3 Şubat 2012 Cuma

Ulus Devlet Yerine Konfederal Örgütlenme -2

Yaşam tarzı ve kimlik siyasetleri çoğu kez dünyayı sadece kendi mahallesinden ibaret gören bir bencillik tarafından kuşatılır. Siyahları ezen beyazlar, eşcinselleri ezen heteroseksüeller, kadınları ezen erkekler gibi birbirleriyle geniş ve karmaşık bağıntılara sahip çoklu kimlikleri de görünmez kılar ve sömürü algısını sınırlandırır.

KİMLİK VE ULUS KURGUSU -II

Halk ya da ulus kimliği toplumsal farklılıkları gizleyen ya da saf dışı bırakan bir düzlemde kutsal ve parçalanamaz bir birlik algısı yaratarak, bütün çatışmaları ve krizleri minimize eden, insanların varlığını feda edebileceği bir cemaati yani ulusu önce hayali olarak kurar. Pratik düzlemde ise gündelik hayatın her tarafını kuşatan ulusal birlik algısı, totaliterliğe ve yüce devletin uygulamalarına boyun eğmeyi emreder. Böylelikle devletin ağzını sulandıran toplumsal arılık, temizlik ve saflık ortaya çıkar.

Fransız Devrimi ulus maskesinin altında yatan totaliterliğin ve baskıcı karakterin ilk ortaya çıktığı devrimdir. Ulus, toplumsal krizlere karşı bir marihuana (uyuşturucu) kadar etkili olmasıyla aslında karşı devrimcidir. Muhteşem bir yatıştırıcıdır. Bir ulus ancak tek bir genel çıkar üzerinden kendini yaşatabilir. Toplumsal düzen ve birlik bunlardan biridir. Fransız Devrimi, ulusallığı devrimci bir cephe olarak kurgulamıştı. Fakat çok geçmeden her gün bir meydana kurulan giyotinler, Danton’un uçurulan kellesi, eşitlik kandırmacasıyla devrim alanlarına sürülen yoksul sınıflara uygulanan baskı ve işkenceler, Fransız ulusçuluğunun aslında devrimci karakterinden ziyade tarihin en büyük gericiliklerinden biri olduğunu ortaya çıkarmıştı. Bu yönüyle ulusal egemenlik ya da halk egemenliği ruhsal bir kurgu yani bir kimlik kurgusunun ürünüydü. Çünkü ulusal egemenlik kavramının burjuva kavrayışı tikeldir, hegemoniktir, tarihselleşen burjuva egemenliğinin zaferidir ve Fransa’dan dünyaya yayılmış zehirli, aynı zamanda kudretli bir evrenselliktir. [7]

Ulus denilen hayali cemaat

Kemalist Reformculuğun, Birinci Paylaşım Savaşının devamı sayılabilecek ama her nedense resmi söylemde ulusal kurtuluş savaşı olarak geçen döneminde, cepheden cepheye koşan ve milis kuvvetler şeklinde örgütlenip bölge savunmaları yapan solcu, Kürt ve dindar kesimlere karşı uyguladığı tasfiye hareketi Fransız Devrimindeki ulus, kimlik ve toplumsal birlik kurgusuna bir yönüyle benzemiyordu. Temel retorik, ülkenin işgali ve bütün Anadolu halklarının, dolayısıyla İslam dünyasının onurunun çiğnendiği şeklinde somutlaşan ezilen ve yok edilmek istenen halkların ortak yurt savunması tuzağıydı. Fakat ortalık durulduktan sonra Fransa’da ve Anadolu’da ortaya çıkan sonuçlar fazlasıyla birbirine benziyordu. 

Dışa karşı ulus denilen hayali cemaatin gücünü, otonomluğunu, birliğini hatta özgünlüğünü göstermek amacıyla savunmacı rol oynayan yapılar, içeride aynı cemaatin çoğulluğunu yok sayarak baskıcı bir rol oynadılar. Ulus, bir müphemlik ya da belirsizlik ya da bir düş olarak kaldığı sürece ya da egemenlikle bağ kurmadığı sürece ilericidir. Fakat aynı ulus, egemen bir devlet olarak biçim kazanmaya başlar başlamaz bütün ilericiliğini yitirir. Zamanla, iki tarafı keskin bir kılıç haline gelir ulusal kimlik. Jean Genet “Filistinlilerin kurumsallaştıkları gün onların tarafını tutmayacağım; ya da onlar da öteki uluslar gibi bir ulus haline geldikleri gün orada durmayacağım” [8] demişti. 

Foucault, günümüzün radikal siyasetlerinin birçoğunun özcü ve karşıtlığa dayalı düşünüş biçimleri yüzünden hayal gücümüzün büyük oranda öldürdüğünü söyler. Durmadan yeni toplumsal hiyerarşiler ve yeni suçlular yaratan ve basit ikiliklere indirgenmiş ve ufkumuzu daraltan siyasal düşünüş kalıpları, bizim eşcinsel olmamızın, siyah olmamızın ya da kadın olmamızın mutlak anlamda bir direniş kimliğine sahip olmamız gerektiği yanılsamasını yaratır. Bu durum, sık sık baskı yapılarını yeniden üreten bir hınç kültürü yaratır. Yer tuzağına düşer ve bu yüzden anti-otoriter ahlakın tam karşısında yer alır. ‘Eril ve şovenist bir düşüncenin kadına kara çalmasıyla feminist söylemin erkeği iblisleştirmesi arasında fark yoktur aslında. Karşıtlığa dayalı bu tür söylemler iktidarı yeniden üretmekten başka hiçbir işe yaramaz.’

Gelenekseli aşan bir söylem gerekiyor

Sosyal ve kültürel şovenizmin bu topraklarda bu kadar kök salmasının bir nedeni de, Kürtlük algısının kendini Türklüğün aşağılamasına ve baskın karakterine karşı belli bir direniş kültürü üzerinden tanımlarken, Türklük algısının kendini Kürtlük de dahil diğer alt kimliklerin üstünü ve başat rolü üzerinden tanımlamasından kaynaklanır. Yirminci yüzyılın neredeyse tüm toplumsal mücadeleleri iktidar yapılarını tam olarak çözümlemeden iktidarı devraldıkları için çağın en iyi niyetli devrimleri bile korkunç bir hınç ve faşizm kültürünün tuzağına düşmüştür. Yaşam tarzı ve kimlik siyasetleri çoğu kez dünyayı sadece kendi mahallesinden ibaret gören bir bencillik tarafından kuşatılır. Siyahları ezen beyazlar, eşcinselleri ezen heteroseksüeller, kadınları ezen erkekler gibi birbirleriyle geniş ve karmaşık bağıntılara sahip çoklu kimlikleri de görünmez kılar ve sömürü algısını sınırlandırır. Bu kadar karmaşık kimliklerin ve sosyal konumlanışların içinden tüm gerginliği ve çatışmayı iki karşıt kimliğin ya da pozisyonun varlığına bağlamak bütün mücadele olanaklarını sınırlandırabilir; kuşatabilir ve olması gereken asıl direniş hattını görünmez kılabilir.
Geleneksel tanımlamalar, kategorileştirmeler, direniş reçeteleri, aşırı güven veren umut dolu lirik propaganda metinlerinin çok ötesinde bir şeyler söylemek gerekiyor artık. Salt Kürtlük kimliğinden beslenen ve dünyayı Kürtlükten ibaret gören bir Kürt mücadelesi Kürde en fazla her birinde bir bayrağın dalgalandığı resmi kurumlar ve Kürtlerin kolektif ruhunu okşayıp bir arada tutabilecek yeni semboller armağan edebilir.

Alternatif bir direniş kültürü için birkaç son söz

En ufak hücresine kadar iktidarın ve tahakkümün sızdığı bilgi kalıplarını red edip yeni bir direniş ve özgürlükçü dil yaratmak, melezleşen ve karmaşıklaşan aidiyetlerimizin ve kültürlerimizin önünde geniş bir soluklanma alanı yaratabilir. Bu melezliğin ve karşıtlığın içinde bile dünyanın bu günkü egemenlerinin yarattığı ırkçı, cinsiyetçi ve kolonyalist kurguları besleyen ve sadece ikili çatışmaya indirgenmiş ben ve öteki kavramına meydan okumak zorundayız. Tıpkı, ‘Sakarya ne zaman kendini bir günlüğüne bile olsa Cizre’nin yerine koymaya başlarsa o zaman kardeşleşiriz’ diyen Cizreli bir baba ile, ‘bin bir yoksullukla büyüttüğüm oğlum ülke sınırları içinde niçin gittiğini bilmediği bir yerde vuruldu’ diyen İzmirli bir annenin gösterdikleri zihinsel olgunluğa yabancı olmayan bir dil üretmek zorundayız.

“Kendi başına ne farlılık, ne melezlik, ne arılık, ne hareketlilik ne de hakikat bizi özgürleştirmez ama hakikati ve tüm saydığım değerleri üreten araçları elimize geçirmek yapabilir. Gerçek devrimci pratik üretim düzeyine gönderme yapar.” (J. Holloway)

Güven duygusunu kazanmış toplumsal projeler...

Parçalanmış toplumsal kimlikleri onaracak tek şey ulus devletlerin egemenliğini ve beraberinde getirdiği tüm hiyerarşilere karşı çıkmanın araçlarını ve imkanlarını yaratmaktır. Rönesans hümanizmi ile başlayıp bilincin tüm ütopyalarını denetlemeye aday olmuş, modern egemenlik güçlerine karşı yeni bir yaşam politikası geliştirmek zorunludur. Post-kolonyalist, anarşist ve Marksist olan bütün özgürlük hareketlerine karşı bağışıklık kazanmış olan modern kapitalizm Negri’nin deyimiyle artık finans manzaralar, tekno manzaralar, etno manzaralar olarak görünüyor. Kendini farklılık ve çokluk üzerinden tanımlıyor. Che’yi Converse ile sentezliyor! Her farklılık bir fırsattır saikıyla ilerliyor kapitalizm.

Halkları ve kültürleri zehirlemekten ve birbirine düşürmekten başka hiçbir işlevi olmayan ulus devletlerin yerine, konfedere biçimde örgütlenmiş, zengin bir benlik ve yeterlilik duygusuna sahip çok yönlü kişiliklerin ortaya çıktığı bir yaşam kültürü yaratılmak zorundadır. Solun tasavvur dünyası, bütün ekonomik sektörlerin kendi aralarında serbest dolaşımının getireceği ve insanların deneyim zenginliğini arttıran, kapitalizmin ve ilerleme ilkesinin böcekleştirdiği zavallı insanların yerine kendine güven duygusunu yeniden kazanmış bireylerden oluşan toplumsal projeler üzerine yoğunlaşmak zorundadır. Tanıl Bora’nın deyimiyle yerelciliğin ve refah şovenizminin dar kafalığına sıkışmadan, hem milliyetçiliğin gerilemesi hem de taşranın ayakta kalabilmesi için federalizm tutarlı bir siyasal alternatif olabilir.

Kibirleri ve ırkçılıklarıyla yüzleştirmek gerekir

Tüm bu zorlu devrimci pratiklerin içinde, verili bütün siyasal kavramlar yeniden tanımlamaktan çok daha zengin içeriklerini yaratmak zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Eko-teknolojinin uygulanması, tüketimin akılcı ve dengeli dağılımının sağlanması, kısa sürede bozulan malların yerine dayanıklı malların üretilmesi, uluslar arası işbölümünün zayıflatılması gerekir. Uluslar arası işbölümünün zayıflaması kapitalizmin can çekiştiği zamanın diğer adıdır. Yerelci yönetimlerin yalıtımcı ve özyeterlilik ilkesinin yanlış algısı sayesinde kültürel dar görüşlülüğe ve yerel şovenizme sapabileceği hatta yerelin kendi baronlarını ve derebeylerini yaratabilme tehlikesine karşı Kayseri’nin en büyük düşmanın Diyarbakır değil küresel iktidar odakları ve onların yarattığı siyasal ve kültürel değerler skalası olduğunu gür bir sesle haykırmak zorundayız. Buna rağmen “bir kent ya da bir kasabada yer alan belediye binası, bir ulus devletin başkentinden ya da parlamentosundan çok daha masumdur” [9] diyen Bookchin’e kulak kabartarak, Paris Komünü ve 1930‘lu yılların İspanya geleneğini, orada kurulan biat etmeyi red eden komünal ruhu Anadolu ve Ortadoğu şehirlerine taşımakla büyük bir toplumsal dönüşüm yaratılabilir. Küçük burjuva konformizminin bütün nimetlerinden faydalanan, ‘ver kurtul, zaten doğu yıllardır tepemizde asalak gibi duruyor, biz olmazsak onlar açlıktan ölür’ diyen batılı kibiri ve refah şovenistlerini utandırmak ve onları kendi kibirleri ve ırkçılıklarıyla yüzleştirmek gerekir. 

Yerel yönetimler, politik özgürlüğün; politik özgürlük ise bireysel özgürlüğün zeminini sağlamlaştırır. Dayanışmacı bir yaratıcılık, insan ile doğa arasında hiyerarşik olmayan yeni bir ilişki modeli yaratmak, toplumu devletten azad etmek, doğal yaşamın reddine dönüşen, yalnızlığın ve parçalanmaların mabedine dönüşen kentleri, eko-cemaatler ve eko-sistemlere uygun yeniden yapılandırmak, teknolojinin tahrip eden karakterinin yerine teknolojinin yaratım potansiyelini koymak, devlete karşı yurttaş örgütleri ve halk meclislerini kurmak, küresel kapitalizmin ve onun en güçlü ayağı olan ulus-devleti fazlasıyla zorlayacak olan devrimci zorun diğer adıdır. Mevcut ekolojik hareketlerin ekolojiyi sadece çevreyi koruma bilincinden ibaret gören kör ve dar algısını aşan, ekolojik hareketi, bir toplum ve bilim felsefesi, anti-hiyerarşik ve anti-otoriter bir toplum projesi, bir eylem ve yaşam tarzı olarak kurmak verili olana karşı devrimci bir müdahaledir.

Merkezsiz yeni iktidar yapıları

Artık eskisi gibi tek bir merkezden yayılan ve toplumu total bir baskı altına alan iktidarların yerine merkezsiz, her yerde bulunan ve sürekli kendini üreten bir iktidar ile karşı karşıyayız. Bütün ulusalcı, sol ve Marksist hareketlerde iktidarın tek bir merkezden yayıldığına dair inanç aynı zamanda bu iktidarı devirecek yegane gücün öncü bir devrimci parti olabileceğine dair bir inanç yaratmıştı. Bu gün, merkezsiz, dağınık ve ağlarla birbirine bağlı bir iktidar yapısında öncü partiye ihtiyaçtan çok yaşamın bütün gözeneklerine sızmış ve merkezi olmayan bir direniş hattına ihtiyaç vardır. Savaş, savaşan güçleri zamanla iki noktada birbirine çok benzetir: Birincisi benzeşme, milyonların şanlı direnişine rağmen, önder kadroların iç iktidar yapılarının ‘ben savaştım; ben yarattım; sahip benim’ türünden bir psikolojik tutumdan beslenen ve zamanla bir nevi grup ve lider oligarşisine dönüşmesidir. İkincisi benzeşme ise temsili olduklarını ve uğruna savaştıklarını iddia ettikleri halk kitlelerine karşı küçümseyici, dışlayıcı, homojenleştirici ve hizaya getirmeci yaklaşım biçimlerinde kendini gösterir. Devrimin kendi çocuklarını boğazlamasını önlemenin yolu, zamanla mücadeleyi zehirleyen ve mücadelenin hücrelerine kadar sızan iktidarı boğazlamaktan geçer.
Deleuze ve Guattari’ye göre özgürlük, toplumsal beklentilerden kaçıp kurtulma özgürlüğü değil, aksine toplumsal ilişkilere girme özgürlüğüdür. [10] Devrim senaryoyu yırtıp atmak, içselleştirilmiş gelenekleri, beklentileri, dışsal politik ve ekonomik kurumları unutmak veya yıkmak sorunu olduğunda, geriye hiçbir ilişki kalmaz. Aksine devrim, senaryoya eklemelerle, başka yerlerden stratejiler ödünç alıp umulmadık değişikliklerle gerçekleşir.


Kuramsal normları doğrudan bir kenara fırlatmak yerine, başka yerden düşünceler taşıyarak, sapmalar ve alternatifler dizisi sunarak hegemonik söylemelerin tutarlılığı yerle bir edebilir. Dünya devrim tarihi boyunca, geleneğin ve bizden olmayan herkesin reddi üzerine yükselen dar örgütçülük, totaliter ve merkeziyetçi parti disiplini, devrime sadece bol miktarda ölen ve küsen devrimci armağan etmiştir. Dünya devrim tarihi, katı olan her şeyin buharlaştığı bir yaşam gerçekliğini kafamıza vura vura, iktidar üretmeyen toplumsallıkların acilen oluşturulması üzerine bize zengin dersler ve deneyimler bırakmıştır.

Acil olan bireyin devletten kurtarılmasıdır


Yine Tanıl Bora’nın deyimiyle “Mezopotamya’yı ‘baştan aşağı Kürt’ gören ve her baktığı ‘şey’de Kürtlük gören bir bakışın hakim olduğu bir iklimde, yerinden yönetim, âdemi merkezileşme vb. ilkeler, taban demokrasisini değil, yerel otokratların gücünü pekiştirmeye yarayacaktır.” [11] 

 
Özerklik kavramı, zamanla iktidarların bu bizim iç meselemiz şeklinde oluşacak bir pervasızlığına dönüşebilir. Demokratik bir federasyon talebi, çoğulculuk ilkesine, ortak ilkeselliğe ve demokratik bir kültüre dayanmadığı sürece içe kapanma, yerelci bir tutuculuğa meyillenip bütün evrenselliğini yitirebilir. Söz konusu tehlikeyi aşmanın yolu, devrimin sadece kurumları ve ekonomik ilişkileri değil, canlı ve cansız bütün evrenle girdiğimiz ilişikleri, bilinci, yaşamı yorumlayışımızı ve arzularımızı kucaklama gerçekliği olduğunu kavramaktan geçer. “Tüm tahakküm ve hiyerarşi tarzlarına, sadece burjuvaziye değil, tüm toplumsal sınıflara ve mülkiyet biçimlerine karşı olan özgürlükçü bir bilinç ve bir eylem tarzı yaratmak zorundayız.” [12] 

 
Devrim, toplumsal donuklaşmaya ve donmaya karşı sadece bilimin ve kültür politikalarının yetersiz olduğunu, sanatın dönüştürücü ve uyarıcı gücünün özgür ve eşit üstün insanlar cemaatinin pratik koşullarını yaratmada en önemli silahlardan biri olduğunu kabul etmek zorundadır. Bireyin devletten kurtarılması o kadar acil ve öncelikli bir hal almıştır ki, yerküre tarihin hiçbir döneminde iktidar karşıtı ve total itaatsizlik barındıran bir provokasyona bu kadar ihtiyaç duymamıştı. 


BİTTİ

SELAHEDDÎN BIYANÎ

KAYNAKÇA:
[7] A. Negri & M. Hart / İmparatorluk / Ayrıntı / 2008
[8] Jean Genet ‘İnterview Avec Wischenbart & Paris 1991
[9] M. Boockhin /Kentsiz Kentleşme/ Ayrıntı / 1999
[10] P. Goodchild / Deleuze & Guattari Arzu Politikasına Giriş Ayrıntı / 2006
[11] Tanıl Bora / Federerasyonu Düşünmek / Birikim Dergisi
[12] M. Boockhin / Ekolojik Bir Topluma Doğru / Ayrıntı / 2005

Hiç yorum yok: