20 Temmuz 2011 Çarşamba

90 Yıldır Kanayan Yara: Filistin -3


Savaştan sonra Milletler Cemiyeti dağılan imparatorluklardan arta kalan topraklarda, henüz kendi ulus-devletlerini kuracak düzeye gelmemiş halkları bu seviyeye gelinceye kadar gözetim altında tutma şekli olan manda idaresini tavsiye etmişti. Bu elbette, Büyük Devletlerin bölgeyi istedikleri gibi tasarlamaları için mükemmel bir yoldu, ancak bölgedeki milliyetçi hareketlerin ülkelerini yönetecek güçleri de yoktu. 


Manda İdaresi’nden İsrail Devleti’ne

29 Eylül 1923’te Filistin’de bir Britanya mandası kuruldu, buna Filistinliler itiraz etmediler. Balfour Deklarasyonu bazı değişikliklerle, Manda anlaşmasına dahil edildi. Örneğin Weizmann manda anlaşmasına ‘Yahudilerin Filistin’deki tarihi hakları’ (historical rights) ve ‘yeniden kurulma’ (reestablishment) ifadelerini koydurmak istiyordu ama Balfour’un yerine Dışişleri Bakanı olan Lord Curzon’un karşı koyması ile daha muğlak terimlerle, Yahudi halkının bölgeyle tarihsel bağlarından (historical connection) ve Filistin’de milli yurtlarını yeniden oluşturmalarından (reconstuting of the national home) söz edildi.

Anlaşmanın 2. maddesinde, Filistin’de yaşayanların ırk ve din farkı gözetmeksizin vatandaşlık ve dinsel haklarının korunmasından söz ediliyordu. 4. maddede, Siyonist Organizasyon/Yahudi Ajansı ‘yönetimi kontrol eden, ülkenin gelişiminde yer alan ve ona yardımcı olan kamusal bir yapı olarak tanımlıyordu. 5. maddede Filistin topraklarının bölünmezliği, parçalanmazlığı vurgulanıyordu. 6. maddede, nüfusun diğer bölümlerinin haklarını ve pozisyonunu zarar görmemek kaydıyla Yahudi göçünün uygun koşullarda gerçekleştirilmesini öngörüyordu. Özetle, Manda Anlaşması ile Balfour Deklarasyonu, uluslararası hukukun parçası haline getiriliyor, güvenceleri daha da geliştiriliyordu.

1924 yılında İngiliz-Amerikan Konvansiyonu ile anlaşmaya ABD de katıldı. 7. maddeye Konvansiyon’un hiçbir parçasının ABD’nin onayı olmadan değiştirilemeyeceği ifadesi kondu.  


Toplumlararası gerginlikler
 

Manda İdaresi kurulduktan sonra görece sakin bir döneme girildi. 1923-1929 arasında Yahudi göçünde önemli bir düşüş görüldü, çünkü Britanya belli kotalar koymuştu ve bunu katı biçimde uyguluyordu. Ancak durum Polonya’da ve Almanya’da yükselen anti semitizmle birlikte 1930’lardan itibaren radikal biçimde değişti. 1931 yılında Yahudiler bölge nüfusunun yüzde 17’sini oluştururken, bu oran 1935’te (Britanya’nın Mavi Kitabı’na göre 355 bin Yahudiyle) yüzde 27’ye çıkmıştı. 1933’ten beri Filistin’e gelen Yahudi mülteci sayısı 150 bine ulaşmıştı ve sadece 1935’te 67 bin mülteci gelmişti. Göçün yönünün Filistin’e dönmesinin en önemli nedenlerinden biri de ABD’nin ülkeye aldığı göçmen sayısını yılda 4 bin kişiye sınırlamasıydı.
Hebron olayları

Filistinli Arapların buna tepkisi sert oldu. Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni’nin önderliğinde gelişen ilk önemli olay 22 Temmuz 1929 tarihinde Hebron’da yaşandı. Yahudilerin Kudüs’te Arapları öldürdüğü, Ağlama Duvarı’nın yakınlarına bir sinagog kurmayı planladıkları ve El Aksa Camii’ni yaktıklarına dair söylentilerin kulaktan kulağa yayılmasıyla başlayan gerginlikler, Britanyalı yöneticilerin de kayıtsız kalmasıyla yaklaşık bir ay sürdükten sonra 23 Ağustos’ta zirveye ulaştı. Çatışmalarda 64 Arap, 67 Yahudi vahşice öldürülmüş, yüzlerce kişi yaralanmıştı. Olaylar bittikten sonra Hebron’u ziyaret etme lütfunda bulunan Britanya Yüksek Komiseri John Chancellor “son bir kaç yüzyılda bundan daha korkunç olayların olduğunu sanmıyorum. Bu ülkeden öyle bıktım ve öyle iğrendim ki” demişti, “mümkün olan en kısa sürede burayı terk etmekten başka bir şey istemiyorum.”


Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni Kimdir?
1517’den 1917’ye Filistin’i idaresi altında bulunduran Osmanlı Devleti, Filistin’in yönetimini el-Hüseyni ailesine vermişti. Böylece ‘Emin’ unvanı alan Hüseyni’ler, yüzyıllarca dinsel önderlik, vergi toplama yetkisi, toprak sahipliği gibi ayrıcalıklarından gelen nüfuzlarıyla Kudüs, Hayfa ve Nablus bölgesinin tek egemeni oldular. Ailenin pek çok üyesi (ilk olarak 1876’da Said el-Hüseyni, son olarak 1914’te Said el-Hüseyni, Ragıb el-Neşaşibi, Feyzi el-İlmi, Tevfik Hammad, Emin Abdulhadi ve Abdulfettah es-Saidi) Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na katıldı.

Bu ailenin en tanınmış üyesi olan Hacı Emin el-Hüseyni 1894 veya 1895’te Kudüs’te doğmuş, eğitimini Kudüs, Kahire ve İstanbul’da almış, Birinci Dünya Savaşı sırasında Çanakkale’de savaşmış, İttihatçılara katılmış, Teşkilat-ı Mahsusa örgütünün Kudüs’ün sorumlusu olmuştu. General Allenby’nin 9 Aralık 1917’de Kudüs’ü teslim alması üzerine Filistin’e dönen Hüseyni, 24 yaşında olmasına rağmen Kudüs Müftüsü seçildi. Bu tarihten itibaren bölgedeki Britanya Manda İdaresi ile işbirliği içinde Yahudi yerleşimcilerin korkulu rüyası, Filistin milliyetçi hareketinin önderi oldu. 1936’dan itibaren Nazilere yaklaştı. 1941’de Irak’taki Nazı yanlısı darbeye destek verdi. Yugoslavya’da Nazilerin kurduğu Müslüman birliklerine manevi önderlik etti, Hırvat Nazi örgütü Ustaşa için çalıştı, İtalyan Nasyonal Sosyalist hükümetleri tarafından parasal olarak desteklendi. Bu tartışmalı geçmişi yüzünden Yahudiler tarafından ‘Nazi işbirlikçisi’, Filistinliler tarafından ise ‘kahraman’ olarak anılan Hüseyni 1974’te Lübnan’da hayata gözlerini yumduğunda Yaser Arafat, cenaze evine gözleri yaşlı olarak gitmişti.  


1936 genel grevi
 

1935 yılında, Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni ile Hüseyni ailesinden Ragıb el-Neşaşibi önderlinde bir blok oluşturuldu ve Yahudilere karşı mücadele sertleştirildi. Bu dönemin en önemli eylemi, 15 Nisan 1936’da gerçekleştirilen genel grevdi. Altı ay süren grev, Britanya Manda yönetimi tarafından kanlı biçimde bastırıldı. 1929 olaylarından sonra 27 kişi idama mahkûm olmuş ama üç kişi idam edilmişti. 1936 olaylarından sonra ise 260 cinayetten dolayı 67 kişi suçlanmış ancak hiç idam cezası verilmemişti. Yani Manda İdaresi ipleri elinden kaçırıyordu.  


Peel Komisyonu Raporu
 

Britanya Manda yönetimi, Filistin’i yönetemez hale gelince, Britanya Sömürgeler Bakanlığı bölgeye Filistin Kraliyet Komisyonu adıyla bir heyet gönderdi. Tarihe başkanının adıyla geçen Peel Komisyonu, mevcut durumun gerçeğe oldukça yakın bir fotoğrafını çektikten sonra raporunu verdi. Raporda özetle şu tespitler yapılıyordu: 1) Filistin, Arap ve İsrail devletleri arasında bölünmüş; 2) Azınlıkların korunması garanti altına alınmış; 3) Bireysel göçler ve vatandaşlık hakları konusunda tanımlar yapılmış; 4) Kudüs’e uluslar arası özel bir statü verilmiş; 5) Filistin’in ekonomik entegrasyonu için uluslar üstü çabalardan söz edilmişti. Karara göre, her iki devlet de, daha önce Filistin’in taraf olduğu tüm uluslararası anlaşmalar ve konvansiyonlara bağlı olacaktı.

1) Bölgenin yerli halklarına göre zengin ve kalifiye olan Yahudi mülteciler bölgeye sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan fayda sağlamışlardı. Ülke toprakları hala yeni nüfusu kaldıracak durumdaydı ancak ileriki beş yıl için mülteci sayısının yılda 12 binle sınırlanması iyi olurdu. 2) Arap toprak sahipleri Yahudilere toprak satarak bir anlamda göçü destekliyorlardı ancak topraklarını kaybettikleri için nihai olarak zarar görüyorlardı. Bu konuda koruyucu tedbirlerin alınması lazımdı. 3) Arap nüfus da en az Yahudi nüfus kadar hızlı artıyordu. Özellikle yeni yaratılan iş olanakları sayesinde Bedeviler şehirlere akın ediyordu. Bu da şehirlerin yükünü arttırıyordu. Araplar ve Bedeviler Yahudilerin oluşturduğu idari ve sağlık sisteminden hiçbir katkı sağlamadan yararlanıyorlar bu da Yahudi toplumunun şikâyetlerine neden oluyordu. 4) Daha kalifiye olan Yahudiler Araplara göre daha iyi işlerde çalışıyor, daha yüksek ücretler alıyor, bu durum Arap halkın şikâyetine neden oluyordu. 5) Gelir durumu daha iyi olan Yahudi aileler çocuklarını daha iyi okullara gönderiyorlar bud a iki toplum arasındaki sosyal, ekonomik ve kültürel makasın giderek açılmasına neden oluyordu. 6) İki toplum arasında hiç bir yakınlaşma, işbirliği, entegrasyon ya da asimilasyon eğilimi görülmüyordu. Araplar, Suriye ve Irak’taki gibi, Yahudiler ise Avrupa’daki gibi yönetilmek istiyorlar, Araplar Yahudilere düşmanlık besliyorlar, Yahudiler ise kendi içlerine dönerek, sorunlara sırtlarını dönüyorlardı. 7) Hem Yahudi milliyetçiliği, hem de Arap milliyetçiliği tırmanıyor, Yahudi Ajansı eleştirilere kulak tıkıyor, Kudüs Müftüsü ‘devlet içinde devlet’ gibi davranıyor, her iki taraf da aynı zamanda Manda İdaresi’ne tepki duyuyordu. Düzeni sağlamak için en 100 bin kişilik bir kuvvete ihtiyaç duyan Manda İdaresi ise sorunları çözmekten acizdi.  


Çözüm iki devlet
 

Komisyona göre, çözüm bölgenin ‘Yahudi devleti’ ve ‘Arap devleti’ olarak ikiye ayrılmasıydı. Üç semavi din için önemli olan Kudüs, Beytüllahim, Nasıra, Celile gibi bölgelerle, her iki toplum için de hayati önemi olan Akabe Körfezi’nin girişi Manda yönetiminde kalacaktı ama bu bölgeler her iki tarafa da açık olacaktı. Tarihsel olarak bir Arap şehri olarak nitelenen Yafa Arap devletine verilecek, böylece Arap devletinin Akdeniz’e açılması sağlanacaktı. Yahudi devletine ise Taberiye Gölü ile Akdeniz arasındaki şerit verilecekti. Komisyona göre paylaşmanın yapılabilmesi için bölgeler arasında Arap ve Yahudi nüfusların mübadelesi gerekiyordu. Komisyon bu konuda 1923 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan başarılı (!) mübadeleyi örnek göstermişti. (Raporun tamamı için: http://www.mideastweb.org/peelmaps.htm)

Komisyonun önerisi Balfour Deklarasyonu’nu ortadan kaldıracak kadar radikaldi. Ama Arap tarafı 1939’a kadar planı tartıştıktan sonra planı reddetti. Tartışmalar sürerken Arap çeteleri ile Siyonist İrgun ve Lehi örgütleri şiddeti tırmandırdılar. Britanya kolluk kuvvetlerinin tepkisi çok sert oldu. Her iki tarafında da liderlerini hapishanelere koymakla kalmadı, Arap tarafından üç bine yakın direnişçiyi öldürdü. Olayları kışkırtmakla suçlanan Kudüs Müftüsü yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Bunlar olurken Yahudi göçü 1937’de 10 bine, 1938’de 14 bine düştü. 1939 yılında yeniden 32 bine çıktıysa da, 1940’dan itibaren Britanyalı yetkililerin mülteci akını önleyici tedbirleri sıkılaştırması sonucu tekrar 10 bine düştü.  


İsrail Devleti kuruluyor
 

İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin altı milyon Yahudi’yi gaz odalarında soykırıma uğratmasından sonra, Avrupa’nın Yahudiler için hiç de güvenli bir yer olmadığı iyice ortaya çıkmıştı. Savaşın sonuna kadar bu duruma göz yuman, katı mülteci politikalarıyla Holocaust’a dolaylı yoldan katkıda bulunan ABD Başkanı Henry Truman Batı’nın diyetini, Müslüman Arapların ödemesi için ilk adımı attı ve Filistin’e Yahudi göçüne ciddi kotalar koyan Britanya’dan 250 bin Yahudi’nin ‘derhal’ Filistin’e girmesine izin verilmesini ve göç limitlerinin kaldırılmasını talep etti. İkinci Dünya Savaşı biteli iki yıl olduğu halde, hala İngiliz askerlerinin öldüğü tek yer Filistin’di. Birinci Dünya Savaşı sırasında birbiriyle çelişen taahhütleri nedeniyle içinden çıkamadığı bir duruma düşmüş olan Britanya konuyu 1947’de Birleşmiş Milletler’e (BM) götürmek zorunda kaldı.  


Siyonistlerin uzak görüşlülüğü
 

O tarihte Filistin topraklarında yaklaşık 1 milyon 200 bin Arap ve 600 bin Yahudi yaşıyordu. Ancak paylaşılacak coğrafya çok küçüktü. Sonunda Filistin’i parça parça da olsa aşağı yukarı eşit iki parçaya bölen bir plan BM Özel Siyasi İşler Komitesi’ne sunuldu. Yüzölçümü bakımından bakıldığında bu durum Araplar için Peel Komisyonu’nun önerisinden çok daha geriydi. Ancak nüfus kombinasyonu bakımından Yahudilerin aleyhine durum vardı. Çünkü Yahudi devletinde 498 bin Yahudi’ye karşılık 407 bin Arap yaşayacaktı. Filistin devletinde ise 725 bin Araba karşılık sadece 10 bin Yahudi’nin yaşaması öngörülüyordu. Nüfusun geri kalan kısmı ise BM denetimindeki Kudüs bölgesinde kalacaktı. Kudüs’ten vazgeçmek, Yahudiler için de Araplar için de çok zordu.

Araplar duruma şiddetle itiraz ettiler ama Yahudi tarafı planı kabul etti. Planın kabul edilmesi için gereken üçte iki oyu ilk turda toplanamayınca Yahudi Ajansı’nın lobicileri Amerikalı yetkilileri de seferber ederek Yunanistan, Liberya, Haiti ve Filipinleri özel yöntemlerle ikna ettiler. (Örneğin ABD’nin kölecilik geçmişinin kefareti olarak bizzat kurdurduğu Liberya’yı ikna etmek için hem Siyonist ajanlar zor kullanmıştı, hem de ABD’li lastik yapımcısı Harvey Firestone, Liberya Devlet Başkanı’nı ülkenin ürünlerini boykot etmekle tehdit etmişti.)  


Ey Tanrı! Kurtar Bizi!
 

29 Kasım 1947 tarihinde BM Genel Kurulu’ndaki tarihî oylamaya geçilirken, ilk oyu verecek Guatemala delegesi daha ağzını açmadan, seyircilerin oturduğu bölümden tiz bir ses eski İbranice bir çığlık atmıştı: “Ana ha Şem hoşia na!" (Ey Tanrı! Kurtar Bizi!)

Yahudilerin tanrısı bu acılı çığlığı duymuş olmalı ki, Genel Kurulun 13 ret, 33 kabul (10 üye yoktu) oyuyla aldığı 181 (II) nolu kararla Filistin, Arap ve İsrail devletleri arasında bölünmüş; Azınlıkların korunması garanti altına alınmış; Bireysel göçler ve vatandaşlık hakları konusunda tanımlar yapılmış; Kudüs’e uluslar arası özel bir statü verilmiş; Filistin’in ekonomik entegrasyonu için uluslar üstü çabalardan söz edilmişti. Karara göre, her iki devlet de, daha önce Filistin’in taraf olduğu tüm uluslararası anlaşmalar ve konvansiyonlara bağlı olacaktı. Böylece Balfour Deklarasyonu bir kez daha teyit edildi.  


Arapların Büyük Felaket’i ‘Nakba’
 

Ancak güçlerini abartan Araplar kararı reddettiler. Yahudi tarafının buna cevabı 1937’den beri zaman zaman başvurdukları tedhiş eylemlerini sistematik hale getirmek oldu. 1948 yılı boyunca istihbarat örgütü Hagannah ve İrgun, Lehi, Stern gibi terörist çetelerin eylemleri sonucu yüzbinlerce kişi evlerinden kaçmak zorunda kaldı. Bu terör eylemlerinden en büyüğü 9-11 Nisan 1948’de Deir Yassin köyünde yaşanmış, değişik kaynaklara göre 107 ila 254 arasında köylü İrgun ve Lehi militanları tarafından katledilmişti. Büyük kaçış, Filistin tarih yazımında ‘Nakba’ (Büyük Felaket) adıyla anıldı. Siyonistler 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’ni ilan ettiler. ABD ve Britanya’nın İsrail’i tanımasının ardı çorap söküğü gibi geldi. BM üyesi hiç bir ülkeden Balfour Deklarasyonu’na yönelik bir eleştiri, protesto yapılmadı. Böylece, Deklarasyon zımnen uluslar arası hukukun bir parçası oldu ve İsrail Devleti’nin kurulması uluslararası hukuk teamülleri açısından ‘meşru’ hale geldi. 1948-1949 Arap-İsrail savaşını İsrail kazandı. Filistinlilere verilen toprakların bir kısmını işgal ederek, BM’nin kendilerine verdiğinden daha büyük bir toprağı ele geçirdiler.

İsrail, 1949’da, Manda Hükümeti tarafından Filistin’e uygulanan anlaşmaların artık geçerli görülmediğine dair bir karar aldı. Aslında yeni devletler, manda idarelerinin devamı sayılmadığı için, daha önce yapılan anlaşmaların bağlayıcılığının kalmaması normaldi. Ancak Manda sona ererken, tarafların hiç biri Balfour Deklarasyonu’nun artık geçerli olmadığına dair bir protestoda, bir bildirimde bulunmadıkları için Balfour Deklarasyonu zımnen teamül hukukunun parçası olmuştu. Zaten, İsrail de, ileriki tarihlerde, bu belirsizliği istediği gibi kullandı. Örneğin Balfour Deklarasyonu’nun Yahudi yurdu ile veya Siyonist Organizasyon/Yahudi Ajansı ile ilgili taahhütlere atıfta bulunurken, Yahudi olmayan halklara verilen teminatları hatırlamadı.

Kaynak: W. T. Mallison, Jr.,“The Balfour Declaration: An Appraisal in International Law”, Ibrahim Abu Lughod,
The Transformation of Palestine, Evanston, Northwestern University Press, 1971’in içinde, s. 61-110; Documents on German Foreign Policy, 1918-1945, Series D, Volume XIII’ten aktaran Walter Laquer ve Barry Rubin, The Israel-Arap Readers, Penguin Book, 2001, s. 51-55; Philippe Matter, Mufti of Jerusalem: Al-Hajj Amin Al-Husayni and the Palestinian National Movement, Diana Pub Co, 1988; Michael R. Fischbach, Records of Dispossession: Palestinian Refugee Property and the Arab-Israeli Conflict; Columbia University 2003; Steven PressGlazer, “The Palestinian Exodus in 1948”, Journal of Palestine Studies, Vol. 9, No. 4. (Summer, 1980), s. 96-118; Dominique Lapierre/Larry Collins, Kudüs…Ey Kudüs, E Yayınları,2002 (Belgesel roman).  

“Utanç Gemileri ve Gazze”
 

Nazi soykırımından kaçan 769 Romanya Yahudisini taşıyan
Struma yolcu gemisi ile Filistin’e gitmek üzere, 15 Aralık 1941’de geldiği İstanbul’da, 2,5 ay karantina koşullarında bekletildikten sonra motorları çalışmadığı için bir römorkla çekilerek Karadeniz’e geri yollanması ve burada bir denizaltı tarafından torpillenerek batırılması bilinir ancak bir gemi dolusu Yahudi’nin yaşadığı başka acı bir hikâye St. Louis transatlantiğinin Atlantik Okyanusu’ndaki yolculuğu bilinmez. Bundan sonrasını okurum ve dostum Serdar Sabri Özkubulay’ın 3 Şubat 2008’de Radikal İki’de yayınlanan yazısından aynen aktarıyorum:

“13 Mayıs 1939’da St. Louis transatlantiği 937 yolcusu ile Hamburg-Almanya’dan Havana-Küba’ya doğru yola çıktı. Nihai hedefleri Amerika Birleşik Devletleri’ne girmekti. Geminin yolcuları, Nazi Almanyası tarafından soyup soğana çevrildikten sonra ellerine turist vizesi tutuşturulan Yahudilerdi. Hiçbirinin geri dönmeye niyeti yoktu ama şirketin kuralları gereği hepsi gidiş-dönüş bileti almak zorunda kalmıştı. Almanya’ya bir daha geri dönmemek koşuluyla toplama kamplarından salıverilen Yahudiler bile gidiş-dönüş bilet ücreti ödemişti.

Gemi iki hafta sonra, 27 Mayıs’ta Havana gümrüğüne vardı. Küba (Batista’nın Kübası), mültecilerden yeteri kadar para kazanmayacaksa onları almaya yanaşmıyordu. Adam başına 150 dolarla başlayan pazarlık 500 dolara kadar çıktı ama Küba toplam 1 milyon dolar talep ediyordu. Küba ile uzlaşma olmayınca gemi Miami’ye doğru hareket etti, yolcuların ABD’ye giriş izinleri vardı ama işsizlik ve diğer ekonomik sorunlar nedeniyle, geminin girişi hükümet tarafından engellendi.  


Kabul eden yok
 

Geminin kaptanına Hamburg’dan gelen direktif, yolcuları hangi ülke kabul ederse oraya bırakabileceği yönündeydi. Dominik Cumhuriyeti, Venezüella, Ekvador, Şili, Kolombiya, Paraguay ve Arjantin’e sırayla başvuruldu. Hepsi de gemiyi geri çevirdi. Bu arada tüm dünya medyası olayı takip ediyordu. Gemiye ‘Dünyanın Utanç Gemisi’ adı takılmıştı.
Gemi geriye, Avrupa’ya doğru yöneldi. Almanya, Yahudileri kimse kabul etmezse onları geri alabileceğini açıkladı. Ama aldığında başkalarının istemediği Yahudilere ne yapacağına kimsenin karışma hakkı da olmayacaktı artık.

Yolcular umutlarını kaybetmek üzereyken Belçika, Hollanda, İngiltere ve Fransa mültecileri kabul edeceğini açıkladı 17 Haziran’da, bir aydan fazla denizde kaldıktan sonra ilk ayrıldıkları limandan 500 km. kadar uzaktaki Antwerp limanında karaya indiler. 1 Eylül’de II. Dünya Savaşı başladı. 937 yolcu savaş boyunca Nazi işgali altındaki Avrupa Yahudilerinin kaderini paylaştı. 250’sinin öldüğü tahmin ediliyor.

Aradan yaklaşık 70 yıl geçti, cellât aynı, kurbanlar değişti. Şimdi bugün Gazze’de yaşayan Filistinliler, Akdeniz’de tıpkı Struma’dakiler gibi abluka altında kaderlerini bekliyorlar ve yine tıpkı St. Louis transatlantiği gibi yanaşacak bir liman arıyor.”  


Ürdün neyin kefaretiydi?
 

Osmanlı Devleti, Napeoleon’un 1798-1801 tarihleri arasındaki Ortadoğu Seferi’nden sonra, Ürdün (Şeria) Nehri’nin doğu yakasındaki Mavera-ı Ürdün (Trans Ürdün) diye anılan kesimine başta Çerkesler olmak üzere Kafkas kökenli bir nüfusu iskân etme yoluna gitmişti. 1916 Sykes-Picot Antlaşması’yla Britanya’nın otorite alanı sayılan Filistin topraklarının yüzde 70’i Mavera-ı Ürdün’deydi. 1921 yılında, Mekke Şerifi Hüseyni’nin oğlu Abdullah, Balfour Deklarasyonu’nu ve 1920 San Remo Konferansı kararlarını protesto etme bahanesiyle Ürdün bölgesini işgal etti ve o sırada Fransız egemenliğinde olan Suriye’ye saldırmaya kalktı. Fransızlarla bozuşmak istemeyen Britanya’nın araya girmesiyle Abdullah, Mavera-ı Ürdün’ün başına getirildi. Böylece Britanya Balfour Deklarasyonu’nun kefaretini ödemiş oldu.

O tarihte Ürdün Emirliği’nde çoğunluğu Bedevi 400 bin kişi yaşıyordu. Halkın yüzde 20’si, nüfusları 30 bini geçmeyen dört şehirde meskûndu. Böyle bir ülkeden modern bir devlet yaratma gayretine giren İngiliz memurlar savunma, finans ve dış politikayı yönetiyorlar, Emir Abdullah iç işlerine bakıyordu. Bedevi güçlere karşı bir denge unsuru olmak üzere Araplar tarafından Peake Paşa diye adılan F.G. Peake adlı bir İngiliz memurun gözetiminde bir de polis gücü oluşturulmuştu. 1923’de Britanya ülkeyi bağımsızlığa hazırlanan bir milli devlet olarak kabul etti. 1926’da Vadi Musa ile Petra arasındaki bölgede kabile gerginlikleri yaşanması üzerine Abdullah hükümetine Ürdün Sınır Kuvvetlerini kurma izni verildi.1927’de bölge Filistin mandasından ayrı bir yapı olarak tanındı. 1939’da ise Britanya Manda Konseyi yerini temsili nitelikte bir hükümete bıraktı. Böylece Britanya bölgede kendisine sadık bir ülke imal etme projesinin son adımını atmıştı. 1948-1949 Arap-İsrail Savaşı sırasında Ürdün kuvvetlerince ele geçirilen Batı Şeria 1950’de resmen Ürdün’e bağlandıktan sonra devlet son şeklini almış oldu. Irak kralı Faysal’ın ‘beceriksiz’ denilen kardeşi, herkesten becerikli çıkmış ve Haşimi Ailesi’nin kendi bağımsız krallığını kurma düşünü gerçekleştirmişti. Üstelik ne bölgeden ne de dünyadan ciddi bir itiraz görmeden…  

Taraf / AYŞE HÜR - Istanbul - 08.01.2009

Hiç yorum yok: