5 Mart 2012 Pazartesi

Otuz Yıl Sonra Yeniden Açlık Grevindeyim...

Fuat Kav
 
 
Bazen belleği bellek yapanın, onu tarihin arşivi haline getirenin duygu olduğunu söylediğimde kendi kendime kuşkuya düşer, ardından bilimle çeliştiğimi düşünerek kocaman bir 'acaba' kafamda oluşur. Sonra da her şeyi yorumlayıp biçimlendiren ve zaman içinde belli bir öze kavuşturan düşüncenin, bir başka ifadeyle bütün buna anlam kazandıran insanın rolünü sıradanlaştırdığım korkusuna kapılırım.

Ama zaman zaman bellek yoklamasına gittiğimde ve benim üzerimde büyük izdüşümleri olan olayları yeniden hatırladığımda 'hayır' diyorum. Öyle düşünerek ne düşünceyi, ne insanı, ne de tarihin gelişim çizgisini reddetmiş oluyorum. Gerçekten de duygunun son derece anlamlı olduğunu, belleği oluşturma ve tarihin yapıcıları olan olay ve olguların hatırlanmasında son derece etkin olduğunu bu son birkaç gün içinde artık kesin ikna olmuş oldum.

'Nasıl böyle kesin bir sonuca ulaştın' derseniz, vereceğim yanıt son derece basit olur: Açlık grevinin ilk gününde, hatta yaptığımız basın açıklaması sırasında, 14 Temmuz 1982 yılında Diyarbakır Zindanı'nda başlatılan Büyük Ölüm Orucu eylemi ilk düşünsel değil, duygularımla derin bir biçimde hissetmiş oldum. Burada düşünce ile duyguların birbirinden kopuk olduğuna dair herhangi bir yanılgıya girdiğim sanılmasın. Vurgulamak istediğim, o vahşet sürecini ve ona karşı başlatılan o büyük eylemi ilk duygularımla hissettim, ardından da düşünce dünyamla adeta bir kez daha o anı yaşamış oldum.

Hayrı, Kemal, Akif ve Ali geldi ilk duygularımın gözlerinin önüne. Evet, duygularımın gözlerine ilk takılan Hayrı, ardından Kemal, sonra Akif ve daha sonra da Ali oldu. Sonra birer halka gibi beni saran bu kahramanlar, tek tek halka biçiminde birleşerek beni adeta yeniden 1982 yılının o karanlık ve hain günlerine götürdü.

Eylem biçimi aynıydı, beden aynı ağırlığı hissedecekti, derilerimiz pul pul dökülecek, hücrelerimiz birer birer ölecekti, ölüm yavaş yavaş yaklaşacaktı bize, görme ve iştime, yürüme organlarımız yavaş yavaş işlevlerinin gereklerini yerine getiremeyeceklerdi. Ama Hiçbir şey o zamanki gibi değildi ve olmayacaktı. O karanlık ve vicdanı olmayan zamanda girdiğimiz ölüm orucunda etrafımızda tek bir ses, havaya kaldırılan bir tek yumruk, zafer işareti yapan tek bir parmak yoktu. Bırakalım bizi temsil eden bir bayrak, üstümüzdeki giysiler bile zalimlerin saldırısında paramparça olmuş ve yarı çıplak halde çıplak bir hücreye atılmıştık.

İnsanlık tarihinin yazıldığı bir andı, ama insanlık adına tek bir kırıntı bile yoktu. Zebaniler kolumuzdan tutarak tek kişilik hücrelere atılmış ve her birimizin arasında en az iki hücre boş bırakılmıştı. Hücreler farelerle doluydu, birer askeri battaniye ve içinde her türlü metal ve plastik maddenin olduğu birer yatak verilmişti. Ama Hayri arkadaşa bir battaniye ve o yatak bile çok görülmüştü.

Aradan yıllar geçmişti, tam otuz yılın ardından yeniden açlık grevine başlamış oluyordum. Daha doğrusu zindandan çıktıktan sonra ilk kez bir açlık grevine giriyordum. Hayat çok daha farklıydı. Belki Kürtler hala özgürlüğüne kavuşmamıştı, tasfiye konseptleri hala devam ediyordu. Ama bizimle birlikte büyük bir kitle vardı, bizi adeta sarmalayan dostlarımız, arkadaşlarımız ve yoldaşlarımız vardı. Havaya kalkan yüzlerce yumruk, zafer işareti için parmaklar ve Kürt halkının iradesini temsil eden bayraklar vardı.

1982 yılında büyük ölüm orucuna girerken büyük bir ölüm sessizliğinin eşliğinde hücreye atılmıştık, bu sefer büyük bir kitle ile birlikte yerli ve yabancı basının önünde basın açıklamasını yaparak başlamıştık eyleme. Buydu işte büyük ölüm orucunun görkemliği, Hayri, Kemal, Akif ve Ali'nin her gün hücre hücre erimesinin sonuçları böyle ortaya çıkmıştı işte.

Büyük ölüm orucuna karanlık, fare ve bitlerle dolu, küflü ve adeta Kerbela’yı andıran o cehennemde başlamıştık, bu kez tanrının evi olarak bilinen bir kilisede başlamıştık. Kimse bize yer vermediği için bir kilisede izinsiz ve kimseye haber vermeden başlamış ve ardından kilisenin papazını çağırarak eylemimizin amacını izah etmiştik. Papaz gerçekten de tanrının evine layık bir biçimde yaklaşmış ve bize bir yer ayarlamıştı. Ama benim için en dikkat çekici fark canlı, kalıba sığmayan ve zafere kilitlenmiş yeni bir nesille eyleme girmiş olmamdır. Genç kadın ve erkeklerle böylesi tarihi bir yolculuğa çıkmak en az zaferi görmek kadar anlamlıdır. Bir de o zaman cuntaya karşı bir tek direniş odağı yokken, bugün dağlarda, şehirlerde, ova ve zindanlarda büyük bir direniş dalgası vardır.

Bugünü o günden ayıran diğer temel bir özellik de, bugünkü istemlerimizin Kürt halkının ve Önder Apo'nun özgürlüğüne kavuşturma eksenli olmasıdır. O zamanki amacımız zindanda boğdurulmak istenilen hareketi kendi bedenlerimizi siper ederek korumak ve 'bizim şahsımızda partimizi ihanet çizgisine çekemezsiniz' demekti.

Bugün, eylemimizin 5. gününde ekrana yansıyan gösteri ve taşınan pankartları görünce Kemal Pir'in açlık grevinin ilerleyen günlerinde, 'Şimdi parti ve Abdullah yoldaş ölüm orucuna girdiğimizi duymuştur. Belki bugün bir şey yapamazlar, ama adım gibi biliyorum ki birgün halkımız akın akın sokaklara dökülecek ve her birimizin posteri en yükseklerde taşınacaktır' deyişini anımsadım...

Haklısın Kemal yoldaş, haklısın, bugün Kürt halkı akın akın meydanlara akıyor, kadınlar özgürlük haykırışı ile 8 Martları kutluyor, çocuklar sömürgeciliğe karşı büyük direniyor, genç, yaşlı, kısacası yediden yetmişe kadar herkes özgürlük istiyor. Zafer günü de gelecek, gözün arkada kalmasın...

ANF NEWS AGENCY

Hiç yorum yok: