16 Şubat 2012 Perşembe

Karayılan: Biz MİT’le Değil, Devletle Görüşmeler Yaptık

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, 2008 yılında başlayan Oslo’da diyalog sürecine AKP’nin sahip çıkmadığını, diyalog kanallarını Kürt tarafını oyalamak ve tasfiye zemini olarak gördüğünü söyledi.

‘’Biz MİT’le değil, devletle görüşmeler yaptık’’ diyen Karayılan, diyalog sürecinin sona ermesinde sürece hançer gibi sokulan KCK operasyonlarının etkili olduğunu belirtti ve şöyle dedi: ‘’Diyalog sürecine ciddi ve derin bir müdahale oldu. Bu savaşı esas alan bir anlayış. Esas olarak buna yol açan AKP’nin zihniyetidir. Çünkü AKP diyalog sürecine sahip çıkmadı.’’

Hakan Fidan’ı esas alan operasyonu ise Karayılan, ‘diyalog sürecini tümüyle kapatma ve bundan sonra kimsenin diyaloga yeltenmemesi için gözdağı vermeye dönük de bir yönelim’ olarak değerlendirdi.

Karayılan, basına yansıyan PKK lideri Abdullah Öcalan’a ait mektup ve diğer belgelerin MİT’in arşivinden alındığını söyledi.

KCK’ye MİT’in sızdığı iddialarını ‘psikolojik savaş’ olarak değerlendiren Karayılan, ‘’Türkiye’de KCK diye örgütlenmiş bir örgütsel sistem yoktur. Ancak topluma açık, legal Kürt kurumlarına bazı MİT mensuplarını sızdırmış olabilirler. Ama işte KCK’yi adeta MİT yönetiyor gibi çıkarımlar elde etmek saçmalıktır. Biz kendimizi devletlerin istihbaratlarına karşı korumasak bu kadar ayakta durabilir miyiz?’’ diye konuştu.

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:

DİYALOG KANALLARI TASFİYE ZEMİNİ OLARAK DEĞERLENDİRİLDİ

Kürt sorunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana çözülemeyen en önemli sorunudur. Türkiye’de bu sorun çözüme kavuşmadan hiçbir şey yerli yerine oturtulamaz. Hiç kuşku yok ki Kürt sorunu bir şiddet ve terör sorunu değildir. Kürt sorunu bir toplumsal sorundur. Bu toplumsal sorunun tek çözüm yöntemi mücadele olsa da nihayetinde diyalogdur. Fakat Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve hükümetleri bugüne kadar bu sorunu diyalog yöntemiyle çözme konusunda kesin, kararlı bir politika oluşturamamışlardır. Buna rağmen zaman zaman diyalog yöntemleri de geliştirilmiştir. Fakat ne yazık ki Türk devleti sürekli bir biçimde bu diyalog kanallarını Kürt tarafını zayıflatmak, oyalamak ve tasfiye etmede bir zemin olarak değerlendirmiştir.

Örneğin Şeyh Sait döneminde Şeyh Sait’in diyalogları vardır. Hatta beraberinde hareket ettiği grubuyla birlikte kendisi gelip devlete teslim olmadan önce aldığı güvenceler vardır. Hiç kimseye eziyet edilmeyecek, kimse öldürülmeyecek, halka zulüm yapılmayacak, yargılama ardından özgürlüklerin vaat edilmesi durumları vardır ama sonuçta sadece teslim alınmak için bu diyalogların devlet tarafından değerlendirildiği açığa çıkmıştır. Yine Dersim direnişi sürecinde Seyit Rıza ile de devletin çeşitli düzeylerde diyalogları vardır. Hatta diyalog kurmak amacıyla Erzincan’a giderken tuzağa düşürülüp, yakalandığı bilinmektedir. Yani o dönemlerde devlet diyalog kanalını sorun çözmek değil, sorunun bir tarafını tasfiye etmek için kullanmıştır.

‘DEVLET İÇERİSİNDE DİYALOG İSTEYEN KİŞİ VE KURUMLAR VAR’

Aslında günümüzde de aynı devlet mantığı ve anlayışı egemen olmakla birlikte devlet kurumu içerisinde belli kesimlerin bu sorunu diyalogla çözme çabaları da oluşmuştur. Yani devletin Kürt halkıyla, onun özgürlük mücadelesiyle, diyalog zihniyeti değişmemekle birlikte devlet içinde bu sorunun şiddetle çözülemeyeceği, eninde-sonunda diyalogla çözülmesi gerektiği kanaatinde olan kesimler ve kurumlar da vardır. Biz hareket olarak 1993 Mart’ında devletle ilk dolaylı kurulan değişik düzeydeki ilişkilerle devlet katında demokratik çözüm zihniyetini oluşturmaya dönük çaba sergiledik. Önderliğimizin bütün çabası devlette ve hükümette demokratik çözüm zihniyetini oluşturmaya dönüktür. Biz demokratik çözüm zihniyetini eksen alan bir diyalog arayışı içerisindeyken onlar ise sürekli bizi farklı bir mecraya çekme, sorunun köklü çözümü değil de zayıflatan bir pozisyonda tutma ve bu temelde kendi egemenlikçi çizgisini dayatma konumunda bulunmuşlardır. Buna rağmen Önderliğimiz ve hareketimiz ısrarlı bir biçimde diyalog arayışı içerisinde olmuştur. Bu konuda en ufak bir olanağı bile önemseyerek, değerlendirmiştir. Biz bir taraftan çok kapsamlı bir direniş ve mücadele içerisindeyken diğer taraftan da bu sorunun kalıcı ve köklü çözümü için hep devletle sağlıklı diyaloga dayalı bir çözüm anlayışının geliştirilmesine yönelik çaba gösterdik.

‘MİT’LE DEĞİL DEVLETLE GÖRÜŞTÜK’

Bu anlamda sürdürülen dolaylı ilişkilerin giderek İmralı’da doğrudan bir görüşme ilişkisi düzeyine çıkması ve daha sonra da Oslo’da resmi görüşmelerin yapılması sürecine yükselmesi, bizim tarafımızdan anlamlı görülmüş ve değer biçilmiştir. Şimdi Türk basınında ve hatta bazı Kürt siyasetçileri tarafından PKK-MİT görüşmeleri diye tanımlanmaktadır ama biz MİT’le değil, devletle görüşmeler yaptık. Bizimle görüşme yapan heyet, hiçbir zaman, “biz MİT’çiyiz, MİT olarak sizinle görüşmeye geldik” dememişlerdir. TC devleti adına görüşme yapan heyetler olarak tanımışızdır. O heyetin içinde kimin MİT mensubu, kimin başka kurumun mensubu olduğunu biz bilemeyiz ama bizimle devletin bilgisi dâhilinde ve devlet adına masaya oturan heyetlerle görüşmeler yaptık.

Bu açıdan Oslo görüşmelerinin bütün ilkelerine büyük bir hassasiyetle özen gösterdik, önem verdik. Görüşmelerin sağlıklı gelişmesi ve başarılı olması için gizliliğe özellikle dikkat ettik. Yine diyalog sürecinin başarısı için en makul çözüm önerileriyle tartışma üslubuyla yaklaşmayı sürekli esas aldık. Diyalog sürecinin başarısı için üstümüze düşen tüm gerekleri yerine getirdiğimizi rahatlıkla söyleyebilirim.

Ancak hemen her dönemde devlet sistemi içerisinde diyaloga karşı olan, savaştan yana olan ve savaştan rant sağlayan çeşitli kesimler de hep olmuştur. Bu kesimlerin sürece müdahaleleri temelinde ‘93 yılındaki diyalog süreci bilindiği gibi Turgut Özal’ın öldürülmesi suretiyle sona erdirilmiştir. Turgut Özal’ın sorunun çözümünde ciddi davrandığını gören Ergenekoncu devlet yapısının onu hedeflemesi -ki peşi sıra Eşref Bitlis vb. birçok suikastın yapıldığını dikkate alarak düşünülürse- bunun bir müdahale ve yönelim olduğu görülecektir. Bu temelde o diyalog süreci tümden ortadan kaldırılıp, büyük bir imha, çatışma ve savaş dönemi ‘94 ve sonraki yıllar boyunca gündemleştirildi.

Fakat şimdi durum daha farklıdır. Şimdi artık bir parti yani AKP iktidar olabilmiş ve devlete tamamen hâkim olacak düzeye gelmiş durumdadır. Artık Ergenekon vb. derin devlet olarak tanımlanabilecek güçlerin AKP kontrolü dışında hareket etmesi güçleşmiştir. Şimdi iktidarlaşmış ve devlet haline gelmiş bu yapının kendi içinde çekişme ve çatışma durumu sonucu bir takım farklı cereyanlar gelişmektedir.

‘KCK OPERASYONLARI SÜRECE HANÇER GİBİ SOKULDU’

Dikkat edelim, Oslo’da diyalog süreci 2008 yılında başladı. Hemen peşi sıra 2009’un Nisan ayında KCK operasyonları adı altında Kürt siyasetine karşı bir yönelim başlatıldı. Biz daha baştan söyledik, “bu KCK operasyonları diyalog sürecini dinamitleyen operasyonlardır” dedik. Gittikçe operasyonların hız kazanması, diyalog sürecini sona erdirmede en temel yönelim olmuştur. Yani eğer bugün diyalogların başarısızlığından bahsedilecekse bunun en başat nedeni bu KCK operasyonlarının sürece bir hançer gibi sokulmuş olmasıdır. Günümüzde diyalog sürecini durdurmakla yetinmeyip, diyalogu geliştirenlerin de bu operasyonlar kapsamına alınmış olması çok ilginçtir. Demek ki bu kesim yani diyalog sürecine karşı olan bu kesim devlet ve hükümet içerisinde kendisine o kadar güveniyor ve o kadar zemin bulmuş ki diyalogu geliştiren ekibi de yargılamak istemektedir.

‘ULUSLARARASI BOYUTU DA VAR’

Bu, diyalog sürecine ciddi ve derin bir müdahalenin olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Diyaloga karşı savaşı esas alan bir anlayışı ifade ediyor. Bunun hem devlet sistemi içerisindeki kesimlerin çatışması boyutu var, hem de uluslararası boyutu vardır. Bu gelişmeler uluslararası boyuttan ayrı ele alınamaz. Dolayısıyla ulusal ve uluslararası boyutları bulunan derin bir müdahaledir. Bu konuda Türkiye toplumunun bu gerçeği doğru görmesi gerekmektedir. Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle çözülmesine karşı 2009 siyasi soykırım operasyonlarıyla birlikte bir süreç başlatılmış ve bu süreç bugün artık bu diyalog kapısını tümüyle kapatmaya ve topyekûn savaş sürecini tek çıkar yol olarak bırakmaya evirilmiştir.

‘AKP DİYALOG SÜRECİNE SAHİP ÇIKMADI’

Ama esas olarak buna yol açan ve zemin sunan zihniyet önemlidir. Zihniyet, AKP’nin zihniyetidir. Çünkü AKP diyalog sürecine sahip çıkmadı. “Devlet yapıyor” dedi. Bu devlet kimdir ve nerededir, belli değil. Birincisi bu. İkincisi ise, AKP bu sorunun çözümüne samimi ve dürüst yaklaşmamaktadır. Sorunu çözmek istediğini söylüyor ama gerekli hiçbir yasal düzenlemeyi yapmıyor. Bir taraftan demokratik açılım adı altında bir süreç başlatıldığını söylüyor, öbür taraftan Kürt siyasetine dönük bir siyasi soykırım sürecini başlatıyor ya da onaylıyor. Yine askeri operasyonlarla süreci zorluyor. Kürt sorununa dönük herhangi bir yasal düzenleme yapmıyor, böylece sürdürülen diyalog sürecini illegal bir vaziyette bırakıyor.

Mesela TRT 6 var. TRT 6’nın bir yasal zemini var mıdır? Yoktur. Aslında bu İmralı ve Oslo görüşmelerine karşı tutum alan ve bu görüşmelere katılan MİT mensupları hakkında soruşturma kararı alanlar, TRT 6’ya kapatma, -sadece kapatılması değil, orada Kürtçe konuşup, W, Q ve X harflerini kullanan kişilere karşı da- dava açabilir. Eğer onlara karşı açmıyorsa, bu, TRT 6’nın bir özel savaş aracı olarak kullanılması nedeniyledir. Kürtlere bizzat Kürtçe diliyle küfretmeye dönük bir işlev gördüğü için şimdilik ses çıkartmamaktadırlar. Muhtemel ki ileriki bir süreçte bu anlayış, ona karşı da dava açabilir. Neden? Çünkü AKP samimi yaklaşmamakta, görüşmelere sahip çıkmamakta, yasal zemin yaratmamakta, ha bire operasyonlarla özgür Kürt duruşunu zayıflatmak ve teslim almak, yok etmek istemektedir. Çünkü zihniyet, devletin eski, inkârcı ve egemenlikçi zihniyetidir. Zihniyet, tek parti dönemindeki, Şeyh Sait ve Dersim direnişindeki zihniyetten çok farklı değildir. Zihniyet, 1990’da egemen olan zihniyetten de farklı değildir. Eğer farklı olsaydı, bazı yasal düzenlemelerle adım atılsaydı, bugün kimse böyle bir dava açamazdı.

Bir kere Kürt sorunu bir siyasi ve toplumsal sorundur. Türkiye Cumhuriyeti’nin yasaları ve hukuku bunu inkâr eden bir temele dayanmaktadır. Diğer bir deyişle Türkiye’deki hukuk sistemi, sömürgeci hukuk sistemidir. Sen Kürt sorununu yasal düzeltmelerle ele almazsan, sürekli bu sömürgeci hukuk anlayışına hedef olacaktır. Çünkü Türk devletinin mevcut hukuk ve adalet anlayışı Kürt halkını ve Kürt halkının haklarını tanımayan bir hukuk anlayışına sahiptir. Eğer bu sorunu çözmek istiyorsan sömürgeci hukuka havale edemezsin. İşte AKP bunu yaptı. Bir taraftan “ben sorunu çözeceğim” diyerek toplumu oyaladı, diğer taraftan da “yargı KCK davasını yürütüyor” dedi. Şimdi sen geçmişte çözülemeyen siyasi bir sorunu tümüyle inkârcı bir hukuk anlayışına havale edersen, olacak olan budur.

‘MİT OPERASYONUNDA HEDEF ERDOĞAN DEĞİL’

Kimi kesimler, “bu savcıların eski ve yeni MİT müsteşarına ve diğer MİT mensuplarına açmış olduğu dava, aslında Başbakan’a ve hükümete karşı da bir tutumdur” biçiminde yorumluyorlar. Ama ben böyle olduğunu sanmıyorum, eğer böyle bir yönelim dışarıdan olsaydı Başbakan hedefleniyor olabilirdi fakat dışarıdan değil de sistem içinden olduğu için daha çok MİT ve MİT müsteşarı hedeflenmektedir. Onların şahsında diyalogdan yana olan kesimlere bir mesaj verilmek istenilmektedir. Bu bir çeşit balans ayarı da olabilir ama buna yol açan ve bu sürecin mimarı olan AKP’nin kendisidir. Diğer önemli bir husus da, bu müdahaleyi yapanlarla Başbakan, esas itibarıyla aynı noktada durmaktadırlar. Çünkü Başbakan da diyaloga son vererek savaşa karar vermiş bulunuyor. Dolayısıyla duruş pozisyonları aynıdır. Sadece Başbakan’ın görev alanına tekabül ettiği için görüntü farklı gibi gelebilir. Esas olarak Kürt Özgürlük Hareketi’ni şiddetle tasfiye etme noktasında aynı şeyi söylemektedirler. Eğer AKP, diyalogu bir zayıflatma taktiği olarak kullanma değil de çözme anlayışına sahip olsaydı, Oslo süreci tıkanmaz, başarıya ulaşır ve böyle bir durum da gelişmezdi. Eğer gerçekten bir çözüm niyeti taşımış olsaydı, Oslo süreci tıkanmış olsa bile böyle bir durum gelişmezdi.

Herkes biliyor ki, Kürt sorunu, Türkiye’nin temel bir sorunudur. Bu sorunu çözmek üzere, Kürt Halk Önderi’yle İmralı’da görüşme, yine Oslo’da hareketimizle görüşme kadar meşru bir şey yoktur. Bu, sorunu kanla değil, diyalogla çözme arayışıdır. Peki, bu nasıl oluyor da bir suç oluyor? Bu, AKP’nin siyasi anlayışı nedeniyle suç haline getirilmiştir. Hem resmi devlet heyetini gönderiyor hem de hiçbir yasal zeminini oluşturmuyor. Bu yanlış, eklektik tutumun ana nedeni sorunu köklü çözme zihniyetine sahip olmamasıdır. Gelinen noktada protokollerin reddedilmesiyle süreç tıkanınca bu sefer topyekûn savaşı gündeme koydular. Peki, daha önceki görüşmeler ne oldu? AKP’nin 14 Temmuz’dan bu yana gündemleştirdiği topyekûn savaş stratejisinden cesaret alan yargı kurumu ve arkasındaki güçler de bu hamleyi yapmışlardır. Bunun zeminini yaratan ve bundan sorumlu olan anlayış, AKP anlayışıdır. Önce görüşme süreci yürütülecek, buna hiçbir yasal zemin oluşturulmayacak, sonradan dönülüp, topyekûn savaş stratejisine yönelim olunca dış bağlantılar temelinde iç kavga ve hesaplar peşinde olan değişik çevreler de böylece bir hamleyle bu süreci yargı gündemine taşımış olmaktadırlar.

MEKTUPLARI NEREDEN ELE GEÇİRDİLER?

Çok kesin olan şey şu ki, büyük bir pervasızlıkla sürdürülen ve her gün onlarca suçsuz Kürdün tutuklanarak zindana atıldığı KCK adı altındaki operasyonlar tamamen bir senaryodur ve bugün gelinen aşamada derin bir müdahaleye dönüşmüş bulunmaktadır. Bunun uluslararası boyutları da vardır.

Ben burada sorumluluk gereği birkaç hususu net bir biçimde vurgulamak istiyorum: Polisin BDP Amed İl Binası’nda “ele geçirdim” diye basına sızdırdığı Önderliğimizin el yazması olan mektuplar ve diğer belgeler asla ve asla bizim tarafımızdan çoğaltılmamış, Türkiye sınırları içerisine sokulmamıştır. Bu konuyla ilgili olan tüm belgeler tek nüshadır ve bizzat bizim denetimimizdedir. Kesinlikle ve kesinlikle polis, KCK operasyonlarında bu konuyla ilgili hiçbir belge yakalamış değil, kendisi koymuştur. Bu konuda BDP Eşbaşkanı Sayın Selahattin Demirtaş da açıklama yaptı. Eğer Başbakan ve AKP bu konuda ciddi ise ve gerçekten bu görüşme ekibine dava açan bu kesime karşı tutum almak istiyorsa önce şunu açığa çıkarmalıdırlar: Bu mektupları nereden ele geçirdiler? Bunun açığa çıkması olayın perde arkasını aydınlatır. Aslında Oslo görüşmelerini kim internete sızdırdı? Kim deşifre etti? Kim deşifre ettiyse bu belgeleri de aynı çevreler polisin dosyasına koymuştur. Bu, çok açıktır. Belli ki devlet içi bir müdahale vardır. Bu belgeler devletin ya da MİT’in arşivinden alınmıştır. Başka hiçbir mümkünatı yoktur. Tek bir ihtimal daha vardır, uluslararası güçlerin de bu belgeleri elde etme olanağı olabilir; onu yadsımıyorum ama buna pek ihtimal de vermiyorum. Esas büyük ihtimal, dış bağlantıları olsa da, bizzat devlet sistemi içerisinde yer alan bir kesimin bu belgeleri ele geçirmesi ve deşifre etmesidir.

Bu kesimlerin kim olduğunu güçlü istihbarat teşkilatlarına sahip olanların bilmesi gerekmektedir. Eğer kimin kendisinden belgeleri sızdırdığını veya bu belgelerin polisin eline nasıl geçtiğini tespit edemeyecekseler o zaman kendilerine neden devlet ve istihbarat teşkilatı diyorlar ki? Fakat yanlış tespitlerle, farklı yere yüklemeyle sonuca gidilemez. Bu konuda belirttiklerim kesin ve nettir; bizim tarafımızdan asla ne internete ne de herhangi bir kuruma hiçbir belge verilmemiştir. Bunlar tümüyle bizim dışımızda gelişen bir durumdur.

‘DİYALOG SÜRECİNİ TÜMÜYLE KAPATMAK İÇİN GÖZDAĞI’

Açıkça görülüyor ki, iktidar ve devlet yapısı içerisinde dış dayanakları da bulunan bir kesim böyle bir senaryoyu tezgâhlamış, sanki KCK operasyonlarında belgeler ele geçirilmiş gibi gösterilerek bilinçli bir yönelim sürecini planlamıştır. Bundaki amaçları belki iktidar içi bir kavga-bazılarını hedefleme de olabilir ama esas olarak bununla da diyalog sürecini tümüyle kapatma ve bundan sonra kimsenin diyaloga yeltenmemesi için gözdağı vermeye dönük de bir yönelim olmuştur. Belli ki bunu yapanlar barışı ve diyalogu istemeyen, savaşı tek yol haline getirmek isteyen ve savaştan çıkarı olan kesimler olmaktadır.

Fakat bunun kaynağının AKP zihniyetinin kendisi olduğunun görülmesi gerekmektedir. AKP buna yol açmıştır. AKP’nin içerisindeki bir takım eğilimlerin bundaki rolünü yadsımak, sorunu tümden görmemektir. Eğer konunun netleştirilmesi isteniyorsa öncelikle sadece bir savcının işten el çektirilmesi değil, bu belgelerin nereden ele geçirildiğini açığa çıkarmak gerekmektedir. Kim, nasıl ele geçirdi? Bu tespit edilirse zaten söz konusu müdahalenin bütün boyutlarıyla açığa çıkması da gerçekleşmiş olacaktır.

Sonuç olarak; AKP’nin içinde yer alan, baştan beri KCK operasyonlarıyla barış ve siyasi çözüm zeminini ortadan kaldırmaya çalışan, çıkarını topyekûn savaşla sonuç almada gören bir kesimin baskın gelmesiyle Oslo ve İmralı görüşme süreci deşifre edilerek ve bunu sürdürenleri de yargılayarak sonuca gidilmek istenilmektedir. Bu, çok tehlikeli, Türkiye’yi büyük bir savaş ortamına sürükleyen bir anlayış durumundadır. Bu anlayışın özü, AKP’nin dayandığı Türk-İslam sentezinde mayalanan ırkçı-milliyetçi bir anlayışı ve Turancılığı teşkil etmektedir. Bunun sorumlusu, tarih ve toplum karşısında Kürt sorununu devlet terörü ve şiddetle çözmeyi önüne koyan AKP’dir.


PSİKOLOJİK SAVAŞ

PKK ve KCK, Kürdistan halkında büyük bir güven yaratan, hayatını ortaya koyarak direnen, halkı için kendisini feda eden insanlar topluluğudur. Bu fedai topluluğunun gerçekliğini göz ardı etmek, toplumda yarattığı büyük güveni zedelemek amaçlı yalana dayalı çeşitli propagandalar geliştirilmektedir. Bunlardan birisi de sanki saflara birçok MİT elemanı sızmış, saflarda birçok kuşkulu insanın bulunduğu havasını yaratmaktır. Çünkü eğer böyle bir hava yaratılırsa güvensizlik ortamı gelişir. Güvensizliğin olduğu yerde de güçlü bir kuvvet oluşmaz. Bu nedenle Türk devleti ve polisi, basın-yayın çevrelerini bu konuda büyük bir manipülasyonla yönlendirmekte ve birer psikolojik savaş aracı haline getirmiş bulunmaktadır. Bu yüzden sanki birçok insan sızdırılmış, hatta yönetim düzeyine kadar bile gelmiş, bilmem eyleme girmiş oldukları yansıtılarak özgürlük hareketinin imajı yıpratılmaya çalışılmaktadır.

‘TÜRKİYE’DE KCK OLARAK ÖRGÜTLENMİŞ BİR SİSTEM YOK’

Her şeyden önce Türkiye’de KCK diye örgütlenmiş bir örgütsel sistem yoktur. Yani topluma açık, legal Kürt kurumlarına birkaç MİT mensubu sızdırılmış olabilir. Buna bir şey diyemem, bilmem de. Bu hiçbir şey yazmaz, sıradan-basit bir durumdur. Legal kurumlardır, açıktır, sızdırmış olabilirler. Birkaç kişi sızmışsa bunu böyle reklam haline getirip sanki işte KCK’yi adeta MİT yönetiyor, MİT denetliyor gibi çıkarımlar elde etmek saçmalıktır. Biz devletle boğaz boğaza boğuşuyoruz; devletin en temel kurumu gelip bize bu kadar zemin mi açacak? Biz kendimizi devletlerin istihbaratlarına karşı korumasak bu kadar ayakta durabilir miyiz? Elbette devletlerin bize karşı çeşitli istihbarat çalışmaları vardır. Biz bunlara karşı kendimizi savunmasak ayakta kalabilir miydik?

Bunlar birer senaryodur. Nasıl ki KCK operasyonu, tümüyle oluşturulmuş bir senaryoysa, aynı şekilde bir senaryo oluşturulmuş, bilmem “MİT KCK içerisine ajan sızdırmış, sonra yönlendirici düzeyine yükseltmiş, bilmem KCK operasyonlarında Amed il binasında belge ele geçmiş, İstanbul’da ne ele geçmiş.” Bunların hepsi senaryodur. Ortaya koysunlar, ispatlasınlar bakalım. Yani yalana dayalı bir dava ve psikolojik propaganda savaşı yürütülmektedir.

‘LEGAL KURUMLARA SIZMALAR OLABİLİR’

Her ne kadar MİT’in yönetimine dönük bir dava gibi gösteriliyor olsa da esas olarak PKK’yi ve KCK’yi töhmet altında bırakmaya dönük yoğun bir çaba sergilenmektedir. Bunların aslı astarı yoktur. Yani söz konusu gerekçeler, davayı açanlar tarafından üretilmiş gerekçelerdir. Normal, olağan bir şeyi illegalize ederek, olmayan bir şeyi oluyormuş gibi göstererek bir dava yürütülüyor. Bu nedenle bu tür propagandalar doğru değildir, onlar gerçeği yansıtmamaktadır. Belirttiğim gibi bazı sızmalar olabilir, özellikle legal alanlarda bunun koşulları daha da fazla vardır; fakat belirttikleri gerekçeler onlar değildir.

İşte “Başbakan’ın özel görevlendirdiği görevliler hakkında Başbakan’ın özel izni olmadan soruşturma açılamaz” gibi bir yasal düzenleme aslında illegalize edilmiş olan, sanki suçmuş gibi gösterilen diyalog sürecini illegalize olmaktan çıkarmak yerine, devlet kurumunu illegalize işlere sevk edecek bir kanun düzenlemesi olmaktadır. Diğer bir deyişle, illegalize işlere sevk etmeye yetki veren bir kanun düzenlemesi yapmak istemektedir. Bu, yanlış bir yöntemdir. Bakınız bir kez daha söyleyeyim: Kürt sorunu o kadar ciddi bir sorun ki, bu tür yaklaşımlarla çözüm değil, çözümsüzlük derinleştirilmektedir.

‘CİDDİ BİR DURUŞA, SAMİMİ BİR İRADEYE İHTİYAÇ VAR’

Eğer Başbakan’ın ve AKP’nin gerçekten bir ciddiyeti varsa ve Türkiye toplumuna, Kürt halkına karşı samimi bir duruşu varsa, gerçekten Türkiye’nin temel sorunu olan Kürt sorununu çözmek istiyorlarsa kamuoyu karşısına çıkıp bu görüşmelerin illegal bir görüşme olmadığını açıkça belirtmesi ve sahiplenmesi gerekiyor. Böyle kaçamak yasaları çıkararak meşru bir süreci illegalize etmeyle sorunların çözülemeyeceği, açık ortadadır. AKP’nin ve bir bütün olarak Türk devlet sisteminin Kürt sorununu bu biçimde iç iktidar çatışmalarında kullanması ve sorunun çözümüne yanaşmaması kadar çirkince bir tutum olamaz. Bu sorun, bu ülkenin temel bir sorunudur. Daha ciddi bir duruşa ve daha samimi bir siyasi iradeye ihtiyaç vardır. Bir halkın, bir toplumun sorununu çözmek niye gizli tutulacak ki? Dolayısıyla seçilen yol doğru değildir. Bu sorun bu tür yasalarla çözülemez, köktenci tutumlara ihtiyaç vardır. Türkiye’nin devlet sistemi içerisinde, sorunu barışçıl yöntemlerle çözmeye inanan bir avuç insan varsa, AKP’nin bu tür tutumlarıyla bu insanlar da bağlanmakta ve aslında bastırılarak diyalogdan yana olan kesimler tümden bastırılmak istenmektedir.

Bunun sorumlusu AKP’dir. AKP Kürt sorununda diyaloga açık davranmayacaksa ve diyalogu bu biçimde kapatacaksa, o zaman Kürt sorununu nasıl çözecek? Açık ki başlattığı topyekûn savaşla işi sonuca götürmek istemektedir ama topyekûn savaş ve devlet terörüyle 90 yıldan beri bu sorunu çözemeyen Türk devleti, yeni dönemde de asla ve asla çözemeyecektir. AKP’nin bu yaklaşımında savaş vardır, kan dökme vardır, kan dökerek sonuç alma istemi vardır. Eğer böyle olmasaydı -şimdiye kadar eklektik yaklaştı ama- gelinen bu noktadan sonra kamuoyu karşısına çıkıp “evet, biz bunu geliştirdik, doğru gördük, bu meşrudur, yasadışı değildir, tarihten kalma bir sorunumuzu çözmek istiyoruz, savcılar buna ehil değil” diyebilirlerdi. Ve gerekirse bunun için öyle bir satırlık düzenleme değil, daha kapsamlı bir yasal düzenlemeyle tutumunu yasallaştırabilirdi. Ama geçmişteki İstiklal Mahkemeleri ve daha sonraki DGM’ler yerine bugün de Özel Yetkili Mahkemelerle Kürt halkını bastırma ve sindirme amacından vazgeçilmediği için bu tutum geliştirilmemektedir, savaşta ısrar edilmektedir.

Deniz Kendal / Gülistan Tara

Hiç yorum yok: