Tarihin en büyük ironilerinden biri, bu gün
Kürtleri, sürekli kimlik siyaseti yapmakla suçlayanların Anadolu
coğrafyasındaki tüm kimlikleri sakatlayan, birbirine egemen kılmaya
çalışan, ve tam bir kimlik mezbahanesi yaratan güçlerin ve onların
devamcılarının olmasıdır.
KİMLİK VE ULUS KURGUSU -I-
‘Madde 1: Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin medeniyetin gerekleri doğrultusunda ilerlemesini sağlamak için, Kürt milleti için kendi milli gelenekleriyle uyum içinde bir Özerk Yönetim kurmayı taahhüt eder.” (Büyük Millet Meclisi - 10 Şubat 1922) [1]
“Zêr dizane, zor dizane, devê tifinga mor dizane.” (Kürt Teali Cemiyeti Diyarbakır Sorumlusu Dr. Fuat - 1925) [2]
‘Madde 1: Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin medeniyetin gerekleri doğrultusunda ilerlemesini sağlamak için, Kürt milleti için kendi milli gelenekleriyle uyum içinde bir Özerk Yönetim kurmayı taahhüt eder.” (Büyük Millet Meclisi - 10 Şubat 1922) [1]
“Zêr dizane, zor dizane, devê tifinga mor dizane.” (Kürt Teali Cemiyeti Diyarbakır Sorumlusu Dr. Fuat - 1925) [2]
1- Kürtler ile Osmanlı ve Osmanlının devamı olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti arasında yaklaşık yüz elli yıldır süren gergin ve kanlı ilişkinin, siyasal ve kültürel parametrelerinin doğası ile Batı Avrupa merkezli siyasal ve kültürel yelpazenin (milliyetçilik, ulusal kimlik kurgusu, alt-üst kimlik ilişkisi, kimlik çatışmaları,
ulus-devlet
inşası) doğasını karşılaştırmalı bir yöntemle ele almak.
2- Neredeyse bütün siyasal mücadeleler tarihi boyunca, çoklu çatışmalar üzerinden ilerlemesine rağmen kaba bir indirgemecilikle ikili çatışmalara indirgenen ve daha sonra Antonio Negri tarafından temellendirilen tekçi karşıtlığın siyasal ve kültürel mücadelelerde yarattığı paradoksları ve çıkmazları ele almak.
3- Ulusun ve kurtuluşun içine düştüğü tıkanıklığın klasik mücadele perspektifleri ve mücadele/müdahale yöntemleri ile aşılmayacağından hareketle, çağa özgü tüm teorik ve metodolojik belirsizliklerin ve hayatımızın kılcallarına kadar sızmış olan iktidar yapılarının içinde alternatif direniş olanaklarını, Kürt siyasal mücadelesi ekseninde tartışmaya açmak yazımızın temel teorik çerçevesini oluşturmaktadır.
Dörtten fazla parçaya bölünmüşlük ve geç kalınmış devrim
Kürtlerin son iki yüz yıllık tarihi, bölgesel ya da küresel azgelişmişlik paradigması ya da kaba indirgemeci sosyolojik tahlillerle açıklanmayacak kadar karmaşıklaşmış tarihsel koordinatların içinde ilerleyen bir geç kalmışlığın ve tarih sahnesinden silinmek istenen kadim ve inatçı bir kavmin hikayesidir. Modern dönemde ülkeler ilk önce haritalar üzerinde bölünür. Özellikle tarihin yakın dönemlerinde, resmi elbiseli ya da üzerinde çok fazla rütbe bulunan üniformalarıyla birkaç adamın, gülerek ve cilveleşerek geniş bir masa etrafında toplandığına ve masaya çarşaf gibi uzatılan haritaların üzerinde ülke sınırlarını cetvellerle çizdiklerine çokça şahit olmuşuzdur. Bölündüğü hiçbir şekilde belli olmasın diye Lozan’dan bu yana devlet kurumlarında duvarlara asılan siyasi haritalara inat ve dört devletin, bazen vahşete varan kültürel, siyasi, ekonomik ve askeri basıncına ve görmezden gelmeciliğine rağmen Ortadoğu tarihinin en güçlü direniş kültürlerinden biri son iki yüz yıldır Kürdistan’da ortaya çıkmıştır.
Büyük Selçuklu Devletinden Osmanlı’nın yıkılışına kadar süren bin yıllık tarihsel kesitte, bütün resmi yazışmalarda ve gündelik dilde, Kürdistan diye tanımlanan toprakların belli parçalarına yirminci yüzyılın başlarında üç tane ulus devlet kuruldu. Çok daha önceleri kurulmuş olan İran’ı da katarsak söz konusu devletler, neredeyse yüz yıldır Kürtlerin, uluslaşmalarını ve devletleşmelerini engellemek için bütün devlet sistemlerini, anti-demokratik, gerici, militarist, milliyetçi ve merkeziyetçi bir karaktere büründürmeye çoğunlukla razı olmuşlardır. Uzun bir zamandır Türk, Arap ve Fars milliyetçiliği genellikle Kürtlük karşıtı bir söylem üzerinden kendini var eder. Her üç devletin devlet karakteri ordu-millet-devlet-erkeklik ve geçmişe tapınma özelliklerini barındırır. Ulus-devletin harcını sağlamlaştıran bu özellikler, din kardeşliği demagojisine rağmen, toplumların bilincinde, ruhunda ve vicdanında derin yarıklar, bilenmiş düşmanlıklar ve onarılması çok güç gedikler açmıştır.
“Ulus kavramı hakim kesimin elinde hareketsizlik ve restorasyon sağlarken, alt kesimlerin elinde değişim ve devrim için bir silah olur.” (Antonio Negri)
Alman faşizmine göz kırpan milliyetçiler
İnsanlık tarihinin en sancılı coğrafyalarından birinde konumlanmış olan Kürtlerin en büyük tarihsel trajedilerinden biri de, federalizme benzer bir tarzda örgütlenmiş olan Osmanlı’nın, 19. yüzyılda ulus-devlet illetine bulaşması ile başlamıştır. Söz konusu dönemde, modernleşme siyaseti güden her ülkenin kurucu kadrolarının tasavvur dünyasında ulus-devlet olmak, tarihsel bir ayrıcalık, aynı zamanda ilerlemenin ve modernleşmenin zorunlu bir tarihsel durağı olarak kabul ediliyordu. Ayrıca, Osmanlıya bağlı halkların ayaklanıp bağımsızlık ilan etmeleri ile başlayan ve imparatorluğun merkezini derinden sarsıp panikleten küçülme ve parçalanma korkusu, yerelin bütünüyle merkeze bağlanmasını zorunlu hale getirmişti.
Alman faşizmine göz kırpmakta ve hayranlıkla önünde eğilmekte bir sakınca görmeyen Türk Jakoben milliyetçileri, kuracakları devletin yanına bir ulus koymak zorundaydılar. Söz konusu zorunlu ulus kurgusu, Osmanlı döneminde Balkanlı uluslar ile kıyaslandığında üvey evlat sayılabilecek, adı sadece yoksulluk, göçebelik ve ağır vergilere karşı isyan etmelerle anılmış olan bir Türklükten türetildi. Sonradan oluşturulan Türklük kurgusu, bir zamanlar Osmanlının ağır vergilerine ve savaş dayatmalarına birlikte isyan etmiş doğulu kavimlerin yurdu olan Anadolu ve Ortadoğu coğrafyasını sadece kanın rengine büründürmeyi göze alacak bir renksizleştirme hırsına dönüştü. Bayrağın kızılı, savaşta düşen gençlerin kanıdır! Bir zamanların mazlum ve yoksul kavim gerçeği, mitolojik bir tarihsellik ve antropolojik kurgularla iyice mistifike edilen bir üst kimliğe yani şanlı bir Türklüğe terfi edecekti. Türk ulus mitinde türeyiş ve dünyaya yayılma efsanesinin adının Ergenekon olması ile Türk devlet geleneğinin en derin, en kanlı ve en büyük gizli yapılanmasının adının Ergenekon olması adeta tarihsel bir ironidir.
Ulus-devletin çözülüşü ve yeni bir özgürlük politikası
Özgürlüğe ve kurtuluşa giden yollar artık tuzaklarla doludur, tehlikelidir, her an tersine dönebilen hedefler ve her an kötü mecralara akabilecek iyi niyetli ereklerle doludur. O yüzden artık devrim, mutlak kurtuluştan ziyade bir kurtuluş olasılığıdır. 1930’larda Modern Batı’da barbarlığın sıkıştığı yerden infilak etmesi ya da aydınlanmacı aklın büyü bozumu denilen dönemi ve 1990’larda reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte ortaya çıkan alternatif sol ve Marksist yorumların teorik kalkış noktaları olan post-kolonyalist, demokratik federalizm, ekolojik ve feminist, anti-otoriter, otonumcu ve özgürlükçü söylemler Kürt siyasal mücadelesinin gündemine özellikle son yıllarda yoğun biçimde girmiştir.
1970’lerin sonundan başlayarak ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ şiarıyla yola çıkan Marksist-Leninist Kürt Hareketi, (“Stalîn digot: sîleh û sîleh”) [3] marşlarından, konfederalist ve barışçı, aynı zamanda bütün Ortadoğu’yu kapsayan demokratik biraradalık paradigmasına evirilmiştir. Bu evirilmeyi tetikleyen en önemli etken, ilk bakışta ulus-devletlerin küresel ölçekte itibar kaybına uğrayıp aşınması, bunun yerine devletlerarası bölgesel blokların hayata geçirilmeye çalışılması olarak görülebilir. Fakat asıl neden, Kürtlerin özellikle bölgesel ve siyasal parçalanmışlıkları ve üç devlet tarafından neredeyse ekonomi dışı bırakılıp merkeze bağlı kılınmış olmalarının, sonuç olarak kendi topraklarında bir devlet kurmalarının zorluğunun Kürt siyasi kadroları ve Kürtlerin büyük bir kısmı tarafından kabul edilmiş olmasıdır. Ayrıca Öcalan’ın, özellikle İmralı süreci sonrasında gerçekleştirdiği yoğun alternatif teorik okumalarının da etkisiyle, alternatif direniş ve kurtuluş olanaklarını kadrolara yaymaya çalışmasının payı büyüktür.
Avrupa’nın sömürgecilik takviminin ilk sayfasında, burnunda metal bir halka olan çıplak bir Afrikalı erkek figürü ve hemen üstünde şık giyimli, misyoner bir Avrupalı tacir vardır. Avrupa üst kimliği ve kültürü başkalık ve ötekilik figürlerini kurmaya başladığında bu figürleri aynı zamanda sömürgeciliğin diyalektik zorunluluğu haline getirmiştir. Avrupa üst kimliğinin ve kültürünün başkalık ve ötekilik figürlerinin en önemli özelliği, kendilerinden olmayan her şeyi negatif bir öteki olarak inşa etmiş olmalarıdır. Oysa Türkiye Devletinin kurucu kadroları, Türklük kimliğini inşa ederken Türklük kimliğini diğer kimliklerin negatif ve zayıf nitelikleri üzerinden tanımlamakla kalmamış, Türklük kimliğini, diğer kimliklerin reddiyesi, diğer kimliklerin üstünü örten, çoğunlukla öteki olanı görünmez kılan, hatta diğer kimliklerin aslında kendileriyle aynı soydan gelen zayıf kimlikler olduğu (Kürtlerin Oğuz boyundan geldiği şeklinde ortaya atılan teorik şaka) demagojisi üzerinden kurmuştur.
Türkiye insanının daha çok devlet, medya ve Kürt bölgelerinde görev yapmış bol malumat sahibi memurlar tarafından şekillendirilen Kürtlük algısında, çapraz fişekliği ve tüfeğiyle haksızlığa baş kaldıran bir eşkıya ve on çocuklu cefa çeken üç etekli bir kadın figürü üzerinden tanımlanan, dürüst, saf ve her an kandırılmaya hazır iyi niyetli bir Kürtlük mevcuttu. 60’lı ve 70’li yıllar boyunca, Hikmet Kıvılcımlı, İbrahim Kaypakkaya ve birkaç devrimciyi saymazsak, Türk sol hareketinin Kürtlük algısı böylesi romantik, karmaşık ve gizemli bir iyi niyetten öteye geçmemişti. Özellikle 1990’ların ortalarından itibaren milliyetçi ve muhafazakâr kesimlerin nazarında, devlete isyan eden, hain, içtiği kaba tüküren, çocuk parasına tenezzül eden, kapkaççı, güvensiz, kriminal bir Kürtlük algısına geçiş olmuştur. Türkiye sol cephesinde ise algı hala çarpıktır, hala kompleksten beslenmektedir, hala üstten bir bakıştır, burun kıvırmacıdır ve aynı zamanda komplocudur.
Kürdün çıplak gerçekliği yerine Türk üst kimliğinin bir ötekisi
Frantz Fanon’a göre “kolonileştirilen dünya sadece fiziksel ve belli bir toprak parçası olarak değil, düşünce ve değerler bakımından da Avrupa uzamından dışlanır.” Avrupalılar kolonileştirdikleri insanları ‘biz onları anlayamayız, onlar için insan hayatı ucuz ve değersizdir, onlar ancak şiddetten anlar, kendilerini kontrol edemezler’ şeklinde tanımlarken aynı zamanda bütün negatif özellikleri (kötülük, barbarlık, sapkın cinsellik, gizemli, belirsiz, karanlık) yüklemekten de geri kalmazlar. “Kimliklerin hem biyolojik hem de kültürel olarak arılığı ve saflığı büyük önem taşır. Çünkü Avrupai değerler her an kolonileştirilmiş ırkla ilişkiye geçer geçmez geri dönülmeyecek şekilde zehirlenebilir ve sakatlanabilir. Kolonyal hukuk, sınırın iki yanında ayrı ayrı uygulanır. Çünkü simgesel bile olsa bir sınır çizilmek zorundadır.” [4] OHAL döneminde Kürt coğrafyası için oluşturulan hukuksal çerçeve, yaşanan vahşet ve hukuk skandalları, bir dönemler İzmir Türk Budun Derneğinin Kürtleri kısırlaştırmak için yaratmaya çalıştığı kamuoyu süreci, İstanbul Valisinin ‘İstanbul’a giriş yapan Kürtlere vize uygulanmalıdır’ demesinin altında yatan milliyetçi bilinçaltı refleksi takdire şayandır. Ayrıca internet haber sitelerindeki yorumlar kısmı, Batı yakasında Kürtlerin nasıl algılandığına dair sosyolojik ve toplumsal algı ile ilgili çok değerli ipuçları vermektedir.
Başkalık, verili değil üretilmiştir paradigmasıyla yola çıkan Edward Said’e göre “Şark denilen yer, doğanın değişmez bir olgusu değil, bizzat yaratılmış, kurulmuş ya da şarklılaştırılmıştır. Bu durum, Avrupa’nın bizi hem yaratma ve aynı zamanda dışlama biçimidir.” [5] Avrupa, kolonileştirdiği dünyanın yerli ötekilerini Avrupa’ya ithal edip ihraç ederken tüm bunları kültürel antropoloji ve akademik disiplinleri yedeğine alarak yapıyordu. Türkiye’de ise durum yine en az kurucu ideoloji ve kurucu ideolojinin sosyolojik gerçeklikle kurduğu bağıntılar kadar çarpık ve biçimsizdi. Öyle ki, egemen söylem tarafından inatla dış güçlerin kışkırttığı ve aslında hiç olmayan bir etnisitenin bölgesel, ekonomik bir sorunudur diye tanımlanan Kürt sorunu, Kürt sorunu olmaktan çok bir Türkleştirme sorunundan kaynaklanıyordu.
Bir kimlik mezbahanesi: Türkiye Cumhuriyeti
Avrupa, Doğuyu kendi zihinsel kalıpları içerisinde tanımlayıp ötekileştirirken Türkiye Devleti, Kürtlüğü kendi hakim kültürel paradigmasına eklemleyip ‘onlar da bizden’ geçiştirmesiyle görünmez kılmaya çalıştı. Örneğin İngilizlerin Hindistan tarihini yazıp tekrar Hindistan’a ihraç etmeleri ile devletin kurucu kadrolarının Ankara’da icat ettikleri Kürtlüğü tekrar Kürtlere satmaya kalkması benzerlik gösterir. Böylece Kürdün çıplak gerçekliği yerine Türk üst kimliğinin bir ötekisi, muasır medeniyetler teleolojisi içerisinde, daha ilkel bir aşama olarak kabul edilen bir Kürtlük temsili oluşturulmaya çalışıldı. Sonraları postmodern anlatıların, gerçeğin yanlış temsili şeklinde temellendirdiği bu süreç aklın gerçeğe taktığı bir çelme idi.
Hepimizin tarihi birdir yalanını halklara yedirmeye çalışan, kurucu elitler, halkların en küçük itiraz anlarından en şiddetli başkaldırı anlarına kadar hemen hemen her dönemde askeri ve bürokratik bir hastalık olarak tanımlanabilecek kestirme ve kibirli bir tavırla, ‘Türkiye’de kendini Türk hisseden herkes Türk’tür’ dediler. Tarihin en büyük ironilerinden biri, bu gün Kürtleri, sürekli kimlik siyaseti yapmakla suçlayanların Anadolu coğrafyasındaki tüm kimlikleri sakatlayan, birbirine egemen kılmaya çalışan, ve tam bir kimlik mezbahanesi yaratan güçlerin ve onların devamcılarının olmasıdır. Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman olan Devletin GEN’lerden ve RNA’lardan Sorumlu Bakanı Cemil Çiçek’in “Nijeryalılara Türkçeyi öğrettik. Hakkâri ve Diyarbakır’dakine öğretemedik” demesi ile “Anadil hakkı ertelenemez bir insani haktır. Kürtler bizden resmi olarak anadil hakkı istemesinler” diyen imam hatipli, erkek, sünni, vatanperver Türkiye Başbakanı kimlik siyasetinden öte kültürel ve ırksal teröre destek vererek aleni bir faşizme çanak tutmaktadırlar.
Sömürgeciliğin diyalektik kurgusu
Negri’ye göre “Kolonyalizm, aynılık ve başkalık üreten soyut bir makinedir. Kolonyalizmin yarattığı ırksal terörün ve tabi kılma ilişkisinin en büyük tehlikelerinden biri de ezilen toplumu tek bir ulus çatısı altında toplayıp reel toplumsal farklılıkları homojenleştirip görünmez kılma tehlikesidir.” [6] Sömürgeciliğin diyalektik kurgusunu oluşturan Beyaz ve Siyah, Avrupalı ve Doğulu, Sömüren, Sömürülen vb. unsurlar, birbiriyle ilişkili işlev kazanan temsillerdir. Fakat söz konusu bu temsillerin doğada, biyolojide ve zihinde hiçbir somut karşılığı yoktur. Yine de kolonyal durumda bu farklılıklar ve aynılıkların sanki mutlak ve doğalmış gibi bir işlev görmesi sağlanır. Kürtlük ve Türklük aslında birleştirilmeye çalışıldıkça birbirinden uzaklaşan iki taraflı bir karşıtlığa dönmüş ise bunun en büyük sorumlusu, yüz yıl önce Kürtlerin temel insani haklarını gasp edip Kürdü kendi kolonyal söyleminin ötekisi ilan eden üniter cinnettir. Oysa bu topraklarda bütün çatışmanın Türk ya da Kürt olmaktan kaynaklandığı şeklinde lanse edilen retorik, reel toplumsal farkları homojenleştiren tek karşıtlık ilkesi yani, kolonyalizmin diyalektiğidir.
Devletin resmi ve meşru şiddeti, faşizm ve yoksulluk, kadın sorunu, askeri ve bürokratik hegemonya, eşitsiz dağılım gibi yüzlerce sorun Kürdün de Türkün de temel yaşamsal kaygıları iken ulus ve ulusal karşıtlık tavrı bu çelişkileri görünmez kılıp muhteşem bir görme darlığı yaratmakla kalmıyor, toplumsal bir uyuşturucu işlevi de görebiliyor. Milliyetçi histerinin palazladığı empatik sefalet yüzünden, milliyetten taraf olmuş herkes, çoklu, herkesi aynı anda vuran bu sarmal vahşeti bir taraf için mubah, bir taraf için haksızlık olarak göstermekte adeta ustalaşmıştır.
‘Türkiye Türklerindir’ demek nasıl tarihin en kederli kavimlerinden olan ve şu anda bile bazılarımızın evlerinde oturduğu şanlı ulus tarihinde İzmir’de denize dökülen Rumları ve Frenk’leri incitiyorsa Kürdistan Kürt’tür demek, tarihin en acımasız jenositlerinden geçmiş olan ve şu anda bile onların ektiği meyve ağaçlarının altında oturduğumuz Keldani, Êzîdî, Asuri, Nasturi ve Ermenilerin tarihsel acılarına acı eklemekten başka bir şeye yaramaz. Türkiye Türk’tür; Kürdistan Kürt’tür demek, kocasından sürekli dayak yiyen bir kadının bedeninde ve ruhunda his ettiği acıyı azaltarak; Batman’da farklı, Konya’da farklı kılmıyor.
Kan ve kemikten kurulmuş devletler
Çocuğu okula giderken cebine harçlık bırakmayan babanın mahcubiyeti Şemdinli’de de aynıdır; Ankara’da da. Kasıklarına polis tekmesi yiyip yumurtalıkları parçalanmış bir genç kızın bir daha anne olamayacağını bilmesi Diyarbakır ve İstanbul sınırlarını aşan bir acıdır. Ağrı’da zorla evlendirilen bir genç kızın hayata ve erkeğe olan öfkesi ile Karaköy Genelevinde her gün onlarca adamla cinsel ilişki kurmak zorunda kalan yirmi yaşındaki bir kadının öfkesi birbirine kardeştir. Çocukları dağda vurulan ve çocuklarının duvara asılan resimlerine bakan annelerin acısı her zaman birbirine denktir; bu denklik ve acının şiddeti, şehitliğin çok ötesine bir yerlere düşer. Makatına cop sokulan gencecik bir insanın aşağılanmış ve kırılmış ruhu Metris, Diyarbakır ya da Mamak cezaevlerinin çok ötesinde devletler ve toplumlar üstü bir yayılım gösterip bütün insanlığın ruhunu parçalar.
18. yüzyılda sömürgeleştirdikleri yerli ötekilerle karşıtlık ilkesi üzerinden uluslarını inşa eden Avrupalıların asıl kimliği, kolonyal bir ırkçılık üzerinden yükselmiştir. Tarihin hiçbir döneminde ulus, halk ve ırk kavramları birbirinin çok uzağına düşmemiştir. Homojen bir ulusal kimliğin ne kadar sağlam kurulduğu, ulusu besleyen ırk gerçeğinin ne kadar homojen ve pürüzsüz kurulduğuyla bağlantılıdır. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Türk ırkı vurgusunun milli marşlarda boy göstermesi ve tarihin en tuhaf teorik safsatalarından biri olan güneş dil teorisinin ortaya atılması, ulusallaşma macerasının ırkçılığa uğramadan var olamayacağı gerçeğinin bir tezahürüydü. Günümüzde göç ve farklılığın Avrupalıların bilinçaltında bu kadar güçlü bir ötekilik ve ırksal paranoya yaratmasının en büyük sebebi aslında Avrupalı hiçbir ulusun saf bir ulus olmadığını bilmesinden kaynaklanır.
Türkiye’de en katı milliyetçi ve şoven kitlelerin genellikle Türk olmayanların içinden boy vermesi bu tezi doğrulamaktadır. Baştan sona kan ve kemikten kurulmuş devletlerin şehitliklerinde yatan gencecik insanların genetik kodları çözüldüğünde ırkçıların ödünü patlatacak bir renklilik ve aslında vatan ve ulus uğruna ölen insanların büyük bir çoğunluğunun uğruna öldüğü vatandan ve ulustan olmadığı gerçeği ortaya çıkacaktır.
DEVAM EDECEK
SELAHEDDÎN BIYANÎ
KAYNAKÇA:
[1]
Büyük Millet Meclisi gizli oturumunda Kürdistan’ın Özerkliği Yasası
64’e karşı 373 oyla kabul edildiğinde, İngiliz Yüksek Komiseri Horace
Rumbold’un Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a yazdığı yazıda geçen ve
meclisçe onaylanan 18 maddelik yasanın ilk maddesi. (10 Şubat 1922)[2] “Zenginlik belirler, güç belirler, hiç biri belirlemezse, mor tüfeğin namlusu belirler.” Dr. Fuad düzmece tutanaklarla 1925 Şeyh Said yenilgisinden hemen sonra Diyarbakır’da idam edilir.
[3] ‘Stalin derdi ki: silah illa da silah’
[4] Frantz Fanon - Yeryüzünün Lanetlileri - Versus / 2007
[5] E. Said & Şarkiyatçılık & Metis / 2004
[6] A. Negri & M. Hart / İmparatorluk / Ayrıntı / 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder