, o karın altında yürümeyi ancak hayal edebiliyoruz.
Uludere’nin, Roboski’nin acısı bize ancak, o cam ekran ve kâğıt gazetelerden süzülüp geldi. Dokunamadık o acılara, sarılamadık yaslı yüreklere. Ekran ve gazeteler gibi iki boyutluydu acılar. Onlarca yıl yatmak değil içeride, işte asıl bu koyuyor insana. Bizi insan yapan sevinç ve acılara uzak kalmak. Cezaların en büyüğü bu olsa gerek.
Bir film izlemiştim. Küçük bir Amerika kasabasında geçiyor. Liseli genç bir kızın cesedi bulunuyor. Soruşturma, sorgulama falan derken birkaç günde kasaba eski rutin hayatına dönüyor. Lisede bir eğitmen isyan ediyor bu duruma. “Farkında mısınız bir ölümüz var ve katil kim bilmiyoruz. Olayı öğrenince önce korktuk, evlerimize kapandık. Birkaç gün sonra tehlikenin geçtiğini düşünüp okula, alışveriş merkezlerine, lokantalara dolduk. Oysa elimizde meşaleler, dizlerimizde derman tükeninceye kadar haykırmalıydık sokaklarda, katili bulana dek. Şimdi birbirimize şüpheyle bakıyoruz. Zehirli havayı hiç fark etmeden ciğerlerimize çekiyoruz. O genç kızın cesediyle birlikte tüm kasaba çürüyor...”
“Auschwitz’den sonra şiir ölmüştür” diyen Adorno muydu? Ya bizde. Dersim’den, Roboski’den sonra elimizde meşaleler sabaha kadar katillerin yakasına yapışmak için yürümediysek eğer, şiir nasıl yazılıyor hâlâ? İşte böyle çürüyor milyonlar. Suskunlukla, acılardan kaçmak için eğlenceler ve yalanlar yaratarak. Çürüttükleri milyonlarla birlikte egemenler de çürüyor. Ama tam da bu yüzden, biz geriye kalanlar, tüm toplumun vicdanı haline geliyoruz.
Bu açıdan ABD’deki Wall Street eylemcilerini nasıl gıptayla izliyorum bilemezsin. Onların binlerce Dersim’i var, binlerce Roboski’si. Her sabah selam durdukları çubuklu-yıldızlı bayrağı taşıyan ölüm makinelerinin acımasız kıyımını izlediler yıllar boyunca. Dünyaya verdikleri acılar arttıkça, onlar kaçışı daha ilkel hazlarda buldular. Joan Baez’leri vardı bir zamanlar, şimdi Lady Gaga’ları. Ama her çukurun bir dip noktası var demek. Bir avuç genç yürek çıktı ortaya, işgal eylemi başlattılar. “En büyük silahımız vicdanımızdır” dediler. Kim bilebilirdi böylesine çürümüş bir toplumda, vicdanın böylesine önünde durulmaz bir güç haline gelebileceğini.
Şimdi bizde, İslamı kendine kalkan yapan bir partinin emriyle oluyor Roboski’ler. Ne diyelim...
Sevgiyle selamlıyorum sizleri vefalı dostlar. Bir gün mutlaka görüşebilmek dileğiyle.
Baki...
NOT: Baki Yaş bu mektubu dostları için kaleme almış. Mektup dostları aracılığıyla Özgür Gündem gazetesine ulaştırdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder