13 Ekim 2011 Perşembe

Politik Katılım-Özgürleşme Geriliminde Kürt Kadınları (Söyleşi)

Handan Çağlayan ile Söyleşi

Delal Aydın: Bize biraz hayat hikâyenizi anlatabilir misiniz, nerede, nasıl bir ailenin içinde doğdunuz, nasıl bir öğrenim hayatı geçirdiniz, hangi işlerde çalıştınız?
 
Handan Çağlayan: Öncelikle Toplum ve Kuram dergisinin ortaya çıkmasında emeği geçen herkesi yürekten kutlamak istiyorum. Birçok açıdan sarsıcı, çok anlamlı ve heyecan verici bir çalışma. Sorunuza gelince, doğrusu öyle anlatacak çok şey yok. Belki tanıdığım ve güç aldığım kadınlardan söz etmek gerekir, biraz da Siverek’ten. Her kes için dünyaya geldiği yer özeldir ama Siverek’i özel kılan başka nedenler de var. Çok zengin bir kültürel yapıya ve köklü bir tarihe sahip bir yerden söz ediyorum. Bizim zamanımızda artık o özelliğini büyük ölçüde yitirmişti ama daha bizden bir kuşak öncesine kadar bir mahallede üç dört dil konuşuluyormuş. Çocukluğum 12 Eylül öncesi Siverek’te geçti. Oldukça canlı bir politik ortam vardı. Dernekler, konserler, gösteriler, kitaplar. Gençlerle sınırlı değildi politik hareketlilik. Siverek’e özgü lacivert çarşaflarının içinde, beyaz tülbentli kadınlar da katılırdı gösterilere. Aslında çarşıda pazarda çok görünmezlerdi ama mahallelerde akıp giden hayat içinde son derece etkiliydi kadınlar. Şimdi düşündüğümde, sırf bizim eski mahallede bile hikayesi anlatılması gereken o kadar çok kadın vardı ki. Liseli gençler de çok hareketliydi. Sadece politik açıdan değil. Kültürel açıdan da. Örneğin sosyal temaların işlendiği tiyatro oyunları sergilerlerdi. Benim lise yıllarım ne yazık ki 12 Eylül sonrasına denk geldi. Her şey değişmişti. Parasız yatılı bir kız okulunda okudum. Hemşire okuluydu. Yeri bu söyleşi değil ama parasız yatılı kız okullarının, hele de hemşirelik eğitimi verilenlerin, sınıfsal hiyerarşilerin ve geleneksel cinsiyet rollerinin inşa edilmesinde ve benimsetilmesinde başlı başına üzerinde durmaya değer son derece çarpıcı bir yeri var. Çoğu başka türlü okuma şansı olmayan öğrencilerin toplandığı bu okullarda, küçük kız çocuklarına aile içinde, meslek hayatında ve toplumsal yaşamdaki yerleri (ki tümü de eşitsiz, itaate ve tabi olmaya dayalı yerlerdir) belletilir, buna uygun davranmak üzere disipline edilirler. Bizde, bu genel özelliklere bir de 12 Eylül ruhu eklenmişti. Deftere tükenmez kalemle yıldız çizmek (kızıl yıldızı çağrıştırdığı gerekçesiyle!) ya da Erol Toy’un bir kitabını okumak, disiplinlik bir suç olarak değerlendiriliyordu örneğin. Bu tedrisatın ardından bir yıl kadar Diyarbakır’ın Elazığ’a yakın bir ilçesinde hemşirelik yaptım.

DA: Sonra?

HÇ: Sonra sosyal politika okumak üzere Ankara’ya geldim. Öğrencilik hayatım boyunca hemşire olarak çalışmaya devam ettim. O dönem hastanelerde gece çalışanların neredeyse tamamına yakını bu şekilde gündüz üniversiteye gidip gece çalışanlardan oluşuyordu. Gece nöbetlerinde, sağlık işkolunda sınıfa ve cinsiyete dayalı falan sorgulanıyor, tartışılıyordu. Tartışılan başka şeyler de vardı. Özallı yıllardaydık ve sağlığın ticarileştirilmesine yönelik ilk adımlar atılmaya başlanmıştı. Birkaç yıl sonra, 90 başlarında kamu emekçileri sendikaları kurulmaya başladı. Sağlık emekçileri sendikası Tüm Sağlık Sen’in kuruluşunda yer aldım. Fakülteden mezun olunca, mezun olduğum bölümde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladım ama uzun sürmedi. Bölgeyi kasıp kavuran ortam, ülkenin her yanını etkilemeye başlamıştı. Faili meçhul cinayetler sendikacıları da hedef alıyordu. Aralarında Tüm Sağlık Sen Diyarbakır şube başkanı Necati Aydın’ın da bulunduğu çok sayıda sendikacı arkadaşı bu şekilde kaybettik. Bu alt üst oluştan bizim payımıza düşen de cezaevi oldu. Kadınların sendikal katılımı konulu yüksek lisans tezimi, danışmanım Prof. Gülay Toksöz’ün olağanüstü desteği ile cezaevinde yazdım. Aslında sadece Gülay hocam değil, bu dönem üniversite çevresinden Serpil Sancar’ın, Yıldız Ecevit’in, Tülin Öngen’in, Burçak Özoğlu’nun ve daha birçok kadının yakın desteğini ve dayanışmasını hep yanımda hissettim. Bir yandan böylesi bir destek ve kadın dayanışmasından güç alırken diğer yandan da cezaevinde çok güçlü kadınlar tanıdım. Daha sonra Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar’ı ortaya çıkaracak izlenimlerim burada oluştu. Farklı yaş gruplarından, farklı coğrafyalardan pek çok kadın tanıdım, çok çarpıcı hikayeler dinledim. Kitapta sözünü ettiğim dönüşüme ve özneleşme sürecine sanırım ilk kez ve çok yakından burada tanıklık ettim. Daha sonra çeşitli siyasi partilerin kadın birimlerinde ve kadına yönelik şiddetle mücadele amaçlı kurumlarda çalıştım. Halen de sendika uzmanı olarak çalışıyorum. 

DA: Evet uzun yıllardır siyasetin içindesiniz. Sizi Kürt kadın hareketinde de aktif rol almış biri olarak tanıyoruz. Politikayla ilişkiniz nasıl gelişti? Kürt, kadın ve sınıf siyasetleri arasındaki ilişkiyi nasıl kurduğunuzu, bu üç alana da olan hassasiyetinizin nasıl geliştiğini bize anlatabilir misiniz? 

HÇ: Yaşam koşullarımız, çevremizde olup bitenler, yapıp edeceklerimizi, tercihlerimizi de etkiliyor. Sorunuzla ilgili pek çok etkenden söz etmek mümkün. Siverek’teki politik ortamdan bahsettim. O ortamda eşitlik, özgürlük gibi kavramlar, adalet arayışı çok değer verilen şeylerdi. 12 Eylül pek çok şeyi bastırdı ama zaman içinde bastırılan şeyler yeniden gündeme geliyor. Daha on sekiz yaşını doldurmadan, idealist bir halk sağlığı ekibiyle Diyarbakır’ın uzak ve unutulmuş mezralarını dolaşmaya başladığımda, çocuk felci ya da kızamık aşısı ile çocukları kurtarabileceğimize inanıyordum. Zamanla o çocuklar için bundan daha fazlasının gerektiğini fark etmeye başladım. Sonra aldığım sosyal politika eğitiminin, yeniden canlanan politik ortamın da etkisi olmalı. Eşitsizliklere, ayrımcılıklara karşı bir duyarlılık gelişince de tek bir alanla sınırlı kalmıyor haliyle. Her türlü eşitsizliğe karşı duyarlılık gelişiyor. Üstelik bu eşitsizlikleri insan kendi hayatında, yakın çevresinde tecrübe ediyorsa. 90’ların cehennemi ortamında Kürt sorununa duyarsız kalmak mümkün olabilir miydi örneğin. Kadınların dinamizmini mutlaka belirtmek lazım. 1990’lı yıllarda gösterilerde çok sayıda kadın vardı. Şimdi de öyle ama o zaman yeni bir olguydu bu. Çoğu, bizim mahallenin kadınları gibi beyaz tülbentli kadınlardı. O kadınları yeniden sokaklarda görmek etkileyiciydi. Sonra, az önce de sözünü ettiğim gibi kaybedilen sendikacı arkadaşlar oldu. Tüm bunların etkisi olmalı. 

Benzer bir süreç hayatımızın her alanında hissettiğimiz cinsiyet ayrımcılığı konusunda da geçerli. Özellikle yatılı kız okulu süreci ve sonraki çalışma yaşamı, hem sınıfsal, hem cinsiyete dayalı ayrımcılıklar konusunda yakıcı tecrübelerle doluydu. Bunları bütünlüklü bir şekilde anlamlandırma ise 80’li yılların sonlarına doğru tanışmaya başladığım feminizmle mümkün oldu. 

Dağınık olarak bahsettiğim tüm bu olguların birbirinden soyutlanamayacağını düşünüyorum. Eşitsizlikler bir şekilde birbirinden besleniyor. Sizin Tuzla Tersaneleri araştırmanız da sınıfsal süreçlerle etnik süreçlerin nasıl iç içe geçebileceğini çok çarpıcı bir şekilde gösteriyordu. Bu eşitsizliklerin karşısında tutum alırken de birini öbürünün önüne koyma lüksümüz yok. Örneğin Kürt sorunu, ne sınıf sorununa indirgenebilir ne de cinsiyet eşitsizliğinden türemiştir ama bunlardan kopuk olarak ele alınabilir mi? “Kürt sorunu” olarak ifadelendirilmesi de ayrıca problemli olan sorunlar kümesine, feminist perspektiften yaklaşılabileceğini, dahası yaklaşılması gerektiğini; çözüm denilen süreçte de kadınların ve yoksullar, emekçiler gibi kesimlerin aktif özneler olarak katılmaları gerektiğini, aksi taktirde bunun gerçek bir çözüm olmayacağını düşünüyorum. Benzer şey sınıf siyaseti için de geçerli. Sınıf soyut bir şey değil. Toplumsal cinsiyeti, etnisitesi ve daha başka farklı özellikleri olan insanlardan oluşuyor. Cinsiyet eşitsizliğine veya Kürt sorununa kör bir sınıf siyasetinin başarı şansı olabilir mi?

DA: Biraz da akademik duruşunuzla ilgili sorular sormak istiyorum. Doktora teziniz ve bu teze dayanan "Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar: Kürt Hareketinde Kadınlar ve Kadın Kimliğinin Oluşumu" adlı kitabınız büyük ilgi uyandırdı. "Periferinin Periferisinden Sesler: Türkiye’de Kürt Kadınların Siyasete Katılımı" başlıklı makaleniz Rhonda Williams Ödülü’ne layık görüldü. Bunların dışında da önemli akademik çalışmalara imza attınız. Akademideki bir pozisyonda yer almak yerine şimdi bir sendikada eğitim uzmanı olarak çalışıyorsunuz. Bize bunun nedenlerini anlatabilir misiniz?

HÇ: Akademik faaliyetin üniversiteyle sınırlı olduğunu düşünmüyorum. Sabah 9 akşam 6 mesaisine bir türlü alışamamak gibi sıkıntılar dışında sendikada çalışmaktan şikayetçi değilim. Severek çalışıyorum. Ama akademideki bir pozisyonda olmamamda, mevcut üniversite sisteminin de payı var elbette. Bugün, öğretim görevlisi Özgür Sevgi Göral’ın üniversitedeki bir kadro için girdiği sınav kazanmış olmasına rağmen hak ettiği kadroya atanmamasıyla ilgili bir haber vardı gazetelerde. Atanmasının yapılmama gerekçesi ideolojik açıklama yaptığı gibi son derece saçma bir şeydi. Böyle bir gerekçe olabilir mi? Başka bir arkadaştan doçentlik dosyasının, “makalelerini aktivist gibi yazmış” gerekçesiyle yetersiz bulunduğunu duymuştum. Bu gerekçenin tek açıklaması, toplumsal siyasal yaşamda tutum sahibi olmaktan soyutlanmış bir akademik üretim isteğidir. Durum bu. Bana gelince, sınıfsal konuma, cinsiyete ve etnisiteye dayalı ayrımcılık pratikleri ve bunların arasındaki kesişmeler üzerine çalışıyorum ve mevcut üniversite sisteminin böylesi bir bileşen üzerine çalışmalar yapan birini ne ölçüde kabul edebileceğinin takdirini size ve değerli okuyucularımıza bırakıyorum. 

DA: Evet, anlıyorum. Peki, çalışmalarınızı yaparken aktivist ve araştırmacı konumları arasında bir gerginlik yaşıyor musunuz? Sosyal bilimlerde önemli bir yöntemsel problem olan “araştıran özne” ile “araştırılan nesne” arasındaki mesafe sizin pozisyonunuz için neyi ifade ediyor? Bununla bağlantılı olarak bilimde objektivite meselesine dair ne düşünüyorsunuz?

HÇ: Aslında araştırdığım alan benim için herhangi bir alan değildi. Yakından tanığı olduğum ve bir ölçüde de içinde çalıştığım bir alandı. Akademik entelektüel dünyada görmezden gelinen bu alanı görünür kılmayı, bütün karmaşıklığı içinde anlaşılabilir ve açıklanabilir bir şey olduğunu göstermeyi istedim. Akademik boyut, bu işi doğru düzgün yapmama yardımcı oldu. Bu açıdan her iki konum benim için birbirine dışsal değildi. Rhonda Williams ödülünün gerekçesi de buydu zaten. Akademik faaliyetle aktivist olarak yürütülen faaliyetlerin iç içeliği. Bu durum, yaptığım çalışmada gerginlik yaşamadığım anlamına gelmiyor tabi. Feminist literatür ve benzer deneyimlerle karşılaştırmalar, görünür kılmak istediğim alana, başka yönlerden ve aynı zamanda eleştirel bir bakış geliştirmeme yol açtı. Doğrusu bu bakış açısı olmasaydı eksik bir çalışma olacaktı. Ama ilkin zorlanma oldu. Arafta olmak gibi bir durum. Sonunda feminist perspektif belirleyici oldu ve çalışma beni nereye getirdiyse oradan devam etmeye karar verdim. Yaptığım araştırma beni başladığım yerden başka bir yere getirdi.
Araştıran özne araştırılan nesne arasında mutlak bir ayrım olması gerektiği ya da araştıranın değerlerden arınmışlığı ilkesine ise başından beri itibar etmedim. Feminist metodolojiyle yola çıkmıştım ve feminist yöntembilim, klasik pozitivist epistemolojinin ve metodolojinin bu tür argümanlarının eleştirisi üzerine yükselmiştir. Taraflı bir çalışmaydı yaptığım. Dar anlamda bir taraftarlılıktan söz etmiyorum. Yapılan araştırmanın kadın özgürlüğüne hizmet etmesi gibi bir ilkeyi de gözeten ve bu bağlamda ezilenlerden, kadınlardan yana bir taraflılıktı. Araştırmacı olarak gerçekte karşılığı olmayan bir değerlerden arınmışlık varsayımı yerine kendi konumumu net bir şekilde ortaya koymayı anlamlı buldum ve bunu yaptım.

DA: Kitabınıza dönersek, Kürt kadınlarının ulus inşa sürecindeki rolü nasıldır? Kadınlara yüklenen bu rol ya da roller ile kadınların mobilizasyonu arasındaki ilişki nasıl gelişti. Kadınlar bu rolleri aynen benimsediler mi?

HÇ: Genellikle ulus inşa süreçlerinde kadınlara geleneksel cinsiyet rollerinden türetilen sembolik roller verilir. Milliyetçiliği doğasından kaynaklanır bu. Enloe milliyetçiliğin erilleştirilmiş küçük düşürülmeden, erilleştirilmiş hafızadan ve erilleştirilmiş umuttan doğduğunu söyler. Çok doğrudur bu. Millet üzerine inşa edilen ideoloji ve kurgular son derece cinsiyetlendirilmiş şeylerdir. Milletin aile metaforuyla tanımlanması, onu aralarında akrabalık gibi doğal bağlar bulunan bir insan topluluğu olarak hayal etmeyi kolaylaştırır. Milletin aile ile özdeşleştirilmesi ise kadınlık erkeklik rollerini gündeme getirir. Erkekler bu ailenin koruyucuları, kadınlar da kıskançlıkla korunması gereken toprakları olur. Böylece “vatan borcu erkeklerin uğruna ölümü göze alması gereken namus borcu” olarak kodlanabilir. Milletin otantik kültürünün taşıyıcısı ve göstereni olmak gibi görevler verilir kadınlara ve tüm bunlar kadınların bedenlerini, cinselliklerini ulusal politikaların konusu haline getirirken esas yerlerini de ev, yuva olarak sabitler. Tabi kadınların rolleri bununla sınırlı değildir. Kimi etnik/ulusal hareketler de aktif katılımcı da olur kadınlar. Kürt hareketinde de aktif katılımcı rol ön plana çıktı. Doğrusu Kürt hareketinin Kürtlük kurgusu, yukarıda bahsedilen klasik bir milli kurgu değildi. Ataerkil bir baba figürünü içeren bir aile tahayyülüne dayanmıyordu örneğin. Kadınları otantik kültürün taşıyıcılarına indirgemediği ve toprakla özdeşleştirmediği gibi erkekleri de yegane kurucu özneler olarak tanımlamadı. Kadınları ve erkekleri –bazı zorlu görevleri yerine getirmek kaydıyla- aktif kurucu olmaya davet etti. Yeni, farklı ve eşitlikçi bir kurgu söz konusuydu. Kuşkusuz benzer bütün kurgular gibi Kürt hareketinin Kürtlük kurgusu da kadına, erkeğe, aileye ve aşka dair bir kurguydu. Bu kurguya göre “eski ailede/eski Kürtlükte özgürlük olmadığı için aşk ölmüştü. Eski kadın ve eski erkeğin aşkı yaşama imkanı yoktu. Gerçek aşk özgürlük koşullarında sağlanabilirdi.” Kadınlar bütün maliyetlerine rağmen bu davete icabet ettiler. Çünkü verili koşullarda hem resmi kimlik politikaları hem de toplumun barındırdığı cinsiyet ayrımcılığı kadınlara kendi hayatı üzerinde söz sahibi bir birey olma olanağı tanımıyordu. Kürt hareketinin daveti, böylesi bir vaadi içeriyordu. Kadınların politik mobilizasyonu ise sadece kendi hayatlarını değiştirmekle kalmadı. Hareketin söylemini ve siyaseti de dönüştürücü bir etkide bulundu. Sorunuza yanıt olarak, kadınların, kendilerine öngörülen rolleri dönüştürdüklerini belirtmek mümkün.

DA: Kitabınızda Kürt kadın dinamizminin ne “pasif unsurlar” ne de “özgürleşen kadınlar” olarak değerlendirilebileceğini söylüyorsunuz. Peki, bu dinamizm sizce nasıl ele alınmalı, bize anlatabilir misiniz? Yine Kürt kadınlarının sesine ulaşmayı hedeflediğinizi söylüyorsunuz; sizce bu ses neyi ya da neleri söylüyor?

HÇ: Pasif unsurlar yaklaşımı, kadınları toplumsal politik süreçlerin kurbanlarına indirgiyor. Özgürleşen kadınlar yaklaşımıysa, politik katılımı özgürleşme olarak değerlendiriyor. Oysa ne kadınlar içinde yer aldıkları toplumsal politik süreçlerin pasif birer kurbanı olarak değerlendirilebilirler ne de politik katılım tek başına özgürleşme olarak nitelenebilir. Politik katılım çok önemli ama özgürleşmenin bunu çok daha aşan bir süreç olduğu açıktır. Ben kadınların politik katılımını gerisindeki etkenlerle ve yol açtığı sonuçlarla birlikte bir praksis süreci olarak ele almayı önerdim. Bu bir dönüşüm süreci. Özel alan ile kamusal alanı mutlak şekilde birbirinden ayıran ve politik katılımı kamusal alanla sınırlı bir olgu olarak değerlendiren bir yaklaşımla, ya da klasik modernleşmeci bakışla anlaşılması mümkün olmayan bir süreç. Kürt kadınların politik öznelere dönüşmeleri süreci özel alanla politik alanı kesen bir alanda şekilleniyor ve her iki alanı da dönüştürüyor. Kadınlar iddia edildiği gibi pasif kurbanlar değiller, içinde dönüşmekle kalmadıkları, dönüştürdükleri bir sürecin özneleri durumundalar. 

DA: Araştırmanız boyunca karşılaştığınız zorlukları ve sizi etkileyen olayları/karşılaşmaları anlatabilir misiniz?

HÇ: Kadınları dinlemek başlı başına sarsıcı etkileyici bir deneyimdi. Bilirsiniz, küçük burjuvalar dinlemekten çok konuşular. Daha önceleri, eğitimci ya da bir partinin çalışanı olarak kadınlarla çok konuşmuştum. Ama ilk kez onlar konuşuyordu ve ben dinliyordum. Bu benim için gerçekten kendimi yeniden gözden geçirdiğim yeni bir ilişki tarzı oldu. Görüşmelerde araştırmayı yapan konumda olmamın, elimdeki kayıt cihazının görüştüğüm kadınlarla aramızda yeni bir hiyerarşi yaratmaması için çaba harcadım. Örneğin bu görüşmeleri niçin yaptığımı açık bir şekilde anlattım. Diğer görüşmelerden söz ettim. Başka açıdan zorlandığım yönler oldu. Örneğin belediyenin sosyal yardım birimi aracılığıyla gerçekleştirdiğim görüşmelerle yakınların kaybedilmesine ilişkin anlatıları dinlerken çok zorlandım. İlkinde tarif edemeyeceğim yoksulluk durumlarıyla karşılaştım. Böylesi bir yoksulluk karşısında elinden hiçbir şey gelmeden sadece tanıklık etmek ve soru sormak, kolay baş edilebilecek bir durum değildi. Yakınların kaybedilmesine ilişkin anlatılara kayıtsız kalmak da zordu. Kayıt cihazını kapatıp bir süre ara verdikten sonra devam ettiğimiz görüşmeler oldu. Bu anlatılar ya da görüşmeler sadece acıdan ibaret değildi elbette. Yaşanan en ağır kayıpların ardından ayakta kalmayı sağlayan süreçlere de tanıklık ettim. Acının paylaşılarak dönüştürülmesine. İki kızı bir iki yıl arayla kendini yakan bir anneyle görüşmemiz ve ardından birlikte mezarlığı ziyaret etmemiz bu açıdan çok öğretici bir deneyimdi örneğin. Görüşmek için evine gitmiştim. Kızlarının fotoğrafları duvardaydı. Daha yirmili yaşlarına gelmeden yaşamlarını yitirmişlerdi. Bir yandan evin havasına sinmiş derin bir acı vardı. Diğer yandan da devam eden bir hayat. İki kızını kaybetmiş olan anne bir hafta önce oğlunu evlendirmişti. Evin bir odası yeni evli çift için hazırlanmıştı. Elleri kınalı, kollarında bilezikler olan yeni gelin evin içinde dolaşıp çay servisi falan yapıyordu. Bir yandan düğün diğer yandan kaybedilenlerin acısı iç içeydi. Tesadüfen görüşmeye Perşembe günü gitmiştim. O gün, her Perşembe olduğu gibi mezarlık ziyareti varmış. Görüşmeyi tamamlayınca mezarlığa birlikte gittik. Onun gibi bir grup kadın vardı. Hepsi çocuklarını ziyarete gelmişlerdi. Ama yalnız kendi çocuklarını ziyaret etmediler. Hatta en başta kendi çocuklarından başlamadılar. Bir sürü mezarın başında durduk, hepsinden ayrı ayrı söz ettiler. Anılarını paylaştılar. Hem acılı hem de güçlüydüler. Belki sadece kendi çocuklarının çıplak acısıyla baş başa kalsaydılar böyle güçlü duramazlardı.

DA: Evet, belki de. Peki sizce Kürt kadınlarının politikayla ilişkilerinde yaşadıkları çelişkiler nelerdir. Onların sınıfsal konumları siyasetle ilişkilerini nasıl etkiliyor?

HÇ: Bundan birkaç yıl öncesine kadar çelişkilerin daha yoğun yaşandığını, şimdi görece azaldığını ifade etmek mümkün. Hareket bir yandan kadınları politik katılıma davet ediyordu ama diğer yandan da topluma ve kaçınılmaz olarak politik kurumlara içkin olan cinsiyetçi pratikler vardı. Çelişki kaçınılmazdı. Örneğin geçmişte siyasi partilerde kadınlardan geleneksel cinsiyet rollerine uygun bir katılım, daha doğrusu katkı bekleniyordu. Mahalle çalışması yapsınlar, mitinglere katılım sağlamak için çalışsınlar gibi. Bu süreç geride kaldı tabi. Bildiğiniz gibi şimdi siyasi partilerde güçlü bir karar gücüne ulaştı kadınlar. Ama doğrusu bu olumlu ilişkinin belirli gerilim alanları barındırdığını da düşünüyorum. Genel politik gündem ile kadınların gündeminin bire bir örtüşmediği durumda ilkinin belirleyici olma ihtimali var. Tabi bu da değişebilir. Koşulları var. Sınıfsal konumla ilgili sorunuza gelince, esas olarak en aktif katılım gösterenler, toplumun en alt toplumsal sınıflarından kadınlar. Bunu saptamak için çok uzun boylu araştırmalar yapmaya gerek yok. Mitinglere, parti kongrelerine bakmak yeterli. Benim HADEP’te aktif çalışma yapan kadınların profiline ilişkin incelememde de bu açık bir şekilde ortaya çıkmıştı. Bunun da anlaşılabilir bir şey olduğunu düşünüyorum. Üçte biri zorunlu göç deneyimi yaşamış kadınlardan söz ediyoruz. Yaşadıkları alt üst oluşla politik katılım arasında doğrusal bir ilişki var. Öte yandan özellikle yoksul toplumsal kesimlerden kadınlar için politik katılımın, dar aile akrabalık ilişkileri dışına çıkarak sosyalleşme olanağı bulabilecekleri tek kanal olduğunu ve bunun da göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünüyorum.

DA: Biraz zor bir soru olacak belki ama Kürt kadınları için nasıl bir gelecek görüyorsunuz?

HÇ: Çok katmanlı, karmaşık bir süreç yaşanıyor. Bir yanda tarifsiz acılar, alt üst oluşlar, öte yandan olağan dönemlerde kolay kolay söz konusu olmayacak bir dinamizm, hareketlilik ve olanaklar. Kadın intiharının en yüksek olduğu kentlerin aynı zamanda kadınların siyasi partilerde ya da toplum örgütleri ya da belediyeler gibi alanlarda en yüksek temsil düzeyine ulaştıkları kentler olmaları başlı başına üzerine düşünmeye değerdir. Kürt kadınları, hayattan, acılardan, sokaktan ve eylemin öğrettiklerinden damıttıkları deneyimlerle kendi Rönesanslarını yaşıyorlar.

DA: Son olarak şunu sormak istiyorum; kitabınız yayınlandıktan sonra Kürtler’den ne gibi tepkiler aldınız? Bu tepkiler erkekler ve kadınlar açısından farklılıklar gösterdi mi?

HÇ: Erkeklerle kadınların tepkileri arasında bir farklılık var mı bilemiyorum. Bu karşılaştırmayı yapabilecek geri bildirimler almadım. Sanırım okuyan kadınların sayısı erkeklerden daha fazla oldu. Kadınlardan aldığım tepkiler ise farklı farklı oldu. Çok olumlu değerlendirenler, katıldıkları ve katılmadıkları yönleri samimiyetle tartışmak isteyenler oldu. Bu çok geliştirici bir yaklaşımdı. Çünkü kitabın girişinde de belirttiğim gibi bu, yapılacak tartışmalarla ve yeni çalışmalarla tamamlanabilecek bir ilk çalışmaydı. Dolayısıyla bu tür yapıcı bir tartışma ve diyalog çok geliştiriciydi. Aslında çalışmanın amacı da bir tartışma zemini yaratmaktı. Ama tepkilerin tümü böyle olmadı. Kitabın içeriğine ilişkin tartışmak, görüş bildirmek yerine toptan olumsuz tutum sergileyenler oldu. 

DA: Bu güzel söyleşi için size çok teşekkür ediyoruz.

HÇ: Ben teşekkür ederim.

Hiç yorum yok: