2011 yılı küresel alanda ve bölgede tahminlerin ve değerlendirmelerin
ötesinde karmaşık ve alabildiğine farklı alanlarda büyük sosyolojik
değişimlere-mücadelelere yol açan bir seyir izledi. Son yılların en
büyük ekonomik ve mali krizi ile karşı karşıya kalan küresel
kapitalizmin öncülüğünü yapan ABD ve Avrupa ülkelerinde, özellikle
Yunanistan ve İtalya’daki iktidar değişimleri ve bunların yol açtığı
krizlere karşı geniş halk kitlelerin katıldığı direnişlerde küresel
kapitalizmin durumu tartışılır hale geldi. Kendilerini dünyaya “özgürlük
ve demokrasinin merkezleri” olarak gösteren ABD ve Avrupa ülkelerinin
gerçekte nasıl bir özgürlük ve demokrasi yoksunu oldukları bir kez daha
dünya kamuoyu tarafından görüldü.
Küresel kapitalizmin
süreklileşen ihtiyaçları, dünya enerji kaynakları ve geçiş güzergâhları
üzerinde hâkimiyet mücadelesi, maliyeti yüksek-Libya örneğinde olduğu
gibi işgal ve talan operasyonları küresel kapitalizmi ekonomik ve mali
krize sokmuştur. Yeniden şekil alan dünya sisteminde etkin olmak
isteyen, bu süreçten kazançlı çıkmak isteyen küresel güçlerin kendi
aralarındaki rekabet mücadeleleri de yaşanan ekonomik ve mali krizlerin
önemli bir nedeni olarak ortaya çıkmıştır. Bunun en büyük yansıması
dolar ve Euro arasında görülmektedir.
ABD dolarının uluslararası
petrol ticaretinde ‘küresel para rezervi’ haline gelmesi dolara olan
talebi son derece arttırmıştı. Bu sistem sayesinde ABD, artan askeri
harcamalarını ve ithalat ihtiyaçlarını dolar basarak karşılama imkânını
elde ediyordu. Bu durum, ABD’ye dünya petrol piyasasını kontrol etme
olanağını sağlıyordu. 1999 yılının sonunda Euro’nun ortaya çıkmasıyla
birlikte küresel finans sistemine yeni bir aktör eklendi. Tedavüle
girmesinden birkaç yıl sonra Euro, dünya finans piyasasının ikinci
önemli parası haline geldi ve dolara karşı gerçek anlamda alternatif bir
para olarak belirdi. Bu gelişme ABD ekonomisinde ve dolara endeksli
petrol alanında son derece önemli değişimler yaratabiliyordu.
Euro
çıkış itibariyle dolar karşısında önemli bir alternatif olarak görünse
de petrol satışlarında bu etkisini uzun süre koruyamadı. AB ülkelerinin
kendi içinde yaşadıkları ekonomik krizler, AB üyesi olmasına rağmen
İngiltere’nin Euro kullanan ülkeler arasında girmemesi, Euro’nun dolar
karşısında güven kaybetmesine neden olmaktadır. Dünya piyasasında
özellikle petrol satışlarında Euro karşısında doların tekrardan en çok
kullanılan para haline dönüşmesi Avrupa ülkelerinde yaşanan ekonomik
krizin temel nedenleri arasında yer aldı. Özellikle ABD’nin Irak ve
Afganistan işgali ardından ‘Arap baharı’ adı altında statükocu Arap
ülkeleri içinde yaşanan büyük çaplı sistemsel değişimler sonucunda
küresel güçlerin en verimli petrol rezervlerine sahip Mısır, Yemen,
Tunus ve Libya gibi petrol bölgelerini ele geçirme ve bu bölgelerden
çıkarılan petrolün paylaşımının yarattığı kriz; dolar-Euro savaşımı
olarak ortaya çıktı. AB’de özellikle Almanya-Fransa ikilisi Euro
bölgesinin çöküşünü önlemek maksadıyla ekonomik paketleri hazırlayarak
krizi önlemeye çalıştılar.
Enerji kaynaklarının ele geçirilmesi ve
kontrolünden beslenen ekonominin öne çıktığı küresel kapitalizmde, 2011
yılında krizi aşmaya dönük önleyici politikalar üretilse de bu kriz
derinleşerek kapsam alanı genişlemektedir. ABD ve Avrupa ülkelerinin bir
kısmını etkisi altına alan ekonomik krizin 2012 yılı boyunca da diğer
Avrupa ülkelerine de yayılarak büyük halk direnişlerine, siyasi alanda
yoğunlaşacak mücadelelere ve değişimlere yol açabileceği tahmin
edilmektedir.
Batı icadı ‘Arap baharı’ ve bölgesel değişimler
ABD-İngiltere
küresel güçlerinin yıllarca koruyup-destek verdiği krallıklar,
emirlikler başta olmak üzere Mübarek gibi diktatörlükler altında ezilen
yoksul emekçi kesimleri, işsizlik, siyasi yozlaşma, ifade özgürlüğü ve
kötü yaşam koşulları gibi pek çok soruna karşı önce Tunus'ta Muhammed
Buaziz'in kendini yakmasıyla başlayan ve adına ‘Arap Baharı’ denilen
isyan dalgası, domino etkisi göstererek benzer sorunlar yaşayan diğer
Arap ülkelerine yayılmıştır.
Arap halkının başlattığı bu isyanlara
uluslararası güçlerin güdümündeki basın bunun için “Arap baharı”
tabirini kullandı. Elbette hem olayların değerlendirilmesinde hem de
tanımlanmasında bir çarpıtma vardı. Öncelikle sözü edilen rejimler,
başını Amerika ve İngiltere’nin çektiği güçler tarafından geride
bıraktığımız yüzyılın başında dizayn edilmişti. Zaten Ortadoğu
tanımlaması da (Doğu’nun ortası – Middle East) İngilizlerin bir icadıdır
ve kendilerinin doğusunda kalan Asya ve Afrika’yı Uzak, Orta ve Yakın
olarak bölümlediklerini göstermektedir. Sözü edilen rejimler içerisinde
iktidar kavgaları sonucu kişiler değişse de genel olarak rejimlerin
baskıcı ve işbirlikçi özü değişmiyordu. Aslında sözü edilen süreç 2003
yılında Saddam’ın devrilmesiyle başladı. Saddam, Batılı güçlerin
Mezopotamya ve civarı coğrafyada kendi çıkarları doğrultusunda sonuna
kadar kullandığı diktatörlerin en çarpıcı olanlarından biriydi. Batılı
güçler, İran sistemin dışına çıkınca, Saddam’ı ona saldırtarak
cezalandırmak ve tekrardan sisteme çekmek istediler. Bilindiği gibi 8
yıl süren vahşi savaşta 1 milyondan fazla insan öldü. Savaş sürerken
aynı güçler silah pazarını kurarak iki tarafa da silah sattılar.
Elbette
Batılı güçlerin bu kirli ve kırımcı politikaları bölge halklarını on
yıllarca zihinsel ve fiziksel açıdan en geri koşullarda bıraktı. En
önemlisi de tarifsiz acılar çektirdi. Ancak bilim ve teknik düzeyinin
her geçen gün yükselmesi ve bilgiye ulaşma imkânlarının kolaylaşıp
serileşmesi önemli avantajlar sağlamaktadır. Her ne kadar sözü edilen
imkânlar Kapitalist Modernite güçlerinin tekelinde ve güdümünde de olsa
bu durum geniş toplumsal kesimlerin bundan faydalanmasını artık
engelleyememektedir.
Mitingler, protestolar ve halk ayaklanmaları
Tunus, Cezayir, Mısır, Libya, Bahreyn, Ürdün, Yemen ve Suriye'de büyük
çapta; Moritanya, Suudi Arabistan, Umman, Irak, Lübnan ve Fas’ta küçük
çapta olmak üzere tüm Arap dünyasını sarsmış; Tunus, Mısır, Libya ya da
iktidar değişikliğine Yemen, Katar, Ürdün, Suriye vb. birçok Arap
ülkesinde başlayan halk isyanı ABD acısında bir can simidi olmuştur. ABD
tarafından uzun süre desteklenen, anti demokratik totaliter ve monarşik
olan bu rejimlerin halk üzerinde yaratmış olduğu baskının halk
tarafında tahammül edilemez bir duruma gelerek isyana sebep olmasını
fırsat bilen ABD-İngiltere ikilisi bu isyanların yönünü değiştirmeye
çalışarak oluşan kaos içinde kendi sistemlerini inşa etmeye
çalışmaktadırlar.
Yalnız şu da bir gerçekti ki bölgede sadece
ulus-devlet statükosunu yeniden dizayn eden küresel sistem önderliği
bulunmamaktadır. Bölge halklarının demokrasi ve özgürlük talepleri ve
çerçevede geliştirilen direnişler de küresel müdahale kadar etkili
olmaktadır. “Bu nedenle Tunus ve Mısır'da başlayan Arap isyanını yalnız
başına bilinçli, planlı ve örgütlü bir demokratik halk hareketi
biçiminde değerlendiremeyeceğimiz gibi, yalnız başına bir ABD-İngiltere
müdahalesi olarak da göremeyiz. Her şeyin ABD-İngiltere küresel
önderlikleri tarafından kontrol edildiği ve onların istediği gibi
geliştiğini söyleyemeyiz. Bölgesel çapta olduğu gibi, Arap isyanı
içerisinde de farklı ideolojik-siyasi eğilimler, değişik toplumsal
kesimler vardır ve bunların hepsi kendi çıkarları doğrultusunda
örgütlenip mücadele etmekte, ilişki ve ittifak geliştirmektedir. Etnik,
ulusal, milli gruplar, dinsel ve mezhepsel 2 gruplar, ezilen sınıflar,
ezilen cins, yine yeni nesil gençlik gibi toplumsal kesimlerin bu isyan
hareketi içerisindeki rolleri ve yerleri küçümsenemez düzeydedir.”
Arap
devletlerinde halklar ve toplum kesimleri ayağa kalkıyor. Onlarca
yıllık geri ve baskıcı rejimleri alaşağı ediyor. Fakat yerine ne
kuruluyor ya da neyi kuruyor? Ya da neyi devirdiğinin ve yerine neyi
kurması gerektiğinin ne derece bilincindedir?
Buna en çarpıcı
örnek Mısır’dır. Halk, örnek bir direnişle Hüsnü Mübarek’i devirdi. Ama
yerine ordu geçti. Halk hala direnmeye devam ediyor. Fakat örgütlü ve
programlı bir öncülükten yoksun görünüyor. Dolayısıyla verdiği mücadele
başka güçlerin hizmetine girme riski taşıyor. Tıpkı Fransız devriminde
olduğu gibi. Orada da halk ve işçiler ayaklandı. Ama kazanımlarının
üzerine burjuvalar, Jakobenler ve nihayetinde Napolyon gibi bir diktatör
oturdu. Şimdi de “Arap baharı” deniyor. Ortada bir bahar olduğu bir
gerçek. Fakat bu baharı kim yaşayacak. Tekrardan Batılı güçler ve
onların yerli işbirlikçileri mi yoksa toplumlar mı? Tunus’ta ayağa
kalkan halk oldu ama kazanan yine Batılı güçler oldu. Çünkü sistemin
başına kendi adamlarını oturttular. Libya’da da öyle oldu. Eskileri de
onlar tayin ediyorlardı. Yenileri de onlar tayin ediyorlar. Yani özcesi
toplumlar henüz kendi iradelerini yansıtacak yönetimleri başa getirecek
kadar bilinçli ve örgütlü değiller. Bu bilinç ve örgütlülüğün başlangıç
noktası ise Kapitalist Modernite ve Batılı güçlerin sorgulanması
noktasıdır. Aksi halde hep aynı özgürlük yanılsaması yaşanacaktır. Yani
kandırılma ve aldatılma… Başka bir deyimle aynı yollardan yürünerek aynı
köye ulaşılacak. Bölgemiz halklarının kıramadığı kısır döngü gerçekliği
burada yatmaktadır.
Kısacası dünyada ve bölgede yeniden bir alt üst
oluşu yaşıyor. Uluslararası sistem güçleri ellerindeki muazzam bilgi ve
silah teknolojilerine dayanarak yeni dizaynı oluşturmak için kolları
sıvamış durumdalar.
Dünyadaki bu değişimler, gereklilikler yeni
toplum, yaşam ve ahlakın yaratılması açısından demokrasi güçlerine
önemli fırsatlar vermektedir. Çünkü küresel kapitalist güçler yaşamı ve
ahlakı her geçen saniye daha da kirletip içerisinden çıkılmaz hale
getiriyor. Toplumun temel değerleri olan yaşamın her alanı; üretim,
ahlak, bilim, sanat, inanç vs. kâr konusu yapıldıkça kirlenmeyle yüz
yüze bırakılıyor ve kirlilik her geçen zaman zarfında nicel ve nitel
olarak katlanıyor.
ABD’nin yeni kaos stratejisi
Çünkü ABD’nin askeri anlamda Irak’ta varlığı hem ciddi
anlamda kendileri açısından ciddi bir ekonomik külfet yaratırken askeri
alanda da ciddi can kayıpları söz konusu oluyordu. Yine ABD’nin askeri
olarak Irak’ta varlığı tüm Iraklı güçler açısında(Kürtler hariç) bir
işgal olarak algılanması ve bu durumun radikal İslam örgütlerinin
direnişlerini körüklemekte, en önemli ise ABD’nin kendi yarattığı ama
artık kontrol edemediği kaos ortamında Irak’ta istediği sistemi
oturtamamasına neden olmaktadır. Irak’tan askeri gücünü çekme bu
nedenlerden dolayı gerçekleşmektedir.,
Irak,
İran’a ya da Sünni-Şii Araplara ve Türklere bırakılmayacak kadar önemli
bir bölgedir. Çünkü ABD Irak’ı, BOP çerçevesinde gerçekleştirilen bir
işgal hareketiyle ele geçirdi. Bu işgal hareketi ABD açısında her ne
kadar istenilen bir sonucu vermese de, Irak’tan ve bu projesinden
vazgeçtiği anlamına gelmemektedir. Sadece ilk başta askeri işgal yerine,
işgali meşru gösterecek, karşı tarafın hata yapmasını sağlayacak
politikalar geliştirerek bu çerçeve de oluşacak halk ayaklanmalarını
kendi çıkarları temelinde kullanmak üzerinde bir değişikliğe gitmek
zorunda kaldı.
ABD bir taraftan yeni petrol sahaları için işgal
stratejileri geliştirirken bir taraftan da işgal harekâtlarının
yarattığı ekonomik kriz ile boğuşuyor.
Çoğunluğu yoksul-emekçi kesimlerden oluşan gençlerin, ABD’nin emperyalist politikalarına karşı başlattığı ve neredeyse yıl boyunca tekrarlanan Wall Street eylemleri ABD’deki en önemli gelişmelerden biri oldu. Yaşanan krizin aktörleri olan finans çevreleri, devlet bütçesinden aktarılan paralarla ayakta tutulmaya çalışılsa da daha uzun süreli ayakta kalmayı başaramayacaktır. Kriz derinleştikçe buna karşı halkın öfkesi ve tepkisi de katlanarak artacaktır.
ABD küresel kapitalizmi yaşadığı ekonomik krizden
kurtulmanın çaresini yeni alanların işgalinde görmektedir. Mısır ve
Libya’nın işgali ardından sıra İran’ın en önemli kalelerinden biri olan
Suriye’ye gelmiştir. Suriye’nin düşürülmesi ardından İran etrafındaki
çemberin daha fazla daralacağı düşünülmektedir. Bunun yanı sıra ABD
başta olmak üzere, Rusya gibi büyük devletlerin çıkar savaşlarının Orta
ve Güney Asya coğrafyasında gerçekleşeceği kuvvetle muhtemel
görülmektedir. Özellikle bölgede yükselişe geçen Çin’e karşı uygulanacak
politikalar Rusya- ABD arasındaki bu yakınlaşmanın çıkış noktalarından
biridir.
Küresel çıkarlar ve tehdit algılamasında Rusya’nın denge politikası
Rusya,
ABD-İran denkleminde denge politikasını 2011 yılı boyunca da devam
ettirmiştir. Rusya-İran ilişkilerinde bölgesel ve küresel ortak çıkar ve
tehdit algılamaları ikili ilişkilerin şekillenmesinde belirleyici
olmuştur. Her iki ülkenin de Orta Asya ve Kafkaslarda kaygıları vardır.
Bu
çerçevede, İran'ın ABD karşısında çıkardığı zorluklar, Orta Doğu,
Kafkasya ve Orta Asya’da ABD’nin işini zorlaştırırken Rusya’ya manevra
alanı doğurmaktadır. İran’ın Orta Asya ve Kafkasya’da “Rusya merkezli”
bir dış politika üretmesi bir taraftan Rusya’nın bölgesel gücünü
artırırken diğer taraftan ABD’nin bu coğrafyada güçlenmesini
zorlaştırmaktadır.
ABD'nin yörüngesinde olan bir İran’ın ise,
Rusya’nın Orta Asya ve Kafkasya’daki çıkarlarını tehdit edeceği açıktır.
Rusya, ABD’nin İran nükleer meselesinde kendisinin desteğine olan
ihtiyacın farkındadır ve bu desteği pazarlık konusu yapmaktadır.
Bütün
bunların yanında Rusya’nın İran hakkında ciddi tedirginlikleri de söz
konusudur. Rusya İran’ın nükleer silah konusunda kararlılığının
farkındadır ve nükleer silaha sahip bir İran Rusya için son derece
tehlikeli olacaktır.
Rusya-İran ilişkilerinin temelindeki bir
başka neden ise, ABD ve Batı dünyasının silah ambargosuyla karşı karşıya
olan İran, Rusya için önemli bir silah pazarıdır. İran’ın Rusya için
ikinci önemi ise, stratejiktir. Bu, İran’ın bölgede ABD karşıtı duruşuna
bir destek mahiyetinde ortaya çıkmaktadır. ABD karşıtı İran’ı
desteklemek Rusya için stratejik bir gerekliliktir. İran, Rusya’nın
bölgedeki son tutunma noktasıdır.
Diğer bir konu ise Rusya’nın Çin
ile ilişkileridir. Bu ilişkinin temel nedeni ABD’ye karşı küresel bir
manevra gücü kazanmaktır. Çin politikasını “güçlü olduğunu göstermeme”,
Rusya ise “fırsat buldukça gücünü hatırlatma” stratejisi üzerine
kurmaktadır.
Rusya ve Çin’in ABD’ye karşı sahip oldukları coğrafi
avantaj da önemli bir rol oynamaktadır. Ne var ki, sahip olduğu ekonomik
ve ticari potansiyel ile elinde bulundurduğu enerji kaynakları
bağlamında dünyanın siyasal geleceğinin odaklanacağı bölge olarak
görülen Asya Kıtası’nda Rusya ve özellikle Çin’in ön plana çıkması
muhtemel bir gelişmedir.
Rusya’nın enerji ve güvenlik politikaları
çerçevesinde Kafkasya her şeyden önce Karadeniz’de, Hazar havzasında ve
Orta Asya’da etkin bir şekilde var olmanın temel şartıdır. Bu yüzden
Kafkasya bölgesi jeopolitik eksen olarak görülmektedir. Rusya’nın
geleceği Kafkasya bölgesiyle doğrudan ilgilidir. Federasyonun bekası
için Kafkaslarda Moskova hâkimiyeti ve denetimi hayati önem
taşımaktadır. Bu bağlamda Rusya, tehdit unsuru olarak görülen ABD, NATO
ve hatta Türkiye’nin Kafkasya’nın yanı sıra, Karadeniz’de de denetim
altında tutulması gerektiğini düşünmektedir.
Mart 2012 başında Rusya’da yapılacak devlet başkanlığını Putin’in kazanması halinde, Rusya-ABD ilişkileri İran ve Suriye merkezli politikalarında çok daha farklı değişikliklerin olabileceği tahmin edilmektedir.
Bölgesel güç çatışmasında Çin’in politik manevraları
ABD
karşıtı politikalar ve bölgesel hamleler Çin için her zaman İran ve
Rusya ile güvenlik ve enerji konularında uzun vadeli ortaklıklar kurma
konumunu sağlamaktadır. Çin’in, Orta Asya’da ABD ve Japonya’nın etkisini
kırmak adına İran’ın politikalarını desteklemektedir.
Bilindiği
üzere İran, dünyanın en büyük beşinci ham petrol ihracatçısı olmasına
rağmen, yerel talebini karşılayacak petrolü rafine etme kapasitesine
sahip olmadığı için işlenmiş petrol ihtiyacının % 40’ını ithal
ürünlerden karşılamaktadır. İşlenmiş petrolün önemli bir bölümünü Çin ve
Rusya’dan sağlamaktadır. Bu da Çin-İran ilişkilerinde uzun vadeli
stratejik ortaklıkların kurulmasına neden olmaktadır. Bir diğer etken
ise Çin, ham petrol ihtiyacının %51’ini dışarıdan karşılamaktadır.
Çin’in en büyük 3. Ham petrol tedarikçisinden bir İran’dır. Ekonomik
büyümesinde sürdürülebilirliği sağlamak ve kendi içindeki istikrarı
koruyabilmek için enerji ve ham maddelere hâkimiyet; Çin dış
politikasının en temel misyonudur. Bu bağlamda Çin’in, İran’la olan
ilişkileri çok fazla önem arz etmektedir.
ABD ve müttefiklerinin
İran’a yönelik yaptırım politikalarına karşı çıkmasının altında da
enerji ve güvenlik politikaları yatmaktadır.
Çin’in, ABD-Rusya-İran ile ilişkileri, çıkarların çatışması veya çakışması ekseninde gelişip değişmektedir. Zaman zaman çıkarlar doğrultusunda yakınlaşmalar ve kutuplaşmalar söz konusu olmaktadır.
“Şii Hilali” stratejisiyle İran’ın dış politikadaki hamleleri
İran’ın
iç ve dış politikalarında, Doğu ve Batı eksenleri arasında yaşanan bu
gelgitlerin ve stratejik yön arayışlarının 1990 sonrası değişip-dönüşen
dünya ile ilintili olduğu belirtilebilir.
İran, kendine özgü siyaseti
ile bölgedeki güç ve nüfuzunu artırmayı hedeflemektedir. İran devleti
dış politikasını geleneksel olarak ideoloji ve mezhep esaslı
kurgulamaktadır. Dolayısıyla İran’ın dış politika çizgisinin Şiilik
ekseninde tasarlandığı ifade edilebilir. İran’ın bölgedeki temel amacı,
Lübnan ve Suriye’nin ardından ABD işgali sonrasında Şii grup ve
partilerin güç kazandığı Irak’ın da dâhil olmasıyla genişleyen Şii
eksenini muhafaza etmektir. İran aynı zamanda Pakistan ve Afganistan ile
Körfez ülkelerindeki Şii nüfus üzerinde etkinlik kurmaya çalışmaktadır.
İran, böylece daha geniş bir coğrafyada mezhep bağı ile siyasi ağırlık
tesis edebilecek, çevresindeki pek çok ülkenin içişlerinde söz sahibi
olabilecektir. Irak’taki Şii unsurlar üzerindeki İran nüfuzu bu açıdan
kayda değer bir örnek sunmaktadır.
Günümüzde Ortadoğu’da yaşanan
ve Arap Baharı olarak adlandırılan gelişmeler, İran’ın dış politikada ön
plana çıkardığı etno-dinsel (Şii) kimliğini kullanması için İran’a
jeopolitik açıdan büyük bir manevra alanı sağlamaktadır.
İran,
kendisine faydası olması için Şii faktörünü dış politikasında bir araç
olarak kullanırken, Ortadoğu’nun diğer ülkelerindeki Şii gruplar da
kendilerine olan fayda doğrultusunda Şii kimliklerini ön plana çıkararak
İran ile ilişkilerini geliştirmektedirler.
İran, Arap Baharı
kapsamında bölgede meydana gelen gelişmeleri yakından izlemekte ve
gerekli gördüğünde müdahalede bulunmaktadır. Şüphesiz Şii hilali de
dikkate alındığında bölgedeki gelişmelerin İran’ın bölgesel etkinliğini
artıracağını ve etki alanını genişleteceğini söylemek mümkündür. İran;
ABD’nin Irak’tan kısmi olarak çekildiği bir ortamda, bölgedeki ABD
yanlısı yönetimlerin de halk tarafından devrilmesinden çıkar sağlamaya
çalışmaktadır. Bölgenin en güçlü ülkelerinden birisi olan Mısır’da ABD
güdümünde hareket eden, İsrail yanlısı Mübarek yönetiminin devrilmesi
İran açısından son derece önemlidir. Ayrıca önemli Şii nüfus oranlarına
sahip Körfez ülkelerindeki halk hareketlerinin başarıya ulaşması için
destek sağlamaktadır. Çünkü Körfez bölgesindeki yönetimlerin çoğu İran’ı
tehdit olarak görmekte ve ABD ile yakın ilişkide bulunmaktadır.
Bahreyn’de ABD’nin 5. Filosu üslenmekte ve diğer körfez ülkelerinde de
ciddi bir ABD askeri varlığı bulunmaktadır.
İran’ın bölgesel
hamlelerinde elinde bulundurduğu en stratejik koz Hürmüz boğazı
olmaktadır. Avrupa merkezli petrol boru hatlarının, petrol yüklü
gemilerin geçiş güzergâhı olan Hürmüz boğazının önemli bir kesimini İran
kontrol etmektedir.
Küresel güçler Suriye etrafındaki çemberi
daraltırken İran’da Hürmüz boğazını kapatabileceği mesajını vermek için
Hürmüz boğazında askeri tatbikat başlattı. Buna karşı ABD ve İsrail’de
Hürmüz boğazında ortak tatbikat kararı aldı.
Önümüzdeki dönemde
Suriye ve İran hedef olma konumunu koruduğu sürece Hürmüz boğazındaki
suların daha çok ısınabileceği anlaşılmaktadır.
İran gündemini
ilgilendiren diğer bir konu da; İran devletinin PJAK ve HRK güçlerine
yönelik 17 Temmuzda medya savunma alanlarına başlattığı işgal harekâtı
oldu. PKK ve PJAK’A karşı Türkiye, İran ve Güney Kürdistan hükümeti
arasında yapılan gizli bir ittifak anlaşmasıyla İran PJAK’ın üzerine
gönderildi.
5 Eylül’e kadar süren çatışmalar sonucunda İran ordusu
HRK karşısında ağır yenilgi yaşadı. Bu durum karşısında Güney hükümeti
ve Türk devleti İran ile yaptıkları Kandil harekâtının gerekliliklerini
yerine getirmediler. Bölgesel dengeler, farklı güçlerin çıkar hesapları
nedeniyle PKK ve PJAK’a karşı kurulan ittifak dağıldı. Yapılan kirli
ittifak ile ilgili belgelerin basına yansıması ardından üçlü ittifakın
amaç ve hedefleri deşifre oldu.
AKP hükümeti, İran devletini
karşılıksız sözlerle PJAK’ın üstüne sürerken bir taraftan da ABD’nin
İran’a karşı olduğunu açıkça söylediği füze kalkanının Malatya’ya
kurulmasını sağladı. İran için önemli kaleler den biri olan Suriye
kıskaca alındı. Libya tarzı örtülü operasyonlar başlatıldı. İran’a
yönelikte benzeri çalışmalar yapıldı. İran için önemli olan Nükleer
konularda uzmanlaşmış fizikçiler MİT-CIA işbirliği ile öldürülmeye
başlandı. Bir taraftan da Tebriz, Urmiye, Erdebil, Şiraz, Ahwaz’da,
GAP-Güney Azerbaycan Partisi (Merkezi Ankara’da) ve Cümbüji Azeri-Azeri
Birliği (Merkezi Bakü’de) ile ayaklanma başlattılar. Azerilerin
yaşamış olduğu bu bölgelerde AKP ve işbirlikçileri tarafından başlatılan
ayaklanmalarda Urmiye’de 3, Tebriz’de 6, Erdebil’de 5 Şiraz’da 3 kişi
öldürülürken, 100’den fazla yaralı ve 1000’den fazla ise gözaltı
yaşanmıştı.
İran devletinin Kandil’e düzenlediği işgal harekâtının
sadece PKK ve PJAK ile boyutu dışında başka nedenlerin olduğu bilinen
bir gerçekliktir. ABD ve Türk devletinin içinde olduğu ittifak güçlerin,
Suriye’ye yönelik askeri bir müdahalenin ayak sesleri yakınlaşırken
Kandil, İran için stratejik bir öneme sahiptir. Suriye’ye askeri
müdahalede Kandil, İran’ın Suriye’ye yönelik askeri desteğinde önemli
bir role sahiptir.
İran açısından önümüzdeki dönemde
mücadelenin-savaşın şiddetleneceği alan Suriye olacaktır. Suriye’deki
başarı ya da başarısızlık İran’ın kaderini de yakından ilgilendirmektir.
İran için Suriye, kendi toprakları dışındaki en son kale durumundadır.
Topun ağzındaki Suriye
Tunus ve
Mısır'da başlayan Arap isyanı yayılarak Suriye'de odaklanmış bulunuyor.
Bölgesel güçlerin de bir tarafını kontrol etmeye çalıştığı bu toplumsal
isyan, Tunus ve Mısır'da bir dönem ABD ve İngiltere’nin desteklediği
diktatörlükleri devirirken, Libya'da dış müdahale destekli iç savaşla
kırk iki yıllık Kaddafi yönetimi yıkıldı. ABD ve İngiltere’nin uşağı ve
ajanı durumundaki krallıkları ve emirlikleri dışında tutarsak, yirminci
yüzyıldan kalan tek Arap ulus-devletinin Suriye olduğu ortaya
çıkmaktadır. 2011 yılı başlarında başlayan Arap isyanı sonlarına
yaklaşırken Suriye'deki mücadeleye gelip kilitlenmiş bulunuyor.
Suriye'de yaşanabilecek olası bir yönetim değişikliğiyle tüm Arap
âleminde yirminci yüzyıl ulus-devlet sisteminde köklü bir siyasal
değişiklik gerçekleşmiş olacak. Tabi bu sürecin kimlerin çıkarına
gelişeceği, bu süreçten kazançlı çıkacağı güçlerin göstereceği
örgütlülüğe, ittifak ve politikaların başarısına bağlıdır. Aksi durumda
Mısır’da olduğu gibi bir kaosa sürüklenme ihtimali vardır.
Arap
milliyetçiliği söylemlerini sık kullansa da aslında Hafız Esad,
pragmatizme dayalı bir dış siyaset izlemiştir. Bu gelenek oğlu Beşar
Esad tarafından da devam ettirilmektedir. Bu bağlamda Irak ve İsrail
meselelerinde ortak çıkarları bulunması nedeniyle Suriye, İran’a 30 yıl
boyunca yakın bir dış siyaset izlemiştir.
Bu temel de Suriye-İran
yakınlaşmasının başka boyutlarının da ayrıca bilinmesi gerekmektedir.
Suriye’de yönetime hâkim olan kesim Esad ailesinin de içinde olduğu
Nusayrilerdir. Nusayrilik, Şiilik mezhebinin alt kollarından biridir.
Nusayrilik dışında İmamiye, İsmailliye, Zeydiyye kolları da
bulunmaktadır. Suriye’deki Nusayriler, Sünnilerden sonra en kalabalık
grubu yaklaşık %12’lik oranları ile Nusayriler oluşturmaktadır.
Nusayrilerin Suriye’de yönetime hâkim olmaları Hafız Esad ile gerçekleşmiştir. Esad 1970’te Nusayri kökenli ilk devlet başkanı olmuştur. İktidarını güçlendirmek ve sürdürmek için Esad, devletin önemli noktalarına Nusayri kimlikli kişileri görevlendirmiştir. Nusayriler Esad döneminde özel güvenlik, istihbarat ve özel kuvvetlerde yer edinmiş ve ordunun komuta kademesini kontrol etmiştir. Ancak Suriye’nin iç ve dış siyasetinde Nusayri kimliğini dile getirmek bir tabu halini almıştır.
İran
devleti, son dönemlerde yaptığı açıklamalarda, Suriye’de Esad iktidarına
başkaldıran grupların ABD ve İsrail tarafından tahrik edilen “terörist
gruplar” olduğunu iddia etmektedir. Suriye yaşanan olayları ‘Arap
baharı’ndan ayrı tutan İran devleti Esad iktidarının devrilmesi
durumunda Sunilerin iktidara getirileceğini, bu durumun da bölgede
kurmaya çalıştığı Şii hilaline ciddi anlamda güvenlik tehdidi
oluşturacağı endişesiyle Nusayri yönetici kadronun tasfiyesini
engellemeye çalışmaktadır.
Kürdistan parçalarını sömürgeleri altında
bulunduran Türkiye, İran ve Suriye devletleri birbirine olan
karşıtlıklarına rağmen PKK karşısında ortak ittifaklar kurabilmişlerdir.
Dönemsel politikalar sömürge sistemlerini bir süre ayakta tutsa da
inkâr politikası uygulayana sürekli geri dönmektedir. Suriye devleti
artık yolun sonuna gelmiştir. Kürt sorunun çözümsüzlüğünde ısrar ettiği
sürece aşılmaya mahkûmdur. Daha önce Türkiye ile iyi ilişkiler içinde
olduğu gibi gözüken Suriye rejimine, Türk devletinin AKP hükümeti
tarafından adeta zehirli kan içirircesine uyuşturdu. Şimdi de Mevcut
yönetimin düşmesi için “Muhaliflere” gereken her türlü maddi ve manevi
desteği vermektedir. Türkiye’nin buradaki tek amacı da; Suriye’de
yaşayan Kürtlerin haklarının verilmemesi ve demokratik taleplerinin
karşılanmamasına yöneliktir.
Bu nedenle Batı Kürdistan’daki Kürtlerin kendilerini güçlü bir örgütlülüğe ve iradeye kavuşturmaları gerekecektir. Aksi durumda ortaya çıkacak boşluğun başka güçler tarafından doldurulacağı kaçınılmazdır.
Bölgesel ve küresel güçlerin çatışma alanı: Irak
7
Mart 2010’da gerçekleştirilen genel seçimler üzerinden tam 9,5 ay
geçtikten sonra “Yamalı Bohça” misali kurulan hükümetten beklenen sonuç
ortaya çıkmamıştır. Sünni-Şii çekişmesi nedeniyle gerçekleşen patlamalar
ve ölen insanlar vicdanlarda hissedilmeyecek kadar artık
sıradanlaştırılmaktadır.
Irak hükümetinde görünen Şii-Sünni-Kürt
çekişmesi, ardında ise İran-ABD (buna Suudi Arabistan dâhil) nüfuz
mücadelesi yatmaktadır. Sünni Baas rejimini deviren ABD, gelinen günde
Irak’ta İran Şiiliğinin yükselişini engelleyememiştir.
ABD, 15
Aralık 2011’den itibaren askerlerini Irak’tan çekti. ABD kuvvetlerinin
çekilmesinden bir iki gün sonra Irak’ta yönetim krizi su yüzüne çıktı.
Önce İyad Allavi’nin lideri olduğu Irakiye grubu Başbakan Nuri
el-Maliki’yi demokratikleşme ve insan hakları konusunda hareket
etmemekle ve İran yanlısı bir Şii hâkimiyeti kurmakla suçlayıp,
parlamento çalışmalarını protesto etti.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı
Sünni-Haşimi hakkında “Maliki’ye suikast düzenleme” sebebiyle tutuklama
kararı çıkartıldı. Bu olaydan bir süre önce Sünniler Tikrit başta olmak
üzere Sünnilerin yaşamış olduğu alanlarda özerkliklerini ilan etmiş,
Maliki ise buna izin vermeyeceklerini ifade etmişti. Özerklik ilan
edildikten hemen sonra Sünnilerin Türkiye ile görüşmelerinde artış
yaşanmaya başladı. Tarık Haşimi’nin Türkiye ziyaretleri bilinmektedir.
Türkiye ziyaretinden bir süre sonra Maliki’ye yönelik yeşil bölgede bir
suikast düzenlendi. Bu suikastın arkasında Tarık el-Haşimi’nin olduğu
iddia edilerek Irak mahkemesi, Haşimi hakkında tutuklama kararı
çıkarttı. Bunun üzerine Haşimi hem Celal Talabani hem de Barzani ile
görüşerek Kürdistan’a sığındı. Irak Cumhurbaşkanı yardımcısı Haşimi’nin
Güney Kürdistan’a sığınması Irak merkezi hükümeti ile Federal Kürdistan
hükümeti arasında ki krizin en önemli nedeni haline geldi. İran, Tarık
Haşimi’nin teslim edilmesi için temaslarda bulunurken, Türkiye ise
KDP’ye Haşimi’nin teslim edilmemesi için baskı uygulamaktadır.
Bu durumum
Suriye’de ki gelişmelerle çok yakından bağlantısı olduğu ortaya çıkan
bir gerçektir. Sunilerin Suriye konusunda Türkiye ile ortak bir biçimde
hareket ettiği biliniyor. Bu durum hem İran hem de Irak’ta ki Şiiler
için oldukça tehlikeli bir durumdur. Bu krize taraflarında onay vereceği
bir çözüm bulunmadığı takdirde Irak’ta ki durum Türkiye ve İran’ı karşı
karşıya getiren, Federal Kürdistan hükümetini de içine alan bir kaosa
dönüşecektir. Maliki’nin Türk devletinin Irak içişlerine karıştığı
iddiası ve ardından Bağdat ve Musul’da Şiilere yönelik bombalı
saldırılar yine Türkiye büyükelçiliğine yönelik roketli saldırı; Irak’ta
egemenlik savaşının 2012 yılında çok farklı boyutlara bürüneceğini
göstermektedir.
Güney Kürdistan hükümetinin tutarsız politikaları ulusal birliğe zarar veriyor
Ortadoğu’da
ve çoğunlukla Arap devletlerinde baş gösteren isyanlar Güney
Kürdistan’a da etkisini göstermiştir. Özelikle KDP ve YNK
yönetimlerinden rahatsızlık duyan Goran, Yekgırtu ve Komala İslami
örgütleri, yolsuzluklara, hayat pahalılığına, özgürlükleri sınırlayan
baskılara karşı sokağa çıkan halk kitlelerini tahrik ederek tepkileri
KDP’ye yönlendirerek KDP’yi iktidarı bırakmaya zorlamak istemişlerdir.
YNK’nin olaylara müdahaledeki pasif yaklaşımı KDP’yi olaylar karşısında
yalnızlaştırmış, isyanı bastırmak içinde KDP tüm gücünü ortaya
koymuştur. Halkı sokağa döken başta Goran hareketi olmak üzere İslami
örgütler halkın tepkisini iktidara değil de KDP’ye yönlendirmesi her
yerde KDP bürolarına saldırmaları stratejik olarak işlenen en büyük hata
olmuştur. Goran hareketi bütün çabasına rağmen KDP’nin güçlü olduğu
Duhok ve Hewler’de halk sokağa dökememiştir. Halkın sokağa çıkmaması
yönetimden rahatsızlık duymadığı anlamına gelmemektedir. Aksine halk
mevcut yönetimden ve yolsuzluklarında oldukça rahatsızdır. Halkın sadece
KDP’ye yönlendirilmesi geçmişte ki Soran-Behdinan çelişkisini
hatırlatmıştır. Bundan dolayı da Behdinan bölgesinde ki halk bu olaylara
daha temkinli yaklaşmıştır. Tabi tümden bununla izah etmekte belki tam
durumu ifade etmeyecektir. KDP’nin bu bölgelerde halk üzerinde ki
baskısı ve yaratmış olduğu etki oldukça rol oynamıştır. Bu süreç
boyunca KDP, hâkim olduğu bu bölgelerde adeta sıkıyönetim ilan etmişti.
Kendisine bağlı tüm silahlı güçlerin yanı sıra milis örgütlenmeleri de
tümden bu merkezlere kaydırılarak en küçük bir hareketlilik oldukça
şiddetli bir biçimde bastırılmıştır. Ama her şeye rağmen de ortaya çıkan
halk tepkisi Güney Kürdistan iktidarını oldukça tedirgin etmiş, artık
işlerin eskisi gibi yürümeyeceğini kavramalarını sağlamıştır.
İktidarlarını devam ettirebilmek için demokratik hakların tanınması,
ifade ve örgütlenme özgürlüğünün tanınması gibi bazı reformların
yapılması zorunluluğunu hissetmişlerdir. Umut bağladıkları, uğruna
savaştıkları partilerine, parti yönetimlerine karşı ayaklanan Güney
Kürdistan halkı, bu cesaret verici çıkışlarıyla KDP ve YNK’nin
istihbarat ve asayişlerinin baskıcı yöntemlerinin yarattığı korkuyu
yerle bir etmiş ve bu durum onları yönetimlerin politikalarına karşı
daha duyarlı hale getirmiştir.
Güney Kürdistan’ı ilgilendiren diğer
bir sorun ise; federal Kürdistan hükümeti başkanlığının YNK’den KDP’ye
geçmiş olmasıdır. İki parti arasındaki güç ve iktidar çekişmesi hükümete
rağmen devam etmektedir. Hükümet ve başbakan olmasına rağmen bu durum
formalitenden öteye gitmemiştir. Dış ve iç politikada yine partiler
belirleyici durumdadır. Güney Kürdistan’a gelen diplomatlar önce KDP ile
daha sonra YNK ve en son başbakan ile görüşmektedir. Partiler karar
verici durumda olduğu için başbakanın söyleyebileceği fazla bir şey
olmayacaktır. YNK’li eski başbakan Berhem Salih’in formalite
başbakanlığı sona ermiştir. KDP’nin yeni başbakan adayı Neçirvan
Barzani, Berhem Salih’in durumuna düşmemek amacıyla daha fazla yetki ve
karar verme sözüyle tekrar başbakanlığa getirilmiştir. Bu sözlerin KDP
ve YNK tarafından ne kadar yerine getirileceği tartışma konusudur. Ancak
Kürtlerin beklentileri, Kürt ulusal birliğine dair çalışmaların yeni
dönemde gelişmesine yönelik çabalardır.
Neçirvan Barzani’nin tekrar
başbakan olması AKP hükümeti tarafından olumlu değerlendirilmektedir.
Türk devleti ile PKK karşıtı yapılan birçok gizli anlaşmada Neçirvan
Barzani’nin ismi ön plana çıkmaktadır. Aynı zamanda Türk dışişleri
bakanı ve müsteşarlarının Güney Kürdistan ziyaretlerinde ilk başta
görüştükleri Neçirvan Barzani olmaktadır. Neçirvan Barzani’nin Çele
eylemi ardından eylemi kınayan açıklamaları Kürt halkı tarafından
unutulmamıştır.
Güney Kürdistan’daki partiler arasında birliğin
olmaması-ulusal birlik anlayışının olmayışı, Güney Kürdistan hükümetinin
de ulusal birlik çabalarından uzak duran sadece Güney Kürdistan ile
sınırlı kalan, Kürdistan’ın diğer parçalarındaki Kürt inkâr ve
katliamlarına sessiz kalan politikaları, ulusal birlik çabalarını
zorlaştırmaktadır.
Bu ve buna benzer yaklaşımlar, PKK’nin
tasfiyesine yönelik ABD-Türkiye ve İran devletleriyle yapılan anlaşmalar
ulusal birlik çalışmalarını sekteye uğratmaktadır. Yine bu pasif
politikalar, Kürdistan parçalarını işgal eden devletlerin Kürt inkârı ve
çözümsüzlüğündeki ısrarlarını cesaretlendirici nitelikte olmaktadır.
Türkiye ve AKP’ye bakış
Petro-finans
güçleri, geçen yüzyıl da Ortadoğu’daki toplumların başına kendi
işbirlikçi diktatörlerini oturtup işlerini böyle yürütüyorlardı. Bu
yüzyılda biraz “merhamet”e gelerek işi inceltip ılımlaştırdılar. Yeni
strateji, süslü adlarla kurulan “ılımlı Müslüman” partilere
dayandırılıyor. Örneğin “adalet”, “kalkınma”, “eşitlik”, “özgürlük” vs.…
Örneğin, Baas partisinin yerini Adalet ve Kalkınma Partisi, Saddam
Hüseyin’in yerini de Tayyip Erdoğan alıyor.
AKP yapılanmasını salt
Türkiye ve Kuzey Kürdistan çerçevesinde ele almak yanıltıcı olacaktır.
Bu yapılanma tüm Ortadoğu için dizayn edilen bir modeldir. Arap baharı
adı altında düşürülen diktatörlüklerin yerini AKP modelinde, Büyük
Ortadoğu Projesine uygun sistemler geçirilmeye çalışılıyor. 2011 yılında
Arap ülkelerinde başlayan değişim, Türkiye’de Kürt Halk Önderi Abdullah
Öcalan’a yönelik uluslararası komplonun devreye konulmasıyla
başlamıştır. 1999 yılı aynı zamanda Fetullah Gülen’in ABD’ye gittiği yıl
da oluyor.
1999 yılı Ortadoğu’ya esaslı müdahalelerin başlangıç
yılıdır. Tayip Erdoğan’ın İstanbul’daki bir evde ABD ve Türk devletinin
derin yapısıyla bir araya geldiği yıl da 1999’dur. Sonrasında yıl yıl
müdahale daha da hızlanır. 2001 Eylül’ünde ABD’deki ikiz kule saldırısı
gerçekleşir ve aynı yıl Afganistan’a müdahale başlar. AKP de aynı yılın
Ağustos ayında kurulur. Türk devleti AKP eliyle kendi köhnemiş yapısını
aşma ve uluslararası sisteme daha rahat entegre olma arayışına girer. Bu
bağlamda zamanın koalisyon hükümeti, krizlerle yol almaya çalışır ve
Ecevit’e “tıbbi müdahale” gerçekleştirilir. Böylece AKP’ye yol açılır.
Nitekim 2002 yılındaki seçimlerde AKP, ABD ve medya desteğiyle iktidara
getirilir. 2003 yılının başında Irak’a müdahale gerçekleştirilir ve
Saddam rejimi düşürülür. Bunun öncesinde ise Kürt Halk Önderliğine
yönelik ilk defa uzun süreli avukatlarla görüştürmeme tecridi uygulanır.
Amaç bu hassas dönemde Kürt Halk Önderliğin’den Harekete perspektif
akışını kesmekti. Türkiye’de derin devletin müdahalesiyle Türk
devletinin Irak müdahalesine katılmaması ABD’ye, AKP konusunda ilk hayal
kırıklığını yaşatır. Bu tarihten 2007 Kasım ayına kadar ABD-TC
ilişkileri ve elbette ABD-AKP ilişkileri hep gel-git’li oldu. Öyle ki
2006 yılında ABD’nin AKP içindeki has adamlarından Cüneyt Zapsu,
Amerikalılara yalvararak, “ne olur bir şans daha tanıyın ve AKP’yi
delikten aşağı süpürmeyin” diyordu. Özünde bu yaklaşımlar, Türk
devletini raya oturtma hamleleriydi.
Seçimlerde zaferi garantileyen
Erdoğan aynı yılın Kasım ayında ABD’ye gidip Bush’la oturarak adeta
“nikâh tazeledi”. Bu anlamda 2007 yılı, AKP’nin savunmadan bir anda
denge ve hatta saldırı pozisyonuna geçişini ifade eder. 2008 yılının
Mart ayında İttihatçı kesim son bir hamleyle AKP’yi kapatmaya çalışır.
Ancak AKP kıl payı bir farkla kapatılmaktan kurtulur ve sadece hazine
gelirinin yarısının kesilmesi karar altına alınır. 2008 yılı AKP’nin
esas olarak saldırıya geçtiği yıldır. Saldırının kodu “Ergenekon
operasyonları” olarak belirlendi ve yıllarca sürdü. Hala da sürüyor.
2011 yılı seçimlerinde alınan yüzde 50’lik oy oranı, AKP’nin
zirveleşmesi ve rejim içi mücadelede nihai zaferi olarak ifade edildi.
AKP’liler bunu “ustalık dönemi” olarak da tanımladılar. Gerçekten de
özellikle 2008-2011 yılları arası Gülen Cemaati ve AKP,
İttihatçı-Kemalist kesimin elindeki stratejik kurumlar olan Anayasa
Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay, HSYK ve diğer önemli kurumları
bir bir ele geçirdi. En son olarak da orduyu denetimine aldı. Emniyet
teşkilatını vurucu gücü yaptı. Medyanın büyük bölümünü ise adeta kendi
kuklası haline getirdi. Büyük sermayeyi ve TÜSİAD’ı sınırladı ve kontrol
edilebilir kıldı. Bundan sonra da Fetullah Gülen meşhur “beddua”sını
okudu ve Kürt halkına karşı açıktan topyekûn saldırıya geçildi.
AKP’nin Kürt Stratejisi
AKP’nin
Kürt halkı ve Özgürlük Hareketine dönük stratejisi oldukça
“inceltilmiş” bir tarzdır. 1990’lardaki kaba tarzdaki imha ve inkâr,
daha “sinsi ve ince” bir tarzla sürdürüldü. Ama bunun için
İttihatçı-Kemalist yüzün üzerine “Kürt ve Müslüman” maskesi çekildi.
Yani AKP Türkiye’de “Türk ve Müslüman” iken Kürdistan’da “Kürt ve
Müslüman” oldu.
2011 yılında AKP cuntası, ABD ve Suudi
sermayesinden palazlanan Fetullah Gülen’den aldığı destek ile PKK’yi
tümden tasfiye etmeye yoğunlaştı. Bir taraftan tasfiye operasyonu
yürütürken bir taraftan da dış ve iç kamuoyuna yönelik “demokratik
açılım” adı altında bir süreç başlattı. Bu çerçevede atmış olduğu
adımlar tamamıyla kamuoyunu kandırmaya ve kendisine bağlı işbirlikçi bir
Kürt yaratmaya yönelik bir çaba olmuştur. Kuzey Kürdistan’da kurmuş
olduğu dernek ve sivil kurumlarla, dini duyguları kullanarak tabandan
halkı örgütlemeye çalıştı. Yine bölgeye atamış oldukları tüm imamlar,
sağlık memurları, polis, emniyet müdürleri, kaymaklar, valiler,
öğretmenler vb. tüm memurları cemaate yakın adamlarını atayarak
Kürdistan’ı yeniden fethetmeye çalıştı. Deyim yerinde ise devletin tüm
maddi ve manevi imkânlarını PKK’nin tasfiyesinde kullandı.
Bu
çerçevede bölgesel güçlerle ittifaklar yaparak PKK’ye karşı mücadele
yürütürken, bir taraftan da ABD ve NATO’ya kendini pazarlayarak
bunlardan aldığı destekle Medya Savunma Alanlarına yönelik saldırılar
başlatmıştır. Bu şekilde PKK’ye karşı geliştirilen uluslararası komployu
güncelleyerek yeni sürece göre uygulamaya koymuştur. ABD ve Türkiye’nin
yapmış olduğu anlaşma çerçevesinde PKK’ye karşı yüksek teknolojiye
dayalı olarak, bütün uydu-hava-kara imkânları kullanılarak istihbarat
toplama faaliyetleri yapılarak Türkiye’ye destek sunulmuştur. Kürt Halk
Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik tecrit uygulamasının başlatılması ile
birlikte medya savunma alanları da son teknoloji silahlarla vurulmuştur.
AKP’nin
2008 yılı itibariyle tamamen yürürlüğe koyduğu tasfiye konseptiyle
AKP’nin Kürt sorunu demokratik yollarla çözen değil de PKK’yi çözmeye
dönük bir strateji izlendiği açığa çıkmıştır. AKP hiçbir zaman çözüm
gücü olmayacaktır. Tersine soykırım ve katliam gücü olarak kendi
varlığını sürdürmeye çalışan, Beyaz Türkçülüğü kat be kat aşan; Yeşil
İslamcı-Türkçülüğü benimseyen faşist bir yapıya dönüşmüştür. Aslında
gerçek kimliği açığa çıkmıştır.
“Sıfır Sorun Politikası” Türkiye’yi uçurumun eşiğine getirdi
AKP
hükümeti iç politika da ciddi bir tıkanıklığı yaşarken aynı paralelde
dış politikada da iflasın eşiğine gelmiş bulunmaktadır. Dış politikasını
Ahmet Davutoğlu’na teslim eden Cemaat ve AKP hükümeti iç politikada
olduğu gibi dış politikada da popülist ayakları sağlam yere basmayan
bölgede ki güçleri ve dengeleri iyi hesaplamayan günü birlik ve sadece
ekonomik çıkara dayalı politikalarla komşu ülkelerle “sıfır sorun”
stratejiyle işin yürüyebileceğini sandı. Gitmiş oldukları her ülkede
cemaate yakın iş adamlar ordusu ile giden her gittikleri ülkede
karşılıklı vizeleri kaldırarak iç ve dış kamuoyuna mesajlar verdiler.
Çok geçmeden bölgede başlayan halk isyanlarıyla birlikte uzun süreden
beli üzerinde çalışmışmış oldukları “sıfır sorun” stratejisinin aksine
tüm komşularla sorunlu olan Libya, Mısır, Suriye ve İran karşı saldırgan
bir pozisyon içine girerek ABD ve İsrail ile ortak hareket etmeyi kendi
çıkarlarına daha uygun bulmuştur. Buda iç politikada olduğu gibi dış
politikada da AKP ve Gülen Cemaati kaybetmekten kendini
kurtaramayacaktır. Suriye konusunda Arap birliğinin tavrı Türkiye’yi bu
işten tümden devre dışı bırakma durumudur. 2012 yılında bu durum daha da
belirginlik kazanacaktır.
AKP hükümetinin Kürt sorunu ve dış
politikada ki başarısızlığı Gülen Cemaati ile aralarını açmış Gülen
Cemaati direk Erdoğan’dan iç ve dış politikaya müdahil olmamasını bu iki
önemli konuyu kendilerine bırakmasını talep ettiği söylendi. Gülen
cemaatinin bu talebi elbette ABD ve İsrail’in talebi olarak yorumlamak
çokta abartılı olmayacaktır. ABD son dönemlerde oldukça popülist ve
adeta kendinden gecen Erdoğan’ın bu tutumundan oldukça rahatsız ve
ilerisi içinde kendi politikaları için tehlikeli olarak görmüştür.
Amerika’daki
bazı çevrelerin Türkiye’de Fetullah Gülen ve AKP’nin yükselişinden
duydukları kaygıları dile getirilmektedir. 2012 yılı içinde ABD’deki
başkanlık seçimleri sonrasındaki iktidar değişimi yeni bazı gelişmeleri
ortaya çıkarabilecektir. Kürtlerin bölgede önemli bir aktör olarak güç
kazanma durumu söz konusu olabilecektir. Buna karşı Türk(AKP)
devletinin, Kürt iradesini önlemeye dönük kendisini yine ABD ve İsrail’e
pazarlayarak bazı çıkışlarda bulunma ihtimali vardır. ABD’nin bu
konudaki tutumu ise, tüm bölgeyi içine alan bir dizayn hareketinde Türk
devleti gibi tek seçeneğe mahkûm olmanın kendisine baştan kaybedeceğinin
farkındadır. Bir taraftan Saddam, Mübarek gibi diktatörlüklere karşı
olduğunu söylerken diğer taraftan Erdoğan gibi yeni diktatörlüklerin
ortaya çıkmasına izin vermeyecektir. Bir dönem, “ ne olur bize bir şans
daha verin, AKP’yi delikten süpürüp atmayın” diye yalvaran Cüneyt Zapsu
kendi soyuna ihanet etmiş devşirmeler şimdi de ABD ve İsrail’e
yalvararak, “her türlü taşeronluğunuzu yaparız. Bölgede sizin adınıza
tek güç biz olalım” yaklaşımı Türkiye’yi en fazla köşeye sıkıştıran
bölgede ki tüm güçleri karşısına alan bir duruma yol açmaktadır. PKK ve
Kürt karşıtlığında, ABD ve İsrail taşeronluğu Türk dış politikasını
iflasın eşiğine getirmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder