20 Temmuz 2011 Çarşamba

Kökler -I

İnsanlık için gelişme, yaşam mücadelesinde başarı kazanmakla gerçekleşir. Yaşam çabasında sağlanan başarı aynı zamanda gelişmenin de ölçüsüdür.


“Sadık şehir nasıl fahişe oldu! O şehir ki, hakla dolu idi! Onda adalet yer tutmuştu, şimdi ise adam öldürenler. Gümüşün cüruf oldu, şarabına su katılmış. Reislerin asi, hırsız da ortakları; her biri rüşvet seviyor ve hediyeler peşinde gidiyor; öksüzün hakkını vermiyorlar ve dul kadının davası onların önlerine gelmiyor.”
(Tevrat, İşaya, Bap 1)
                                                                                                                        
Eski Ahit’i (Tevrat) okuyanlar, bu kitabın daha ikinci sayfasında, merkezinde Kürdistan’ın yer aldığı ve Dicle ile Fırat’ın suladığı toprakların cennet olarak tanımlandığını göreceklerdir. Aden adıyla anılan bu topraklar, Batı dillerine Eden olarak geçmiş ve ‘cennet’ karşılığı olarak kullanılmıştır. Daha öncesinde de Sümerler, Mezopotamya topraklarının Dicle ile Fırat nehirlerinin çıktığı bölümüne Suyun Evi diyorlardı. Cenneti sulayan her iki nehir bu evden çıkıp bereket dağıtan uzun yolculuğuna başlıyordu. Kürdistan ve bir bütün olarak Mezopotamya toprağı insanlığın ilk evi, anamız Havva ile atamız Âdem’e yurt olmuş Cennet Bahçesiydi. Dicle ile Fırat’ın içinden geçtiği toprakların merkezinde yer alan Urfa kenti ise, genellikle peygamberler diyarı olarak anılıp anlam kazandı. Yakın bir dönemde başlayan yeni Kürt tarihi içinde de Urfa yine öne çıkıp Güneşin Evi haline geldi. Kürt halkı için Başkan APO ‘Özgürlük Güneşi’ydi ve bu güneş Urfa’dan doğmuştu. Urfa bir kez daha kendi tarihsel misyonuna yaraşır bir doğuşa ev sahipliği yapmış ve yeni türden bir ‘peygambersel çıkışın’ doğum yeri olmuştu.
Peki, Kürt Güneşi’nin Urfa’dan parlaması sadece bir tesadüf müydü? Tükenişin eşiğine gelmiş veya getirilmiş Kürt halkının beklediği diriliş mucizesi Urfa’dan değil de Kürdistan’ın başka bir alanından çıkmış bir insanın eseri olabilir miydi? Hiç tereddüt etmeden bu sorulara hemen olumsuz cevap vermek belki doğru olmayabilir; böyle bir önderliğin doğuş yerinin Urfa olması tesadüfî bir gelişme sayılabilir. Ancak yine de Kürt Güneşi’nin doğuş yerinin Urfa olması, Urfa’nın tarihsel gerçekliğine denk düşen ve herkesçe kabul görebilir bir olaydır.


Sadece uygarlık tarihi boyunca değil, uygarlık öncesi toplumsal tarihte de Urfa’nın yeri son derece önemlidir. Urfa ve çevresi sözcüğün gerçek anlamında bir insanlık beşiğidir. İsa’dan 500 bin yıl öncesine kadar götürülen paleolitik dönemde bile Urfa toplayıcılık ve avcılıkla geçinen insan topluluklarına kucak açmış; insanlığın üzerinde kesintisiz bir biçimde en uzun süreli yaşadığı bir alan olmuştur. Zengin bitki örtüsü ve avlanmaya uygun hayvan türlerinin bolluğu, buranın insanlık için kalıcı yurt olmasında temel rol oynamıştır. Tevrat’ta sözü edilen Aden Bahçesi, tanımlanan pek çok özelliğiyle esasında Urfa ve yöresini çağrıştırır. Her türlü meyve ağacının toprağında boy verdiği bu kutsal bahçe, bugün bile hala sözü edilen bu özelliklerini korur. Armut, ayva, elma, erik, zeytin, fıstık, badem, ceviz, kayısı, şeftali, kiraz, vişne, zerdali, dut, incir, nar, üzüm ve hatta tüm narenciye türleriyle donanmış Urfa toprağı; yaşamını meyve ve kök toplayarak sürdüren insanlar için “görünüşü güzel ve yenilmesi iyi olan her ağacın” yerden bittiği cennet köşesi demektir. Bir bakıma neolitik toplum öncesinin hazır besin maddeleriyle geçinen küçük insan topluluklarının yaşam gerçekliğini ifade eden Aden Bahçesi hikâyesi, bize Urfa toprağının bereketli yüzünü gösterir.


Yerleşik yaşama geçip toprağı tarımsal üretime açmayı, mağaradan çıkarak taştan ve ağaç dallarından yapılan evlere yerleşmeyi ve toprağı kalıcı yurt edinmeyi anlatan neolitik devrimin ilk geliştiği alanların başında yine Urfa gelir. Buğday, arpa ve mercimek burada ekilen ilk tahıl türleridir. Bugün bile buğdayın birçok toplum için temel besin kaynağı olduğu gerçeği dikkate alındığında, buğday ekiminin insanlığın gelişiminde nasıl bir rol oynadığı çok daha iyi anlaşılır. Yerleşik yaşama geçiş, insanlığın gelişiminde ve bugünkü gelişme düzeyine ulaşmasında belirleyici bir yere ve öneme sahiptir. Urfa’nın üretime açılan ilk topraklar arasında yer alması tesadüfî değildir. Günümüzde bile Urfa sınırları içinde kalan toprakların yüzde 98,3’ünün ekilebilir özellikler taşıması, onun neden neolitik devrimin merkezi olduğuna açıklık getirmektedir. “Halil İbrahim bereketi”, gerçekte Urfa toprağının müthiş verimliliğini ortaya koyan bir halk deyişidir. Ekilen bitki türleri zamanla çeşitlilik kazanır; buğday, arpa ve mercimeğe mısır, darı, nohut, çiğit, burçak, susam, soğan, sarımsak ve biber eklenir. Tahıl ve meyve bolluğuna hayvanların evcilleştirilmesi de eklenince, insanlık artık yeryüzü cennetine giriş yapmış demektir. Hayvanların eti, sütü ve yağı kadar üretimde kullanılması, bu cennet tablosunu daha çekici hale getirir.
İnsanlık için gelişme, yaşam mücadelesinde başarı kazanmakla gerçekleşir. Yaşam çabasında sağlanan başarı aynı zamanda gelişmenin de ölçüsüdür. Avcı ve toplayıcı insan gruplarında sonuç almak çoğunlukla tesadüfe bağlıdır; bu durumun yaşam koşullarını oldukça zorlaştırdığı kesindir. Bu açıdan tarımsal üretime geçiş, insanlığın gelişme tarihi açısından muazzam bir devrim niteliğindedir. Avlanacak hayvanlar, gıda malzemesi olacak bitki kökleri ve meyvesi bol yeni alanlar bulmak zorunda olan topluluklarda soyun sürdürülmesi çoğu zaman tehdit altındadır. Zamanında ve yeterli miktarda gıdaya ulaşmamak, bazı topluluk üyelerini, hatta tüm bir topluluğu yok olmaya götürebilir. Bu yüzden özellikle bu dönem açısından sonraki kuşaklarda önceki kuşaklara oranla nüfustaki artık temel bir gelişme belirtisidir. Nüfus artışını sağlayan şey öncelikle güvenceli besin kaynaklarına ulaşmaktır. Toprağın tarımsal üretime açılması ve hayvanları evcilleştirme, bu güvencenin sağlanması demektir. Böylece toplum eskiye oranla inanılmaz ölçüde gelişme imkânı elde etmiş ve bir bakıma kendi türünün gelişimini sağlam koşullara dayandırmıştır. 


Gıda, hem toprağa yerleşme öncesindeki hem de yerleşik insan için yaşamın idame ettirilmesiyle özdeştir. Başkan APO’nun da özenle vurguladığı gibi, kutsallık kavramının kökeni Sümerce’dir ve gıda anlamına gelen ‘kauta’dan türetilmiştir. (Qaute, Dersim yöresinde kızartılan buğdayın öğütülmesiyle elde edilen bir besin türüne verilen addır.) Her türlü özlemini içinde bulabileceği ve her çeşit güzelliği içine sığdırabileceği bir gerçeklik olması nedeniyle, yaşamı mümkün kılan her şeyin insan açısından kutsal sayılması doğaldır. Bu arada işin içine insan emeği de girmekte ve topraktan ürün elde etmeyi sağlayan en temel unsurlardan biri olmaktadır. Toprakla haşır neşir olanın esas olarak kadın olması ve kadın emeğinin üretime damgasını vurması, aynı kutsallığın kadına da atfedilmesine yol açmaktadır. Kadın ve toprak, ortak özelliklere sahip iki varlık olarak algılanmakta, yaratıcı özellikleri her ikisinin de kutsallaştırılmasına götürmektedir. Toprağa ana sıfatının eklenmesi, ondaki yaratıcılık işlevi nedeniyledir. Ana-kadın bu yanıyla topraktan önde ve üstün görünür. Çünkü kendisinden üstün olanın işlevini yüklenen kadın değil topraktır. Sadece analık işlevi bakımından değil, barınak kurması, toprağı işleyip ürününü devşirmesi, ağaç dikmesi, hayvan beslemesi ve böylece insan türünün yaşam güvencesini sağlam temellere oturtmasıyla kadın en çok saygı kazanan güç olarak toplumda ön plana çıkmaktadır. O artık bolluğun ve bereketin sembolü olan ana tanrıçadır. Uygarlığa geçişle birlikte ezilenlerin düşlediği yitik cennet, işte onların bu topluma duydukları özlemi yansıtır.


Toprak yalnızca ayaklarımızın yeri tutmasını sağlayan ve boşlukta yaşadığımız duygusuna kapılmamızı önleyen bir olgu değildir; ondan çok daha öte bir şeydir. Toprak gözlerimizi yaşama açtığımız kutsal beşiktir, sayısız zenginlikleriyle bizi besleyip doyuran anadır; tarihsel geçmişimizle derinliklerine kök saldığımız anayurttur; üzerinde geleceğe ilişkin tüm düşlerimizi gerçekleştirmeyi düşündüğümüz dünyamızdır. Onu severiz, çünkü ona borçluyuz; gereksindiğimiz her şeyi bize bağışlayan odur. Verdikleri için kendisini doğru sahiplenmek dışında bizden hiçbir karşılık beklemez. Dolayısıyla vatan adını verdiğimiz topraklara, küçümsenmeyecek bir bedel karşılığında kolayca başkalarına devredebileceğimiz sayısını bilemediğimiz kadar çok parselden oluşmuş bir arsalar veya tarlalar toplamıymış gibi yaklaşamayız. Bunun milliyetçilikle hiçbir ilgisi yoktur. Tabii milliyetçilikte de bolca vatanseverliğe vurgu yapılır. Bir İrlandalı sosyalistin dediği gibi, milliyetçi sloganlarla ortaya çıkan burjuvazi de vatanı sever; ancak o, vatanın kendisine borçlu olduğuna inanır. Onun vatan sevgisi, üretime yeni sokulmuş ve kazanç sağlayacağına inandığı bir makineye duyulan sevgiye benzer. Kendisine yatırılmış sermayeyi çıkarıp kâra geçen bir makine artık her an için devreden çıkarılabilir ve eski önemini kaybeder; sahibinin gözünde eski değerini yitirir. Burjuvazinin vatana yaklaşımı da aynen böyledir. Burjuvazi, ulusal devlet denilen aygıta, oldukça geniş bir çiftlik olarak algıladığı vatan topraklarından borçlarını tahsil edebilmek için ihtiyaç duyar. Aslında ülkesine sınır bekçileri diken devletle bir çiftliğin etrafına çekilmiş tel örgüler arasında ciddi bir fark yoktur. Her ikisi de özünde aynı işlevi görür. Her ikisinde de mülkiyet ve onu koruma yaklaşımı vardır.


Urfa ve çevresinin merkezini oluşturduğu bereketli toprakları yerleşim alanı olarak seçen ilk insanların toprağa ve özünde aynı anlama gelen vatana yaklaşım biçimleri çok daha gerçekçi ve soyluydu. Onlarda mülkiyet duygusu yoktu. Bugün dünyaya hükmeden zihniyetin tarihi bunu yazmasa da, bu insanların üzerinde yaşadıkları topraklarla organik bir ilişkileri vardı. Bu, oldukça hayat dolu bir ilişkiydi. Doğayla, doğanın canlı ve cansız tüm varlıklarıyla güzel bir ilişkileri söz konusuydu. Tıpkı bugün hala Kürdistan’ın bazı yerlerinde kalıntılarına rastlandığı gibi, gösterişli yüksek dağlar ve tapınakları olan dağ gölleriyle, tapınakları olan ırmaklarla, “görünüşü güzel ve yenilmesi iyi” tüm meyve ağaçlarıyla adeta insanla konuşurmuş gibi konuşuyorlardı. Dilleri doğanın diline çok yakındı ve belki de aynıydı. Onlar bugünün kırılıp parçalanmış insanı gibi kendilerine yabancılaşmamışlardı. Tabii onların tapındıkları gerçekliklerle ilişkileri, bilinen tapınmalardaki gibi bir köle ile efendi ilişkisi değildi. Bu ilişki kendileriydi, kendi istekleriydi. Onlar bir dağa veya bir ırmağa seslendiklerinde, sadece karşılarındaki canlı ve kişilikli doğaya değil, aynı zamanda kendilerine seslenmiş oluyorlardı: kendi ruhlarındaki dağa ve ırmağa sesleniyorlardı. Onlar için ülke işte buydu. Bugün de kendi kökleriyle bağlarını koruyan her Kürd’ün hala ruhunda ve bilincinde yaşattığı ülke budur. Bu onun canlı ve yaşayan anayurdu, dünyanın bütün uzaklarına götürdüğü ülkesi, kendisiyle özdeşleştiği Kürdistan’ıdır. Bu, hiç kimsenin işgal edemediği, kimsenin ele geçiremeyeceği özgür bir ülkedir. Bu, kendi kökleri üzerinde özgür olarak yükselmek isteyen Kürd’ün ruhudur. Ve bu aynı zamanda bir insanlık bilincidir.


Milliyetçiliğin en büyük erdeminin her sorun için bir çözümden çok bir sorumlu bulmak olduğu tamamen doğrudur. Sorumlu da nedense sürekli başkası olur, milliyetçiyse kırk kez zemzem suyuyla yıkanmışçasına temizdir. Elinden gelse ve uygun bir karşılık verileceğine inansa satmakta kesinlikle tereddüt etmeyeceği vatana sahte bağlılığı, aslında kendi mülkiyeti saydığı topraklara bedeli ödenmeksizin el konulmasına duyduğu tepkinin yansımasıdır. İşgal güçlerine sitem anlamına gelen tepkisi bu yüzdendir. Dolayısıyla bunların anayurt gerçekliğinin özüyle ilgisi bulunmamaktadır. Bu tür bir yaklaşımın köksüzlükle de bağlantısı vardır. Kimlik ve kişilikle kök arasındaki ilişki oldukça nettir. Kimliğe ve kişiliğe özünü kazandıran ve biçim veren köktür. İnsanın ve halkların kökleri varolmanın başlangıcına, daha doğrusu insani varoluşun kesinlik kazandığı neolitik topluma kadar uzanır. Daha öncesi hala bir bakıma köksüzlük dönemidir. Öncesinde tohum halini sürdüren insanlık gerçeği henüz ekilip kök salabileceği topraklara yerleşmiş olmaktan uzaktır. Bu haliyle sert rüzgârların önünde istemeden bir yerden başka bir yere savrulan bitki tohumlarını andırır. Bu açıdan ana toprakların derinliklerine uzanan köklerin bilinci, özünde insani varoluş bilincidir. 


Kök kavramı sıradan bir olgu değildir ve kesinlikle milliyetçiliği çağrıştıracak bir kavram olarak görülemez. Kök kavramını yakın sayılabilecek bir dönemde gerçekleşen ulusal şekillenmenin dayandığı temelleri açıklamak amacıyla kullanmak, onu son derece daraltıp basitleştirmek, hatta karikatürize etmektir. Ulus, belli bir tarihsel döneme tekabül eden bir toplumsal kategoridir. Ulusal bağları geliştiren ve ulusal devletlerin kuruluşuna götüren gelişme, özellikle Avrupa açısından, çokça kullanılan bir ifadeyle, kapitalizmin şafak vaktine denk düşmektedir. Bu açıdan yaşam süreleri konusunda kesin bir belirlemede bulunmak doğru olmasa da, uluslarla ulusal örgütlenmelerin geçici olgular olduklarını belirtmek yerindedir. Geçici olanı sonsuza dek devam edecek bir olguymuş gibi ele almak tam da burjuva milliyetçiliğine ve onun aşırıya vardırılmış biçimi olan şovenizme özgü bir yaklaşımdır. Türkiye’de her ağzını açan her politikacının Türk ulusunun bekasından dem vurması bunun en çarpıcı ifadesidir. Oysa ulus gibi bir olguda kalıcılık veya ölümsüzlük diye bir şey asla söz konusu olamaz. Dolayısıyla kalıcı olmayan bir şey için kökler aramak ve üstelik bunu başka bir yerde değil de sınıflaşma gerçeğinde bulmak gülünçtür. Varlığı devletle özdeş hale getirilen ulusun şanlı tarihini cilalayıp parlatarak halkı buna tapınmaya çağırmak, içerisinde sayısız murdarlıklar ve çürümüş kemik yığınlarından başka bir şey bulunmayan mezarlara dışarıdan kireç vurup beyazlatmak gibi son derece ucuz bir yaklaşımdır. 


Kendi atalarını kimseye aman vermeyen, üç kıtada at koşturup düşmana kılıç sallayan ve kelle kesen ölüm makinelerinde bulan bir mantık, aslında temel insani köklerinden kopmuş güçlerin mantığıdır. Günümüzde insan soyunu tehdit eden her türlü kötülüğün, kanlı savaşların, tüyler ürpertici zulüm ve zorbalığın nedenlerinden biri de, kendi köklerini sınıflı toplum tarihinde arayıp bulma yaklaşımında yatmaktadır. Başkan APO’nun sözünü ettiği kök kavramı hem çok daha farklı bir içerik taşır, hem de en doğru ve bilimsel olanıdır. Aynı şekilde bir bekadan söz etmek gerekirse, baki olan ulus değil insandır, insanlıktır. Bu yüzden Başkan APO’nun sözünü ettiği şey ulusal bir kişilikten çok ve ondan daha önce, insan olarak Kürd’ün kökleridir.


Elbette Kürt toplumu da öteki halklar gibi bir ulusal gelişme sürecinden geçecektir. Nitekim bu halkın günümüzde içinden geçmekte olduğu süreç bir yönüyle uluslaşma sürecidir. Ancak bu uluslaşma özü bakımından başka halkların yaşadığı uluslaşmalara hiç benzememektedir. Her şeyden önce Kürt halkını uluslaşma yoluna sokmanın yanı sıra, bu uluslaşmaya damgasını vuran da yine Başkan APO’dur. Apocu düşünce ve tarih anlayışı Kürt ulusunu şekillendiren en temel unsurdur. Bu anlayışın yön verdiği kök arayışı ya da ulusal kimlik mücadelesinde ötekine bakarak kendini tanımlama yöntemine fazla itibar edilmemektedir. Ötekine bakarak kendi gerçekliğine anlam yüklemek, onun yaşadığı konumu yakalamaya çalışmak demektir. Öteki bir gerçektir ve gerçekliğine saygıyla yaklaşmak gerekir; ancak benim anlamım yalnızca onun varlığına bağlı olamaz. Böyle davranırsam, öne çıkardığım şey öz değil biçim olur. Biçimi öne alan bu yaklaşıma bağlı olarak, onun devleti varsa ben de devlet sahibi olmalıyım, o kendi anadilini konuşuyorsa ben de konuşmalıyım, o ülkesinin etrafına sınırlar çizip mayınlar döşüyorsa ben de öyle yapmalıyım, onun ordusu ve polisi varsa benimki de olmalıdır, hiçbir şeyde ondan eksik kalmamalıyım derim. Özce “Ben senden farklıyım, öyleyse beni böyle benimseyecek ve ne kadar batsam da varlığıma tahammül edeceksin” cümlesiyle özetlenebilecek bu dayatmada ortaya konulan farklılık, öze değil biçime ilişkin bir farklılıktır. Hatta burada farklı denilen şeyler bile birbirine hayli yakındır. Ulusal düşmanlıklar ve bu temelde yaşanan savaşlar aslında bu yaklaşımdan kaynaklanmaktadır.


Ulusun, daha doğrusu ulusal devletin köklerini ataların kahramanlıklarına dayandırmada çocukça bir yan vardır. Kavga eden iki çocuktan daha güçsüz olanı ve kavgada yenik çıkanı, çoğu kez dayak yediği rakibini dayısı veya bir başkasıyla korkutmayı dener: “Hele bir dayıma söyleyeyim, o zaman görürsün gününü” diye tehditler savurur. Aşiret topluluklarında da yine buna benzer bir yaklaşımı çarpıcı bir biçimde gözlemlemek mümkündür. Düşman iki aşiretten çatışan kişiler çoğunlukla yaşayan veya yaşamayan yakın atalarının kahramanlıklarına sığınırlar. Bu sığınma bazen bir aşiretin tümünü kapsar, aşiretin kahramanlarına ve kahramanlıklarına övgüler düzülür. “Ben bir yumrukta koca bir aslanı devirmiş adamın oğluyum” ya da “Benim aşiretim şu kadar baş kesmiş, şu kadar kişinin hanesini viraneye çevirmiş bir aşirettir; beni iyi tanı!” cinsinden basit kahramanlık naralarına aşiret çatışmalarında sıkça rastlanır. Bu koçaklamayla övgüsü yapılanların bütün meziyetlerinin övgüyü yapanlara geçeceği gibi bir inanç vardır. Ancak ister çocukça bir saflığın sonucu olsun, ister aşiret mantığından kaynaklansın, kendini atalarıyla özdeşleştiren bu yaklaşım oldukça geri ve ilkel bir yaklaşımdır. Ne yazık ki, geriliği ve ilkelliği onun etkili olmasına engel değildir. Tersine bu özellikleriyle şiddet ve saldırganlık eğilimini daha da güçlendirir. 


Bu tür saldırgan bir milliyetçilik, burjuvaziye özgü bir ideoloji olmaktan çok, aşiret şovenizmine daha yakındır. Burjuvazi kendi otoritesini atalarına değil yaptıklarına dayandırır. Sanayi devrimi gibi bir devrime öncülük yapmış ve her alanda muazzam değişikliklere yol açmış bir sınıf olarak böyle davranması bir bakıma doğaldır. Geçmişte kutsal sayılan her şeyi basit birer meta derekesine düşüren, katı olan her şeyin buharlaşıp havaya karıştığı baş döndürücü bir değişim sürecini başlatıp hız kavramına yeni bir içerik kazandıran, eskinin üstü örtülü sömürü yöntemlerini açık, dolaysız ve acımasız sömürü biçimlerine çeviren bir sınıfın özellikle gelişme aşamasında kök diye bir olguyu kesinlikle dikkate almayacağı, hatta köklerinden kopmaya çalışacağı açıktır. Ona göre insanlığın gelişimi kendisiyle başlamıştır ve insanlığın son sözü de yine kendisi olacaktır. Her şeyi kendisiyle başlatma ve kendini dünyanın merkezine oturtma eğilimi, en ilginç ve çarpıcı biçimiyle Avrupa’nın (ve Avrupa burjuvazisinin) yaklaşımında kendini gösterir. Öyle ki, bu benmerkezci yaklaşımını dünyanın değişik bölgelerini adlandırmasına bile yansıtır. Nitekim Yakındoğu, Ortadoğu, Uzakdoğu gibi alanlar, kendini dünyanın merkezine yerleştiren Avrupa’nın doğusuna göre yakın, ortada ya da uzak sayılmaktadır. Bu benmerkezcilikte geçerli olan, köksüzlük veya köklerin inkarıdır.


Aşiret şovenizmine yakın milliyetçilikte ise, değişimden ziyade bir donmuşluk söz konusudur. Burada katı olan her şey daha da katılaşmakta, değişime karşı görülmemiş bir direnç yaşanmaktadır. Bu durum özellikle zihniyet alanında kendisini daha açık bir biçimde ortaya koymaktadır. İç dinamiklerine dayalı bir kapitalist gelişmeye fırsat bulamamış toplumlarda atalarının kostümlerini giyinip kendi güçsüzlüklerini gidermek isteyen egemen güçler, böylece altyapıda önüne geçemedikleri değişimin üstyapıya yansımasını önlemeye çalışmaktadır. Çarpık kapitalist gelişme etkisini sadece ekonomik ilişkilerde değil yaşamın her alanında hissettirmekte, beyinlere şırınga edilen şoven bir ideolojiyle toplumun düşünce yapısı alabildiğine bozulmaktadır. Sürekli tekrarlanan düşman tehdidi bir paranoya halini almakta; gerçekler karşısında düşünerek tutum belirleyip harekete geçen bir toplum yerine refleksleriyle hareket eden sürüler yaratılmaktadır. Şovenizmle sürü durumuna düşürülmüş bir toplumda egemenlerin beğenmediklerini hedef gösterip linç ettirmeye yönelmeleri epeyce kolaylaşmaktadır. Bu paranoyak ruh hali zamanla egemenlerden çok kitleleri etkisi altına almakta, hatta bazen dönüp yaratıcısına yönelecek kadar dehşet verici boyutlar kazanmaktadır. Bu açıdan saldırgan bir şoven milliyetçi histeriye yalnızca egemenlere özgü sapkın bir davranış biçimi olarak bakmak yanlıştır. Milliyetçi histeri son derece bulaşıcıdır ve bu rahatsızlıktan en fazla etkilenen toplumsal kesim halkın kendisidir. Bu noktada egemen güçler şovenizmde bir ayarlamaya gidebilir ve belli bir denge tutturmaya çalışabilirler. Buna karşılık bir kez bulaşmaya görsün, şovenizmle kirletilmiş olan bir halk dengesini tamamen yitirmekte ve kimi durumlarda kan kokusunu duymadan yatışmaya yanaşmamaktadır.


Kürt halkı milliyetçi duyguları en zayıf halk durumundadır ve bu da onun şansıdır. Bu noktada Kürtleri şanslı kılan şey, kan dökmelerini kışkırtacak ölçüde güçlü ve örgütlenip devlet olmuş egemen sınıflardan yoksun olmalarıdır. Kürt egemenlerinin tarihi, esas itibariyle tipik bir işbirlikçiliğin, uşaklığın ve ihanetin tarihidir. Kürt halkının ihanetin çirkin yüzü dışında, kendi egemenlerinin tarihinden devralabileceği ve ulusal gurur kaynağı olarak dayanabileceği hiçbir şey yoktur. Hırsızın ortağı, katiliğin yamağı ve cellâdın hempası kimliğine soyunmayı varlık gerekçesi yapmış olan bu güçlerden geriye kalan ne varsa hepsini reddetmedikçe, bu halkın kurtuluşu olanaksızdır. Başka bir deyişle uygarlık tarihi çerçevesinde bakıldığında, kendileri istemiş olsalar bile, Kürtlerin köklerini dayandırabilecekleri milli vasfına sahip egemenleri bulunmamaktadır. Bu eksikliğin Kürt halkını milliyetçiliğe düşmekten alıkoyduğu ve onu elleri temiz bir halk haline getirdiği kesindir. Aile ve aşiret geleneğine dayanan özelliklere sahip olan Kürt ilkel milliyetçiliği, bu yapısıyla gelişme olanağı bulamamış ve yok olmaya mahkûm güdük bir milliyetçilik türüdür. Bu milliyetçilik köklerini aile ve aşiret yapısına dayandırdığı için birleştirici değil bölücü, toparlayıcı değil parçalayıcı bir rol oynamaktadır. Dolayısıyla uluslaşmayı geliştiren değil, uluslaşma önünde en ciddi engellerden birini oluşturan bir güçtür. Süreklilik arz eden iç çatışmalar, onun ancak parçalanmış aşiret yapısı üzerinde vücut bulabileceğini ortaya koymaktadır. Bütün demokratik açılımlara kapalı ve özgürlüğe düşmandır. Kısacası Kürt uluslaşmasının başarısı bu milliyetçiliğin kesin olarak aşılmasına bağlıdır.

Ali Haydan KAYTAN

Hiç yorum yok: