Behdinan -
KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık, hareket olarak baştan beri
Alevilerin kendi kimliğiyle oldukları gibi kabul edilmesini, özgür
yaşamlarının kabul edilmesini desteklediklerini belirtti. Bayık,
"Alevilerin geçmişteki yanlışlıkları aşarak, başta Kürtler olmak üzere
demokrasi güçleriyle daha sıkı ve geniş bir ilişki ve ittifak içine
girmeleri demokrasi mücadelesinde yeni boyutlar kazandıracaktır. Buna
kesinlikle inanıyoruz" dedi.
ANF’ye konuşan KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık, “AKP'nin politikaları 2012 yılı boyunca daha sert yöntemler uygulayacağını ve mücadelenin sertleşeceğini gösteriyor” diyerek, bir yumuşama olacaksa, AKP'nin politikalarında bir değişiklik olacaksa bunun ancak direniş ve mücadeleyle olabileceğini vurguladı. Bayık, “Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun” ile siyasal egemenlik ve kültürel soykırımın sosyal tabanının genişletilmeye çalışıldığını kaydetti.
BAHARDA YUMUŞAMA OLMAYACAK
*Bazı çevreler baharla birlikte sürecin yumuşayacağını iddia ediyor. Bu yönlü değerlendirmeler için neler söyleyebilirsi-niz?
Bahardan sonra durumun yumuşayacağını söyleyenler ya psikolojik savaş merkezinin kalemşorları veya sözcüleridir, ya da bunların bu yönlü propagandasına inanan, kendine göre iyi niyetli ya da duyguları ve beklentisi böyle olan insanlardır. Şunu açıkça belirtebiliriz ki, AKP'nin politikaları baharda Kürt sorununun çözümünde adım atmasını sağlayacak, bu konuda yaklaşımlar gösterecek ve yumuşama yaratacak doğrultuda değildir. Aksine AKP'nin politikaları 2012 yılı boyunca daha sert yöntemler uygulayacağını ve mücadelenin sertleşeceğini gösteriyor. Bu kadar tutuklamanın olması, psikolojik savaşın bu kadar arttırılması, kimi Kürt işbirlikçilerin devreye sokulması, bunların hepsi Kürt Özgürlük Hareketi'nin iradesini kırmak üzerinedir. Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etmek, edemiyorsa marjinalize etmek amaçlıdır. Buradan bir yumuşama çıkabilir mi? Hayır! Kürt Özgürlük Hareketi'ni ezerse, o zaman ancak güçlünün barışı ortaya çıkabilir. Bir zamanlar Roma’nın baskıyla yarattığı suskunluğu tanımlayan Pax Romana gibi, Türk devleti de Kürt Özgürlük Hareketi'ni ezmiş ve suskun hale getirmiş bir durum yaratmayı hedefliyor. Böyle bir hedefi var ve bunun bir yumuşama yaklaşımı olmadığı açıktır. Kaldı ki, bunun gerçekleşmesi mümkün değildir. AKP'nin politikaları Kürt halkının direnişini yükseltmekten ve mücadelesini geliştirmekten başka bir cevap bulamaz.
Her türlü baskı yapıldığı halde baharda yumuşama olacak demek, Kürt halkını mücadelesiz bırakma amacından başka bir şey ifade etmez. Bu tür lafların ortaya atma daha kolay tasfiye etme, daha çabuk etkisizleştirme, mücadelesiz ve direnmesiz Kürt’ün iradesini kırma ve teslim alma biçimindeki bir yaklaşımı ifade ediyor. AKP Hükümetinin Kürt sorununun çözümüne olumlu yak-laşım gösteren en ufak bir işaret yoktur. Aksine saldırılara devam edeceğiz, BDP’lilerin hepsini tutuklamaya devam edeceğiz deniyor. “KCK’li olanları tutuklamaya devam edeceğiz” demek bu anlama geliyor. Bazılarının söylediği gibi KCK var, BDP’nin içine girmiş, bu nedenle de BDP'nin tutuklanmasına neden oluyorlar yaklaşımı tamamen gerçeği saptırmaya ve tutuklamaları meşrulaştırmaya yöneliktir. BDP'yi illegal faaliyetlere sürükleyen bunlardır biçimindeki yaklaşımların hepsi saldırıların ve tutuklamaların bahanesidir. Böyle bir şey yoktur. Bunu söyleyenlerin tümü özel savaşın hizmetinde olan ve AKP'nin politikalarını meşrulaştıran kişi ve çevrelerdir.
Bu söylemlerdeki esas amaç bellidir. Eğer teslim olursanız, bizim dediğimiz gibi PKK’ye karşı çıkarsanız, bazı işbirlikçiler gibi PKK karşıtı duruma düşersiniz o zaman size yönelmeyiz; ama PKK'ye karşı durmazsanız, sık sık söylediğiniz gibi aranıza mesafe koymazsanız başınıza bunlar gelir diyorlar. Şimdi bu yaklaşımdan yumuşama çıkabilir mi? Bu kadar demokratik siyasetin üzerine gidilip bitirilmek istenecek, gerillanın bitirilmesine çalışılacak, psikolojik savaşla her türlü kirli kara propaganda yürütüle-cek, ama yine de süreç yumuşayacak! Ortam nasıl yumuşayacakmış? AKP insafa mı gelecek? İnsafa gelme gibi bir hal var mı AKP politikalarında? Bu bakımdan bunların hepsi boş sözlerdir.
YUMUŞAMA ANCAK DİRENİŞ VE MÜCADELEYLE OLUR
AKP zaten yıllardır böyle politika yürütüyor. Bir yandan her türlü baskı ve zulmü uyguluyor, diğer yandan sürekli ‘sabredin, bir şeyler yapacağız’ diyor. “Tamam, bazı eksiklikler ve yetersizlikler var, ama bir şeyler yapılacak” diyerek, aslında baskıcı ve zalim uygulamalarını meşrulaştırıyor, sürdürüyor. Böyle binlerce insanı tutuklayarak zindanlara doldurmuş, adım adım bütün demokrasi güçlerini susturmuştur. Bir yandan baskı yapmış, diğer yandan baskılarına karşı tepkileri azaltmak için hep böyle beklenti yaratmış ve bugünlere kadar gelmiştir. Şimdi de aynı yöntem ve taktik izleniyor. Bunun hiçbir ciddiyeti yoktur, kimse buna inanmamalıdır. Bu açıktan açığa “Ben ezeceğim, susturacağım, siz sesinizi çıkarmayın” politikasıdır.
Bir yumuşama olacaksa, AKP'nin politikalarında bir değişiklik olacaksa bu ancak direniş ve mücadeleyle olabilir. Mücadele dışında Türk devletini, AKP'yi, bu inkârcı, imhacı ve kültürel soykırımcı sistemi demokratik çözüme yanaştırmak mümkün değil-dir. Bir yumuşama isteniyorsa, Kürt sorununun çözümü isteniyorsa AKP'nin politikalarına karşı çıkılmalı, AKP'nin politikalarına karşı direnen Kürt halkının yanında yer alınmalıdır. Bunun dışında hiçbir şey mevcut durumu yumuşatmaz, demokratik siyasal çözümün önünü açmaz. Bunu dost düşman herkes böyle bilmelidir.
BU KOŞULLARDA DEMOKRATİK ANAYASA YAPILABİLİR Mİ?
*Siyasi operasyonların bu kadar arttırıldığı, psikolojik savaşın bu düzeyde tırmandırıldığı bir dönemde hükümetin “yeni bir anayasa yapacağım” demesi ne kadar samimi ve gerçekçidir? Böyle bir ortamda gerçekten demokratik bir anayasa yapıla-bilir mi?
Anayasaların nasıl yapıldığına bakmak için yapıldığı ortama bakmak lazım. Bir darbeyle yapılacak anayasanın içeriği ve biçi-mi farklı olur, bir partinin kendine göre yapacağı bir anayasanın içeriği ve biçimi farklı olur, topluma ve tüm demokratik güçlere dayalı olarak yapılacak bir anayasa daha farklı olur.
Esas olarak bir anayasanın nasıl yapılması gerektiği ihtiyaçtan kaynaklanır. Toplumlar da sürekli değişir. Hem yeni ihtiyaçlar ortaya çıkar, hem de eski kurumların yenilenmesi ve değişmesi gerekir. Bu nedenle anayasalar belli bir süre sonra ömürlerini ta-mamlarlar. Ya da sürekli dinamizm içinde olan ve kendini yaşamın gerçeklerine göre yenileyen bir anayasal sistem olursa, o za-man ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar ve sorunlar karşısında derhal yeni kararlar alınır, yeni kurumlar yaratılır. Türkiye'deki anayasaların tümü aslında 1924 Anayasasının türevidir. Özü itibariyle değişmemiştir. Kuşkusuz anayasa eskisi gibi kalmamıştır. 1961’de de, daha sonraları da bazı değişiklikler olmuştur. Zaman zaman geriye gidilmiş, zaman zaman dünyadaki gelişmeleri dikkate alarak bazı yumuşamalar yapılmış, ama özü itibariyle değişmemiştir. Zaten şu anda toplumda yeni anayasa yapılma isteğinin yüksek olması da bu gerçeği gösteriyor. Geçen gün hem de AKP yandaşı bir yayın organında çizilen karikatür vardı: 1961 anayasası çok genişmiş, ‘81 Anayasası da çok darmış, şimdi bunun ortası bulunacakmış. Yeni anayasaya en iyimser halde böyle bakılıyor. Halbuki esas olarak Türkiye'de var olan önemli sorunlar ve bu sorunlara çözüm bulma bu ihtiyacı doğmuştur. Bunların başında da Kürtlerin ve Alevilerin sorunları gelmektedir. Bütün farklı etnik ve dinsel toplulukların özgür ve demokratik bir siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik yaşama kavuşması gerekir. Mevcut anayasalar 1924’ten beri ‘tek devlet’ esasına dayalı, ‘tek millet’ yaratmayı hedefleyen, bir nevi etnik ve dinsel tüm kültürleri yok etmeyi öngören birer ulus-devlet anayasasıdır. Bu nedenle Türkiye kültürler mezarlığı haline gelmiştir. Yeni bir anayasanın bunu değiştirip bütün farklı etnik ve dinsel topluluklara özgürlük tanıyacak bir sistem yaratması gerekmektedir.
Mevcut ulus-devlet anlayışı Kürtleri, Alevileri kabul etmiyor. Bu ulus-devlet anlayışı ve bunun eseri olan anayasa değişmediği müddetçe ne Kürt sorunu ne de Alevilerin sorunu çözülür. İstediğiniz kadar Alevilerden bahsedin, Alevi Çalıştayları yapın, Kürt sorunu için kimi çevrelerin görüşlerini alın, sonuçta oraya çıkacak olan eskinin farklı bir biçimi olur. Bu bakımdan esas olarak 1924 Anayasasının ulus-devlet zihniyetinin yaratmak istediği toplum anlayışının terk edilmesi gerekiyor. Bu amacı hedeflemeyen hiçbir çalışmanın yeni olması düşünülemez.
Diğer yandan yapım süreci de önemlidir. Anayasa yapım süreçleri en demokratik tartışmaların olması gereken süreçlerdir. Her kesimin düşünce ve taleplerini hem de örgütlü olarak ortaya koymasının sağlanması gerekir. Şimdi böyle yapılıyor mu? Tersine toplum ve insanla dalga geçer gibi herkes düşüncesini e-mail ve site yoluyla Meclise göndersin deniliyor. Tek tek birey olarak değil, bütün toplumsal kesimlerin topluluk olarak ne istediklerini ortaya koymaları gerekir. Kürtlerden, Alevilerden, Hıristiyan azınlıklardan ve yine farklı etnik topluluklardan toplum olarak düşüncelerinin alınması gerekir. Kadınlardan, gençlerden, işçiler-den, tüm sosyal kesimlerden düşüncelerinin alınması gerekir. Daha doğrusu köylerden, sokaklardan, mahallelerden, kasabalardan başlatılarak anayasa tartışmaları, toplantıları ve konferanslarının yapılması gerekir. Türkiye'deki düşünce ortamı yeni anayasa duygularıyla ancak böyle mayalanır. Yeni anayasa için gerekli toplumsal ruhun ortaya çıkarılması gerekir. Bu çıkarılmadan, düşüncelerinizi e-mail yoluyla gönderin, biz yaparız demek doğru bir anayasa yapım biçimi değildir. Zaten kurucu meclis niteliği de yoktur. Kurucu meclis niteliği olsa ve ona dayanarak bir seçim yapılsaydı, temsilciler öyle gelseydi, belki bu eksiklikler ve yetersizlikler bu yolla giderilmiş olurdu. Ama ortada ne bir kurucu meclis vardır, ne de bir anayasa yapımı için toplumun taleplerini yansıtan bir yol izlenmektedir.
En önemlisi de Kürt sorununda temel aktörler ezilmek isteniyor. Böyle demokratik anayasa olabilir mi? Bu şu anlama gelir: Ben bir anayasa yapacağım, ama önce kafanızı ezeceğim, siz de bu anayasayı kabul edeceksiniz! Şimdiki yaklaşım budur. Kendi düşündükleri anayasayı Kürtleri ezip zayıflatarak kabul ettirme stratejisi izlenmektedir. Bütün baskılar ve tutuklamaların amacı bir yönüyle budur. Kürt Özgürlük Hareketi'nin ve Kürt halkının iradesi kırılmak ve tasfiye edilmek, böylelikle özgürlük talepleri sınırlandırılmak isteniyor. Bu bakımdan mevcut süreçte demokratik bir anayasa yapma niyeti de, bunun koşulları da yoktur. Daha doğrusu AKP niyetini ortaya koymuyor, yeni bir anayasa gerektiği tutumunu da göstermiyor, yeni ve demokratik bir anayasa yapımının koşullarını yaratmıyor. Aksine yeni anayasa yapmanın bütün koşullarını dinamitliyor, torpilliyor, ortadan kaldırıyor.
SINIRLI BAZI DEĞİŞİKLİKLER YAPILACAK
Şimdi Kürtler ve demokrasi güçleri bu koşullarda yeni bir anayasanın yapılacağına nasıl inanacak? Mecliste 30 milletvekili var, komisyondasınız denilerek bu iş geçiştirilebilir mi? Bir toplumun iradesi kırılacak, temel hakları gasp edilecek, örgütlenmeleri dağıtılacak, etkisi sınırlanan Meclisteki birkaç milletvekilinin söylemiyle demokratik bir anayasa yapılacak! Her şeyden önce Meclisteki milletvekillerine de, onları seçenlere de saygılı olunmalı, onları seçenlere yönelik bu ezme, tasfiye etme ve yıldırma politikalarından vazgeçilmelidir. Ancak bu koşullarda demokratik anayasa olabilir. Yoksa Kürtlerin ezildiği, tutuklandığı bir or-tamda yapılacak bir anayasanın Kürt sorununu çözeceğine kim inanır? Demokratik zihniyeti olan her insan bu konuda kuşku duyar, inanmaz. Bu bakımdan mevcut ortamda bir demokratik anayasa yapma koşullarının var olduğunu düşünmüyoruz. Bu koşullarda demokratik bir anayasa yapılamaz. Bu koşullarda ancak Kürtlere, çeşitli topluluklara “yaptık, oldu” dayatması yapılır. Darbe anayasalarının farklı bir versiyonu gündeme gelebilir. Onlar da yapıp dayatıyor, bunları kabul edeceksiniz diyordu. Hatta 1982 Anayasasında olduğu gibi halka “kabul etmezseniz gitmeyiz, bu düzen sürer” şantajı yapmışlardı.
Şimdi sınırlı bazı değişiklikler yapılacak. Ancak bu ne Kürtlerin, Alevilerin, farklı etnik ve dinsel toplulukların demokratik ve özgür yaşamını, ne de emekçilerin ve kadınların taleplerini karşılayan bir anayasa olacaktır. Böyle bir anayasa topluma dayatılmak istenecektir. Tabii ki bunun kabul edilmemesi, teşhir edilmesi gerekir.
ÖZGÜRLÜKLERİ KISITLAYAN ÖNKOŞULLAR OLMAZ
Yeni anayasanın hangi koşullarda yapılacağının demokrasi güçleri tarafından ortaya konulması gerekir. Elbette yeni anayasa-nın olmazsa olmazları olacaktır. Bu bir koşul dayatma değil, demokratik anayasa yapmanın gereğidir. Herkesin beklentilerini dengeleme adı altında Kürt sorununu çözmeyen, Kürt kimliğini, kendi kendini yönetmesini ve anadilde eğitimini tanımayan bir anayasa nasıl yeni olabilir? Özgürlükleri kısıtlayan önkoşullar olamaz. Ama özgürlüklerin genişlemesi açısından olmazsa olmaz talepler bir önkoşul değildir. Gerçekten Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü isteniyorsa, özgürlükleri kısıt-layan önkoşulların, önyargıların ortadan kaldırılması gerekiyor. Özellikle Kürt sorununun çözümü konusunda her türlü çözüme açık olunması gerekiyor. Tabii ki bu konuda Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin talebi de bellidir.
“AKP'ye de oy veren Kürtler var; onların talebi böyle değildir” denilerek Kürtlerin taleplerine olumsuz yaklaşım gösterilemez. Bu tür yaklaşımlarla Kürt sorunu çözülemez. Bu açıktan açığa “Sizi 80 yıldır asimile etik, bazı Kürtleri devlet politikalarına bağ-ladık, onların böyle talepleri yoktur, o bakımdan siz de talep etmeyeceksiniz” diyerek Kürtlerin temel demokratik haklarını red-detmek demokratik bir yaklaşım değildir. Her şeyden önce Türk devleti geçmişiyle hesaplaşacaksa, geçmiş yanlışsa, geçmişte yürütülen bu asimilasyon, yok etme ve eritme politikalarının sonuçları konusunda da özeleştiri verilecektir. Geçmiş politikaların olumsuzluklarını giderme sorumlulukları da vardır. Asimile edilmiş bütün Kürtlerin yeniden kendi dilleri ve kültürleriyle yaşama imkanlarına kavuşturulması açısından pozitif ayrımcı bir yaklaşımın gösterilmesi gerekir.
DERSİMLİLER YENİDEN DİLLERİNİ ÖĞRENMELİ
Biz onları erittik, yok ettik, bu nedenle artık onlar için Kürt ve Kürtlükten söz edilemez denilerek yüz yıllık politikalar meşrulaştırılamaz. Bu demokratiklik değildir. Tamam, Türkiye'nin sınırları değişmeden birlik içinde sorun çözülmeli; ama o asimilasyon politikasının yarattığı olumsuzlukların da giderilmesi gerekiyor. Şimdi Dersim’de kaç kişi Zazaca biliyor? Neredeyse asimile edil-miş. Tabii bütün Dersimlilerin yeniden dillerini öğrenmeleri gerekiyor. Amed’de, Urfa’da herkesin dilini öğrenmesi gerekiyor. Bu da ancak anadilde eğitimle gerçekleşir. Kamusal alanda Kürtçenin ve diyalektlerinin kullanılmasının güvenceye alınması gerekir. Yoksa asimile ettik, bu bizim için kazanılmış bir haktır, kazanılmış mevziidir denilemez. Bu ‘kazanılmış mevzilere’ dayanarak, “Bakın, bazı Kürtler de AKP'ye oy veriyorlar; bunlar özerk yönetimi, kendi kendilerini yönetmeyi, anadilde eğitim ve kamu alanında Kürtçenin kullanılmasını istemiyorlar” denilemez. Bu yönüyle yeni anayasa konusu önemlidir. Kesinlikle demokratik olmayan, Kürt sorununun köklü ve kalıcı çözümünü sağlamayan bir anayasanın Kürtler için meşruiyeti olamaz. Kürt sorununu çözmeyen, kimliğini, kendi kendini yönetmesini ve anadilde eğitimini tanımayan, Kürtçenin kamusal alanda ve yaşamın her alanında kullanılmasının önündeki engelleri kaldırmayan bir anayasanın Kürtler için meşruiyeti olamaz. Bunun açıkça ortaya konulması gerekiyor.
ALEVİLERİN OLDUĞU GİBİ KABUL ETMEYEN ANAYASANIN MEŞRUİYETİ OLMAZ
Alevilerin olduğu gibi kabul edilmesini sağlamayan bir anayasanın Alevler için bir meşruiyeti olamaz. Bütün etnik ve dinsel toplu-lukların düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü, kendi kimlikleriyle yaşama özgürlüğünü tanımayan bir anayasa yeni ve demok-ratik olamaz. Kürtçe öğretim mi olsun, nasıl olsun diye tartışıyorlar. Böyle olabilir mi? Bir halkın dili varsa onun anadilde eğitimi de olacaktır. Bunun tartışılması bile antidemokratiktir, ayıptır. Bülent Arınç ve Hüseyin Çelik’in “Kürtçe okuyup da karınlarını mı doyuracaklar” gibi yaklaşımları gerçekten utanç vericidir. Bu yaklaşım AKP’nin Kürtlere ve Kürt diline bakışını ortaya koymaktadır. Kürtler kendi kendilerini yönetecekler mi, yönetmeyecekler mi tartışması da anadil tartışması gibi ayıp bir tartışmadır. Demokrasi toplumun kendi kendini yönetmesini ifade ediyor. Demokrasi dünyanın her tarafında böyle topluluklar varsa onların özyönetimini tanıyor. Bunlar tartışılacak konular mıdır? Zaten bunları kabul edersek yeni bir ulus yaratırız deniyor. Ne demek yeni bir ulus? Zaten bir ulus var. Önemli olan bu ulusal toplulukların birlikte, ortak demokratik ulus içinde yaşamasını sağlamaktır. Nasıl ki Kürdistan'da bütün topluluklar kendi kimliklerini özgürce yaşama temelinde demokratik bir ulus içinde yaşayabilirlerse, Türkiye'de bütün farklı ulusal etnik topluluklar da her türlü haklarını özgürce yaşarlar. Bunların birbirleriyle ilişkilerinden çıkacak ortak irade de Türkiye geneli açısından bir demokratik ulus olarak tanımlanabilir. Böyle yaklaşılırsa yeni anayasa olur, sorunlar çözülür. Bu demokratik talepleri karşılamayan herhangi bir anayasanın meşruiyeti olamaz.
Kaldı ki, şu anda böyle bir demokratik anayasa yapma iradesi, tutumu ve çalışması görülmüyor. Şu anda anayasa komisyonu var, tartışıyormuş. Mevcut durum kesinlikle ciddiyetsiz bir hali ifade ediyor. Bu demokratik bir anaysa yapmayı değil, toplumu ve halkı kandırıp kendi yaptıkları bir anayasayı toplumun önüne getirip dayatma oyununu ifade ediyor. Önder Apo buna anayasal komplo dedi. Şimdi Türk devleti Kürtler üzerinde yeni bir anayasal komplo gerçekleştirmek istiyor. Nasıl 1920’lerde Cumhuriyetin kuruluşu ortak olmuş, ilk Mecliste ortak davranılmış, yeni Türkiye'nin kuruluşu ortak yapılmış, ancak 1924 Anayasası komplosuyla Kürtler, sosyalistler ve İslami kesimler sistem dışına atılmışsa, şimdi de benzer bir komplo var. İkisi arasındaki tek fark, AKP sistem içine alındığından, 1924’te yapılan komplonun bu sefer Kürtlere ve demokrasi güçlerine yapılmasıdır. Tabii Kürt halkı ve demokrasi güçleri böyle bir anayasa komplosunu kabul etmeyeceklerdir.
ALEVİLERİ DEVLETEYE YEDEKLEMEYE ÇALIŞAN BİR KESİM HEP VAR OLMUŞTUR
*Aleviler ikinci büyük bir konferans yaptılar. Aleviler ve Kürtlerin özgürlüğü arasındaki bağlar da ortaya konuldu. Bu çalıştayı ve son dönemdeki Alevi kurumların yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Alevi sorunu Kürt sorunundan sonra Türkiye'nin en temel sorunudur. O da bir Türkiye'nin demokratikleşmesi sorunudur. Dolayı-sıyla bu iki sorununun çözümü Türkiye'nin demokratikleşmesinin anahtarıdır. İki sorunun mutlaka çözülmesi gerekir. Bu iki sorun çözüldüğü zaman, Türkiye'deki bütün diğer demokratikleşme sorunları çorap söküğü gibi çözülür. Bir kere bu gerçeğin altını çizmekte fayda var.
Kuşkusuz geçmişte Aleviler üzerinde bir devlet politikası uygulandı. Aleviler Cumhuriyet döneminde her türlü baskı ve zulme maruz kalmalarına ve inançları yasaklanmasına rağmen, kendi kimliklerini bile açıkça ifade edemezlerken, böyle yoğun bir baskı altında oldukları halde, demokratik olmayan cumhuriyeti savunan, mevcut otoriter rejimin savunucusu olan çevrelerle ortak hareket eden bir yaklaşım içinde olmuşlardır. Kuşkusuz Alevilerin tutumunun sadece bu boyutu yoktur. Aleviler her zaman demokratikleşmeden yana olmuşlardır. Türkiye'nin demokratikleşme mücadelesinin her zaman içinde bulunmuşlardır. Ne zaman Türkiye'de bir demokratikleşme mücadelesi varsa, orada Alevilerin var olduğunu görüyoruz. Bu inkar edilemez. Ancak mevcut rejim sürekli “İslamcılar gelecek, şeriat olacak” biçimindeki yaklaşımlarla Alevileri sisteme yedeklemeye çalışmıştır. Bu konuda belirli düzeyde başarılı oldukları da söylenebilir. Ancak Alevilerle ilgili durumu sadece böyle tek yanlı değerlendirmek mümkün değildir. Aleviler tüm demokratikleşme mücadelesi içinde yer almışlardır. Bu yönüyle sürekli devletin değişmesi, demokratikleşmesi, demokratik toplum olması, özgürlükçü ve demokratik bir Türkiye'nin oluşması için çabalarını sürdürmüşlerdir. Bu konuda büyük bedeller ödemişler, fedakarlıklar yapmışlardır. Bu konunun altını çizmekte fayda var.
Ancak Alevileri devlete yedeklemeye çalışan bir kesim de hep var olmuştur. Özellikle bazı inanç önderleri üzerinden bunu yap-maya çalışmışlardır. Cem Vakfı ve İzzetin Doğan buna en somut örnektir. Kimi Alevi dedelerini etkileyerek, onlar üzerinde etkide bulunarak, onlar yoluyla Alevileri devletin yedeğine sokma ve devlet mevcut politikalarını destekler hale getirme çabası içinde olmuşlardır. Bu politikalar yoğun asimilasyonla birlikte sürdürülmüştür. Başta Alevi Kürtler olmak üzere hem Aleviliklerini hem de Kürtlüklerini bitirmek için her türlü yol ve yöntem uygulanmıştır. Türkiye'yi Türk-İslam devleti haline getirmenin projesi olarak hem Kürtlükleri hem de Alevilikleri yok edilmeye çalışılmıştır. Öyle ki, Kürtlüğü yok etme birinci sırada olduğu için, Aleviliği bile Kürtlüğü yok etmenin bir aracına dönüştürmeye çalışmışlardır. Mezhep farklılığıyla Kürtler arasında bölünme yaratmak için denemedikleri yol kalmamıştır. Böylece Alevi Kürtleri yalnızlaştırıp zayıflatarak hem Kürtlüğünden uzaklaştırma hem de Alevi değerlerine sahip çıkamama gibi bir durum ortaya çıkarmışlardır.
Türk Alevileri üzerinde de yoğun bir baskı oluşturulmuş, Türk Alevileri de ağır baskı görmüşlerdir. Hatta bazı yönleriyle Kürt Alevilerden daha fazla baskı gördükleri söylenebilir. Çünkü Kürt Alevileri Dersim, Sivas, Malatya, Maraş, Adıyaman, Erzincan ve Varto gibi belirli hatlarda toplu yaşarlarken, Türk Alevileri genelde Türkiye'nin her tarafına dağılmış bir biçimde yaşamışlardır. Tokat, Çorum ve Amasya gibi alanlarda biraz daha yoğun olsalar da, genelde Türkiye'nin her tarafında dağınık bir biçimde yaşamaları, onların daha fazla toplumsal bir baskı altında olmalarını ve giderek hakim inanç olan Sünniliğin etkilerini yaşamalarını beraberinde getirmiştir. Eğer bugün Türk Alevileri Kürt Alevilere nazaran daha fazla Sünni mezhebin etkileri altındaysa, Sünni mezhebin bazı değerlerini alma ve Sünniliğe yaklaşma gibi eğilimleri varsa, bunu da demografik yapısının dezavantajları olarak ele almak gerekir.
ERGENKON’UN BİR AYAĞI DA İZZETİN DOĞAN’IN ELİYLE HAZIRLANIYOR
Kürt Özgürlük Hareketi'nin mücadelesi sonucu özellikle Alevi Kürtlerde önemli bir örgütlenme düzeyi oluşmuştur. Kendi öz kim-likleri ve kültürleri açısından bir bilinçlenme gelişmiştir. Kendi inançlarını da, etnik kimliğini de onurluca ifade eden bir duruş kazanmışlardır. İlk başlarda Türk devleti Alevi Kürtleri metropollere ve Avrupa’ya göçerterek kendisi için ortaya çıkacak olum-suzlukları engellemeye çalışmıştır. Ama özellikle Kürt Özgürlük Hareketi'nin Avrupa başta olmak üzere Alevi Kürtler üzerindeki etkisinin gelişmesiyle birlikte, devlet giderek Alevilere karşı biraz daha yumuşak politika izlemeye çalışmış, böylelikle bu defa da Alevileri bu yumuşak politikalarla devlete yedekleme ve demokrasi güçlerinden ve Kürt Özgürlük Hareketinden koparma politikası izlenmiştir. Bu aynı zamanda Alevilerin demokrasi mücadelesindeki tutumlarını gevşetme, demokratik mücadele veren safları parçalama gibi bir yaklaşımla yapılmıştır. Ancak mücadele sonucu devletin bu yumuşak yaklaşımı Aleviliğin bu ortamda kendisini açıkça ifade etmesini ortaya çıkarmıştır. Kuşkusuz Alevilerin kendilerini açıkça ifade etmeleri ve örgütlenmelerinde Alevi gençlerinin ve halkın demokrasi mücadelesi içinde yer almasının payı da vardır. Alevi Kürt halkının ve Kürt gençlerinin Kürt özgürlük mücadelesi içinde yer alması ve bu mücadelenin bir demokratikleşme mücadelesi olarak Türkiye'yi etkilemesi, Türk devletinin de yeni bir Alevi politikasına yönelmesine yol açmıştır. Bunun getirdiği olumlu sonuçlar da, olumsuz sonuçlar da olmuştur. Belli bir örgütlenme ortaya çıkmış, kendilerini örgütlemeye çalışmışlardır, ama diğer yandan devlet Alevilere el atarak demokrasi mücadelesindeki safları zayıflatıp sistemle bütünleşen, sistemin parçası haline gelen ve sistem içinde kendine yer arayan eğilimleri de ortaya çıkmıştır. İzzetin Doğan’ın Cem Vakfı’nın geliştirilmesi böyledir. Bunların önünün açılmasında ve geliştirilmesinde derin devletin payı vardır. İşte Ergenekon deniliyor. Ergenekon’un bir ayağı da İzzetin Doğan eliyle Alevilerin demokrasi mücadelesinden koparılması, sistemin bir parçası haline getirilmesi ve zaman içinde Sünnileştirilmesine zemin hazırlanmasıdır.
Geçmişte Alevi örgütlerinin sadece kendi taleplerini dile getirmeleri, özellikle Kürt sorunundan uzak durmaları aslında taleplerini dile getirmede ve mücadelelerini vermede kendilerini zayıf bırakıyordu. Çünkü demokrasi güçlerini zayıf bırakıyordu. Tutarlı bir demokratlık, tutarlı bir demokrasi mücadelesi olmuyordu. Bu da Türkiye'nin demokratikleşme mücadelesini zayıflatıyordu. Türkiye gerçek anlamda demokratikleşmeden Aleviler özgür olabilir mi? Aleviler kendi inançları ve kimliğiyle özgürce yaşayabi-lirler mi? Bu mümkün değil. Gerçek bir demokratikleşmenin anahtarı Kürt sorununun çözümüdür. Kürt sorununun çözülmediği bir yerde Türkiye gerçek anlamda demokratikleşmez. Gerçek demokratikleşmenin olmadığı yerde de Alevilerin kendilerini olduğu gibi kabul ettirip kendi kimlikleriyle özgürce yaşamaları sağlanamaz. Bu açıdan geçmişte yanlış yaklaşımlar oldu. Özellikle dıştan yönlendirmelerle Aleviler Kürt Özgürlük Mücadelesinden uzak tutulmaya çalışıldı. Hatta Kürt Özgürlük Mücadelesinde devletin tezlerine yakın yaklaşımlar benimsendi. Ama Alevi toplumunda bir demokratik damar olduğu, zaten kimliğinde demokratik bir karakter bulunduğu için, bu kimliğindeki demokratik karakteriyle Türkiye tarihi içindeki demokrasi mücadelesi içinde aldıkları yerin sonucu olarak demokratik bir birikime sahip oldukları için, son zamanlarda görüldüğü gibi Alevilerin sorunlarıyla Kürtlerin sorununun birbirine çok bağlı olduğu, Alevilerin özgürleşmesi için Kürt sorununun çözülmesi gerektiği, bu nedenle Alevilerin başta Kürtler olmak üzere bütün demokrasi güçleriyle ortak hareket etmesi gerektiği konusunda bir zihniyet, düşünce eğilimi ve yaklaşım ortaya çıkmıştır.
Biz bunu önemli görüyoruz. Sadece Kürt halkının özgürlüğüne olumlu yaklaşma açısından değil, Alevilerin kendi özgürlükleri ve demokrasilerini gerçek anlamda kazanmaları açısından da önemli görüyoruz. Çünkü Alevi toplumunun demokratik karakteri, özellikleri, taşıdığı tarihsel olumlu değerler Türkiye'nin demokratikleşmesine gerçekten önemli değer katacaktır. Bu da Türkiye'nin demokratikleşmesine ve demokrasisinin derinleşmesine daha da hizmet edecektir. Bu da başta Kürtler olmak üzere bütün ezilen halklar ve topluluklar için güvence olan demokrasinin gelişmesini sağlayacaktır.
Yine kendi özgürlük ve demokrasi sistemimizin komünal değerleri, demokratik konfederal anlayışı, toplumcu komünal değerlere dayanmak istemesi, böyle bir ideolojik ve teorik yaklaşım içinde bulunmamız dikkate alındığında, gerçekten öngördüğümüz özgürlük ve demokratik sistem açısından Alevilik önemli bir toplumsal zemin teşkil etmektedir. Bunu da çok değerli görmekteyiz.
ALEVİLERİN SON TOPLANTISIDNA ÖNEMLİ DEĞERLENDİRMELER YAPILDI
Alevilerin geçmişteki yanlışlıkları aşarak, başta Kürtler olmak üzere demokrasi güçleriyle daha sıkı ve geniş bir ilişki ve ittifak içine girmeleri demokrasi mücadelesinde yeni boyutlar kazandıracaktır. Buna kesinlikle inanıyoruz. Öte yandan bu yaklaşım gelişirse, sadece Alevi Kürtlerin Kürt Özgürlük Hareketi’yle ilişkilenmesi gerçekleşmeyecek, aynı zamanda Alevi Türklerin de Kürt Özgürlük Mücadelesini anlama, değer verme ve destekleme durumu ortaya çıkacak, bu da Kürt halkıyla Türkiye halkları arasındaki ilişkinin sağlanmasında köprü olacaktır. Eğer Kürt sorunu Türkiye'nin sınırları içinde çözülecek ve halkların kardeşliği içinde bir Türkiye yaratılacaksa, bunda Alevi Kürtlerin Alevi Türkler üzerinden bütün Türkiye toplumuyla ilişkilenmesi açısından önemli sonuçları olacaktır. Biz bunları hep değerli görüyoruz. Hareket olarak zaten baştan beri Alevilerin özgürlüğü ve demokratik yaşamı için bu tutumumuz var. Kesinlikle bu konuda hiçbir kayıta girmeden Alevilerin kendi kimliğiyle oldukları gibi kabul edilmesini, özgür yaşamlarının kabul edilmesini destekliyoruz. Tüm Kürtlerin nasıl kendileri için özgürlük ve demokrasi istiyorlarsa, Alevilerin de kendi kimliğiyle özgür ve demokratik yaşamlarını istemeleri gerektiğini söylüyoruz. Bu konuda bütün Kürtlerde Alevilerin haklarını anlama, tanıma ve kabul etme konusunda önemli bir bilinç gelişmiştir. Bunun en somut ifadesi en son Diyarbakır’da Diyarbakır Belediyesinin Cem Evi açmasıdır. Bu da aslında artık Kürtlerle Alevilerin demokrasi mücadelesinde ortak tutum takınmalarının sembolü gibi ele alınabilir. Zaten Kürt Özgürlük Hareketi Şafii Kürtlerle Alevi ve Hanefi Kürtler arasındaki önyargıları kırmıştı. Kürt Özgürlük Hareketi'nin çıkışında Şafii, Alevi ve Sünni Kürtlerin bir ortak hareketi olarak ortaya çıktı. Bu yönüyle PKK baştan itibaren inanç ayırımı yapmadan Kürtlerin birliğini sağladı. Bugün Êzidi Kürtler de, Alevi Kürtler de Kürt Özgürlük Mücadelesi içinde yerlerini almaktadır. Kürt Özgürlük Hareketi'nin gelişmesiyle birlikte kendilerini daha özgür ve daha güvende hissetmişlerdir. Bu kesindir.
Alevilerin son kurultayında bu yönlü önemli konuşmalar, değerlendirmeler yapılmıştır. Artık bu yönlü değerlendirmeler bir ilke düzeyinde her yerde ifade edilmektedir. En son Alevi örgüt ve inanç temsilcilerinin Roboski’ye gitmeleri, Roboski’de Kürt halkının duygularını paylaşmaları çok önemli olmuştur. Bütün bunların daha da geliştirilmesi gerekir. Kesinlikle bir demokrasi ittifakı içinde ortak hareket edilmesi gerekir. Bir yönüyle Alevilerin kaderiyle Kürtlerin kaderi bir bütün olarak birbirine bağlanmıştır. Bunu Alevi örgütlerinin görmesi çok önemlidir, çok değerlidir. Bunun mutlaka siyasal sonuçları olacaktır. Bu siyasal yaklaşım Alevilerin olduğu gibi kabul edilip Türkiye ve Kürdistan'da kendi kimlikleriyle özgürce demokratik temelde yaşamalarını güçlen-direcektir. Bu açıdan bu değerlendirme ve yaklaşımların tüm Alevi toplumsal tabanına yansıtılması gerekir. Alevilerin özgürlüğü-nün ancak Kürtlerin özgürlüğü ve Kürt sorununun çözülmesiyle gerçekleşebileceğinin, Türkiye'nin demokratikleşmesinin anahta-rının bu olduğunun bilinmesi, bu bilinçle hareket edilmesi önemli olmaktadır. Bu temelde bu yönlü çalışmalar içinde olan, bu yönlü değerli görüşler sunan herkesi takdirle karşılıyoruz. Bunlar bizim açımızdan değerlidir. Kesinlikle hareketimiz tarafından karşılığını bulacaktır.
KÜRT DEMOKRATİK HAREKETİNE AMBARGO UYGULUYORLAR
*PKK'nin finans kaynaklarını kurutmak adı altında bir dizi yönelimler içine girmeye imkan verecek bir yasa çalışması yürütülüyor. Bu yasa çıktığı taktirde tüm Kürt işverenler ve yurtsever Kürtlerin malvarlığına el koyma imkanı doğacak. Yasa-nın sizi etkileyeceğini düşünüyor musunuz? Sizce bu yasayla ne amaçlanıyor?
Bu yasanın hareketimizle, PKK ile alakası yoktur. Bu yasa kesinlikle Kürdistan'daki demokratik siyaset ve demokratik kurum-larla ilgilidir. Demokratik siyaset alanı nasıl tutuklamalarla çalışamaz hale getiriliyorsa, şimdi de ekonomik alanda sıkboğaz hale getirilmek amaçlanıyor. Demokratik siyasal alan herhalde çeşitli bağışlar, aidatlar ve yardımlarla kendi ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Anlaşılıyor ki, esas olarak onu ortadan kaldırmak istiyorlar. Bir yandan grubu bulunan her partiye devlet yardımı veri-yorlar, devlet desteğiyle onların ekonomik bütün ihtiyaçlarını karşılıyorlar, diğer yandan Kürt demokratik hareketine bu yönlü bir ambargo uyguluyorlar. Özellikle BDP gibi partiler yararlanmasın diye yasa değiştirildi. Nasıl Kürtler yararlanmasın diye tüm diğer yasalar antidemokratik kılınıyorsa, Kürtler yararlanmasın diye siyasal partiler yasası da antidemokratik karakterde düzen-lenmiştir. Türkiye'de Kürtler yararlanacaksa anayasalar da, yasalar da sınırlanıyor. Her yasa ve her kurum Kürtlerin yararlanamaması, bilinçlenip bir ulus olarak örgütlenerek demokratik ulus çerçevesinde kendi haklarını arayan bir toplum haline gelmemesi doğrultusunda düzenleniyor. Şimdi de PKK'nin finans kaynaklarının kurutulması adı altında BDP'ye ve Kürt demokratik hareketine yönelik bir yasa çıkaracaklar. Kürtlerin birbiriyle dayanışma içinde kendi demokratik örgütlenmelerini yaşatmaya yönelik çalışmalar engellenecek. Yoksa PKK'nin finans kaynaklarını kurutma gibi bir sonucu olamaz.
TÜRKİYE’DEN BİZE GELEN BİR KURUŞ PARA YOKTUR
Türkiye'den bize gelen beş kuruş para yoktur. Söylüyorlar ya, belediyeler ve işadamları bize para gönderiyormuş! Kesinlikle böyle bir şey yoktur. Bu tamamen dünyayı kandırma, toplumu aldatmadır. Hareketimize gelen beş kuruşu bile ispatlayamazlar. Böyle bir şeyin olması bir yana, biz kesinlikle Kürt belediyelerinin, Kürt kurumlarının hiç kimseye ekonomik imkan sağlamasını istemiyoruz. Kürtler demokratik iradeleri, örgütlenmeleri ve mücadeleleriyle belediye kazanmışlarsa, oraları hiç kimse rant kapısı yapamaz, faydalanamaz. İlkemiz ve yaklaşımımız budur. Bu bakımdan şuradan para alıyormuşuz, buradan para alacakmışız, bunlar doğru şeyler değildir.
ÖYLE PARAYA BOĞULMUŞ, HERŞEYİ BOLCA HARCAYAN BİR HAREKET DEĞİLİZ
Kuşkusuz hareketimiz halkımızın desteğiyle yaşıyor. Halkımız bu hareketi ayakta tutuyor. Ama bu hareketin öyle Türk devle-tinin belirttiği gibi yüz milyonlarla ifade edilen bir bütçesi yoktur. Bu hareket çok mütevazıdır, yaşamı da imkanları da çok müte-vazıdır. Öyle paraya boğulmuş, her şeyi bolca harcayan bir hareket değiliz. Bir lokma bir hırka felsefesiyle mücadelenin çok zorunlu ihtiyaçlarını karşılayan bir yaşam biçimimiz vardır. Bu her zaman böyleydi, şimdi de böyledir. Öyle bazılarının belirttiği gibi PKK'nin büyük paraları var, PKK büyük paralar kazanıyor gibi şeyler demagojidir, yalandır. Öyle rakamlar söylüyorlar ki, PKK'nin kırk yıllık mücadelesindeki harcamaları toplasanız o kadar para harcamamış, o kadar parası olmamıştır.
UYUŞTURUCU KAÇAKÇILIĞI YALANDIR
Yine PKK'yi uyuşturucu kaçakçılığıyla ilişkilendiriyorlar. Bunların hepsi demagojidir, yalandır. Bunları kanıtlayacak tek bir delil bile bulamazlar. Bu tür iddialar siyasi nedenlerle ve psikolojik savaş gereği ortaya atılmış iddialardır. PKK kıt kanaat zorluklar içinde geçinmesini, yaşamasını bilen bir harekettir. Dişinden tırnağından arttırarak, halkın çok cüzi miktardaki yardımlarını kullanarak yaşamaktadır. Bunun herkes tarafından böyle bilinmesi gerekir. PKK'lilerin nasıl yaşadığını görmek istiyorlarsa gelip görebilirler. Bu yönlü araştırma ve değerlendirme yapmak isteyenlere kapımız açık olmuştur. PKK’liler safahat içinde mi, yoksa bir lokma bir hırka felsefesiyle mi yaşıyorlar, bunu gelenler görmüştür. Şöyle giyecek, şöyle yiyecek, şöyle içecek, şöyle lüks imkanlar var söylemleri sadece kuru iftiradır. Dolayısıyla bu tür tedbirlerin bizim açımızdan fazla bir değeri yoktur. Bu hareket en azla kıt kanaat kendisini yaşatabilir. İhtiyaç karın doyurmadır, gerilla mühimmatının karşılanmasıdır. Bunları da kırk milyonluk halkın rahatlıkla karşılayacağı açıktır. Öyle Türk devleti gibi milyonlarca ordu besleme veya Türkiye'nin bütün bütçesini götürüp silaha harcama gibi bir özelliği yoktur.
Çok mütevazı imkanlarla yürütülen bir direnişimiz vardır. Ama bu haklı mücadeledir, kararlı mücadeledir, militanca bir mücade-ledir. Mücadeleyi bununla yürütüyor. Mücadele parasının çokluğundan değil, iradesi ve inancının yüksekliğinden, militanlığının fedailiğinden geliyor. Öyle ki, paranın olduğu yerde bozulma olur diyoruz. Nerede biraz para imkanı varsa orada bozulma yaşanıyor değerlendirmesi yapıyoruz. Yani maddi imkanların olduğu yerde güçlenmiyoruz. Çoğu zaman zayıflıyoruz, çoğu zaman olumsuzluklar ortaya çıkıyor.
Geçmişte nasıl PKK'ye para verdi bahanesiyle yurtseverler ve işadamları katledildiyse, şimdi farklı yol deneyecekler. Geçmişte faili meçhul cinayetlerle siyasetçileri, belediye başkanlarını ve milletvekillerini öldürüyorlardı, şimdi cezaevine atıyorlar. Geçmişte Kürt işadamlarını katlediyorlardı, şimdiyse çeşitli bahanelerle tutuklayacaklar ve varlıklarına el koyacaklar. Bu aslında 1990’lı yıllardaki konseptin yeni yöntemlerle sürdürülmesidir. Bir halkın ekonomik olarak da boğulmasını hedefliyor.
TÜRK DEVLETİ EKONOMİK SOYKIRIM DA UYGULUYOR
Türk devleti Kürdistan'da ekonomik soykırım da yürütüyor. Kürtlere ekonomik yaşam alanı bırakmıyor. Türk devleti ancak işbirlikçi olursan, devlete yaslanırsan sana ekonomik alan bırakıyor, ihale veriyor, önünü açıyor. İşbirlikçilik yapmayanların ekonomik olarak gelişmeleri ve bir yere ulaşmaları mümkün değildir. Bütün büyük zenginlerin hikayesine bakın, çoğunun devletle iyi ilişkileri sonucu imkanlar elde ettiğini görürsünüz. Kürt gerçeğinde ekonomik soykırım olduğu için Kürtler hep yasadışı yollara başvurmuşlardır. Sınırda kaçakçılık yapmışlardır. Bunlar gerçektir. Çünkü Türk devleti sömürgeciliği o kadar derinleştirmiştir ki, Kürtlere ancak bu yasadışı yollardan para kazanma imkanı kalmıştır. Kürtlerin kaçakçılıktan para kazandıkları söylenir, doğrudur. Devletle işbirliği içinde olmayan zenginlerin çoğunluğunun hayat hikayesinde bunlar vardır. Ama başka bir imkan bırakılmadığı için Kürtler bu yollara sürüklenmişlerdir. Bunun için mayınlarda ellerini ayaklarını vermişler, yaşamlarını yitirmişler ya da yıllarını zindanlarda geçirmişlerdir.
KÜRDİSTAN’DA EKONOMİK GELİŞMENİN KANUNU DEVLETLE İŞBİRLİKÇİLİK YAPMAKTIR
Kürdistan'da ekonomik gelişmenin kanunu devlete işbirlikçilik yapmaktır. Devletle işbirliği yapmadan kim hangi ihaleyi alabilir? Tümü değilse de yüzde 90’ı devletle ilişki içinde, devletle işbirliği yaparak, devletin uşaklığını yaparak bu imkanları elde etmiştir. Devletin siyasi sömürgecilik ve kültürel soykırım politikalarına boyun eğerek kendi ailesel, aşiretsel ve bireysel çıkarlarını yürüt-müştür. Bu yasayla aslında belirli ekonomik imkana kavuşmuş olan çevreler daha fazla devletle işbirliği yapmaya çağrılıyor, işbirliğine zorlanıyor. Nasıl siyasal alanda baskı yaparak belirli Kürtleri PKK'nin karşısına çıkarmak istiyorlarsa, bu alanda da baskıyı arttırıp birçok kesimi yıldırarak PKK karşıtlığı yapmaya zorlayacaklar. İşbirlikçi siyasetçilerin yanına bu ekonomik işbir-likçiliği de katarak, kendilerine göre Kürdistan'da PKK karşıtı bir siyasal, ekonomik ve sosyal sistem kuracaklar. Saldırılarının esas amacı buna dönüktür.
Yurtsever işadamları varsa, onları da kendine göre belirli kulplar bulacaklar, PKK'ye yardım etti diyecekler ve etkisizleştirecekler. Zaten ‘gizli tanık’ diye dünyada görülmemiş bir iftiracı hukuk düzeni kurmuşlar. Gizli tanık doğru mu söylüyor yanlış mı söylü-yor, önemli değil. Devletin saf dışı etmek istedikleri hakkında konuşturuluyor ve buna dayanarak insanlar cezaevinde tutuluyor. Türk devleti de Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı bir özel savaş devleti, psikolojik savaş hükümeti olduğuna göre, zorlama gerekçe-ler ve temeli olmayan deliller ortaya konularak yurtsever Kürt işadamlarının varlıklarına el koymayı düşünüyorlar.
YASA BİR YÖNÜYLE VARLIK VERGİSİNE BENZİYOR
*“Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun” şeklinde formüle edilen yeni proje “varlık vergisi” olarak yorumlandı. 1940’lara mı dönülüyor? Bir diğer endişe ise, bu proje ile hedeflenen Kürt orta sınıfı mı?
Bu, Kürdistan'da yürütülen topyekun savaşın bir parçasıdır. Bunu böyle görmek gerekiyor. Kürdistan'daki ekonomik alanın tüm-den devletin ve işbirlikçilerin denetimine sokulması hedefleniyor. Belki geçen süre içinde çatışmanın şiddetli olmadığı, yine Güney Kürdistan’la ekonomik ilişkilerin olduğu süreçte bir kısım yurtsever işadamları da gelişme imkanı buldular. Aslında bu ‘terörizmin finansmanı’ yaklaşımıyla onları tamamen sistemin içine çekme, sistemi savunur konuma getirme, PKK'ye karşı yürütülen savaşta onları da PKK karşıtı konuma getirme hedefleniyor. Yine onların demokratik mücadeleye, siyasal partiye veya insan hakları kuruluşlarına ve kültür kurumlarına çeşitli biçimlerde yaptıkları yardımlar ve destekler ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Hedeflenen tabii ki devletin politikalarıyla bütünleşmeyen Kürt işverenleri ve orta sınıftır. Yok etmekten çok devlete bağlama, işbirlikçi hale getirme yaklaşımı var.
Kuşkusuz eskiden beri zenginler ve orta sınıfta bir işbirlikçilik vardı. Devlet doğrultusunda düşünme vardı. Ama bu yeterli görül-müyor. Bir kısım Kürt işadamlarının, orta sınıfının yurtsever olduğunu, Kürt ulusal varlığını sahiplendiğini görüyorlar. Bunlar Kürtlerin kendi kimliği, dili ve kültürüyle bir özyönetime sahip olmasını savunuyor ve destekliyorlar. Orta sınıf içinde de böyle Kürt Özgürlük Hareketi'ne sempati duyan, Kürt demokratik hareketi içinde yer alan, AKP'nin politikalarına karşı çıkan, Kürt halkının taleplerini savunan kesimler var. Bunlar ezilmek isteniyor. Açıkça devletle ilişkisi olmayanın ekonomik alanda da yaşama hakkı yoktur deniliyor. Nasıl geçmişte Kürt kimliğini inkar etmeden devlette bürokrat olmak, bürokrasi içinde yükselmek ya da herhangi bir yaşam alanında varlık göstermek mümkün değildi, herkes illa Türkleşecekti. Şimdi ise herkes Kürt’üm diyebilir, ama devletin Kürt’ü olmak zorundadır.
Bu yasa bir yönüyle Varlık Vergisine benzemektedir. Varlık Vergisinin amacı neydi? Sermayeyi Yahudilerden, Ermenilerden, Rumlardan Türklere kaydırma politikasıydı. Yine 1955’teki 6-7 Eylül olayları da benzer amaçla gerçekleştirilmişti. Şimdi Kürdis-tan'da farklı biçimde böyle bir sermaye kaydırması hedefleniyor. Sermayenin ya da belli değerlerin el değiştirmesi hedefleniyor. Yurtsever Kürtlerin elinden Türk devletinin Kürdistan'daki siyasi egemenlik ve kültürel soykırım politikasına boyun eğmiş işbir-likçi Kürtlere kaydırılmak isteniyor. Böylelikle siyasal egemenlik ve kültürel soykırımın sosyal tabanı genişletilmeye çalışılıyor.
Burada bir hususu belirtmek gerekiyor. Tabii devlet şimdiye kadar ekonomik imkanları yine kendisine bağlı olanlara tanıdı. Ger-çekten de Kürdistan'da ekonomik olarak yükselenlerin hikayesi incelenirse, bunların yüzde 90’ının devletle işbirliği içinde, devlet politikalarına destek veren kesimler olduğu görülecektir. Bunlar devleti savunan klasik partiler içinde yer almışlar ve böylelikle zenginleşmişlerdir. Şimdi de AKP içinde yer alarak, işbirliği yaparak zenginleşiyorlar. Kürdistan'da zenginleşmenin, zenginlikleri elde etmenin yolu budur. Kürdistan'da zenginlikleri elde etmek için ulusal değerlerinden vazgeçeceksin, ulusal ve demokratik haklarından vazgeçeceksin, Türk devletinin Kürt politikası neyse ve neyi savunuyorsa o sınırlarda savunacaksın, ileriye gitmeye-ceksin! Ancak o koşullarda önleri açılabilir. Şimdi bu politika Kürdistan'da daha da sistemli bir biçimde uygulanıyor.
1925’te kabul edilip devreye konulan Şark Islahat Planı’yla nasıl Türkleştirme stratejisi izlendiyse, ekonomik alanda da bu po-litika her zaman izlendi. Şimdi bu politika daha temel bir stratejiye ve temel kurallara bağlanıyor. Artık Kürdistan'da Türk devleti belirli yurtsever olan işadamları ve orta sınıf üzerinde de baskısını arttıracaktır. Geçmişte sınırlı bir biçime yaşam imkanı bulanlara artık bu imkanlar tanınmayacaktır. Ancak AKP'nin Kürt’ü olunursa, AKP'nin Kürt politikası sınırlarında konuşulursa, ona boyun eğilirse yaşam hakkı tanınacak, yoksa ekonomik yaşamı çok yönlü baskılar atlında bitirilecektir. Bunu da Kürdistan'daki topyekun savaşın bir parçası olarak görmek lazım. Yine Kürdistan'daki siyasi, kültürel ve sosyal soykırımın parçası olarak buna da ekonomik soykırım demek gerekiyor.
ROJ TV DAVASINDA MAHKEME TESLİM OLDU
* Danimarka mahkemesinin kararı ardından Roj TV'nin yayınları Fransız hükümeti ile ABD hükümetlerine bağlı uydu şirketleri tarafından fiilen durduruldu. ABD'li yetkililer bunu bizzat itiraf etti. Roj TV'nin kapatılmasına yönelik diplomatik çabalar ve uydu şirketlerinin sözleşmeleri iptal etmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk devleti çok haksız bir politika yürüttüğü, hakikati olmadığı ve Kürtler üzerinde uyguladığı politika konusunda çok fazla teşhir olduğu için gerçeklerin bilinmesini istemiyor. Gerçek olarak kendi özel savaş merkezlerinde ürettiği tezlerin, düşüncelerin topluma yayılmasını ve bunların Türkiye, Kürt toplumu ve dünya tarafından kabul edilmesini istiyor. Türk devleti gelinen aşamada o kadar haksız konumdadır ki, artık Kürt halkının haklı mücadelesi karşısında söyleyecek sözü kalmamıştır. Bir çözüm politikası da yoktur. Bunun için Kürt halkının ve dünyanın gerçekleri öğrenmesini istemiyor. Tek taraflı bir psikolojik savaş yürüterek, buna dayanarak Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etmeyi ve bu sorundan kurtulmayı düşünüyor. Bunun için de Türkiye’yi pazarlıyor. Rasmussen’in NATO Genel Sekreteri olması döneminde yarattığı kriz sonucunda ROJ TV’nin kapatılmasına onay verildiğini bütün basın yazdı. Yine Wikileaks belgelerinde ABD'nin ROJ TV üzerinde nasıl baskı yürüttüğü ortaya çıktı. Türk devleti Avrupa’daki her türlü ilişkisini ROJ TV’nin kapatılması üzerine kurdu, bu konuda her türlü rüşveti verdi. Avrupa ülkeleri ve ABD ile yaptığı pazarlıkta hep bunu önemli bir pazarlık kozu olarak kullandı. Bu tür çalışmalarla Danimarka devleti ve mahkemesi üzerinde yoğun bir baskı kuruldu ve sonuçta mahkeme teslim oldu.
Avrupa’da da çok stratejik konular söz konusu olduğunda, devlet yine mahkemelere ve yargıya müdahale ediyor. Avrupa’da yargıçlar bağımsız karar veriyor yaklaşımı kesinlikle bir uydurma ve toplumu kandırmadır. Tamam, genel olarak Danimarka’nın, İngiltere’nin, Almanya’nın çok stratejik konularını, özellikle uluslararası alanda siyasi konularını, yine sistemin karakterini ilgilendirmediği müddetçe, mevcut anayasa ve yasalar çerçevesinde yargıçlara belirli bir yetki vermişlerdir. O yönlü yetkilerini bağımsızca kullanmaktadırlar. Ama sorun Kürt sorunu gibi uluslararası bir sorun olduğu takdirde, Danimarka’nın, Almanya’nın, Fransa’nın dış politikasını önemli düzeyde etkilediğinde yargıçların bağımsızlığı da bitiyor. Kürt sorunu söz konusu olduğunda hukuk da, ahlak da, vicdan da, siyaset de bitiyor. Bunu geçen yüzyılda da gördük, bu yüzyılda da hala bu politika sürmektedir. Bu yönüyle Danimarka mahkemesinin aldığı karar kesinlikle ABD baskısıyla alınmıştır, Avrupa Birliği’ndeki ülkelerin baskısıyla alınmıştır.
ROJ TV’DE NEFRET SÖYLEMİ YOKTU
ROJ TV’nin yaptığı yayınların siyasi ve ahlaki olarak özgürlükçü ve demokratik olduğu açıktır. Öyle nefret söylemi yoktu. Dün-yada hala en önemli sorun nefret suçudur. Televizyonlarda en fazla bu tür yayınların olmaması istenmektedir. ROJ TV’de böyle bir şey var mıdır? Bırakalım nefret suçu işlemeyi, sürekli halkların kardeşliğinden söz etti. Süryaniler de burada sesini bulmuştu, Êzidiler de, Aleviler de, kadınlar ve gençler de. Hiç kimse ROJ TV bu ahlaki ve vicdani ilkeye, temel insan hakları ilkesine uymadı diyemez. Bu konuda örnektir. Öyle Türk halkına bir düşmanlık beslediği de yoktu. Kuşkusuz Türk devletinin baskılarına ve zulmüne karşı bir duruşu vardı, teşhir ediyor ve gerçekleri ortaya çıkarıyordu. Türk devletinin baskılarını ortaya çıkarıyordu. Ama toplumlar arası bir husumet yaratacak herhangi bir yayın yaklaşımı yoktu. Hiç kimse böyle olduğunu iddia edemez. Kuşkusuz Roj TV Kürdistan'daki gelişmeleri yansıtacak, savaşı ve serhıldanı yansıtacaktı, Kürdistan üzerinde uygulanan politikaları yansıtacaktı. Kim bu yönlü çalışma yapamazsın diyebilir? Roj TV evrensel ölçülere, ahlaki ve vicdani ilkelere uyarak bu yönlü yayınlar yapmaktaydı.
Uluslararası basın-yayın ahlakını ihlal eden, iddia edildiği gibi şiddeti teşvik eden bir yayını yoktu. Yani şiddet sahnelerini içeren ve toplumu ve bireyleri olumsuz etkileyen sahnelere kesinlikle yer vermiyordu. Buna dikkat eden bir yayıncılık yapıyordu. Eğer toplumu dehşete düşüren yayınlar yapıyorsa, bunu Türk medyası yapıyor. Şiddeti ve baskıyı normalleştiren yayını Türk basını yapıyor. Her gün nerelere bomba yağdırıldığını, nasıl ezip yıktıklarını, nasıl yüzlerce insan öldürüp paramparça ettiklerini, nasıl canlı bırakmadıklarını Türk medyası gösteriyor. Nasıl uçaklarla hedefleri vurup yerle bir ettiklerini ballandıra ballanıra anlatıyor-lar.
Bu gerçekler dikkate alındığında ROJ TV’nin kapatılma gerekçesinin siyasi olduğu görülecektir. Kesinlikle hukuki, ahlaki ve vicdani değildir. Bunu kendileri de biliyorlar. Ama siyasi ve ekonomik çıkarları gereği bir orta yol buldular, uyduruk bir karar aldılar. Ondan sonra bazı uydu şirketleri de bu karara dayanarak sözleşmeyi iptal ettiler. Aslında böyle bir süreç üzerinde anlaş-mışlar. Danimarka mahkemesi kapatsaydı, hukuken çok zor duruma düşeceklerdi. Açıkça siyasi baskılara boyun eğmiş olacaklardı. Bu yönüyle Avrupa hukukunun, Danimarka yargısının bağımsız olmadığını, siyasi baskıyla karar aldıkları tescillenecekti. Ahlaki ve vicdani olarak bunu kaldıramazlardı. Bu nedenle bir orta yol kararı alıp ondan sonra kapatmayı şirketlere devretmeyi seçtiler. Çünkü şirketler devletleri bağlamıyorlar. Şirkettir, mahkemenin kararına dayanarak kapattım diyecektir. Böyle bir işbirliği içinde, danışıklı dövüşle, böyle bir tezgahla ROJ TV’nin uydudan yayınları durdurulmuştur.
Bu açıktan açığa Türk devletinin inkar ve imha siyasetine destek vermektir. Türk devleti bütün baskılarını ve zulmünü Kürdis-tan’ı dünyaya kapatarak gerçekleştirmek istiyor. Tür devleti nasıl 20.yüzyıl Kürdistan’ı dünyaya kapatarak Kürt halkı üzerinde tam bir terör estirdiyse, nasıl bir sindirme politikası yürüttüyse, şimdi de bunu yapmak istiyor. Kürtler üzerindeki baskılarını dün-yanın görmesini istemiyorlar. ABD ve Avrupa da bu politikanın ortağı ve destekçisidir. Açıkça Kürt soykırımına göz yumuyorlar. Türk devleti diğer halkları nasıl yok ettiyse Kürtleri de yok etmek istiyor. Katliamlarla, sürgünlerle, barajlarla, asimilasyon politikalarıyla Kürtler üzerinde bugün tam bir kültürel soykırım uygulanmaktadır. Bütün baskıların amacı kültürel soykırımı sonuca götürmek içindir. Bu yönüyle Kürt halkı üzerinde gerçekten de bir komplo vardır. Bu komploya AB de, ABD de ortaktır. Dolayısıyla kendilerini Türk devletinin baskılarından ve soykırım politikalarından sıyıramazlar. Roboski katliamında ROJ TV olmasaydı, ANF olmasaydı, DİHA olmasaydı, bırakalım dünyayı, Türkiye bile duymayacaktı. Nitekim Türk basını ancak Kürt basını verdikten ve aradan bir gün geçtikten sonra bu olayı vermeye başladı. Eğer Kürt basını olmasaydı, bu olayı kapatacak ya da farklı senaryolarla olayı izah edeceklerdi, ama yapamadılar.
Türk basınının karakteri bu olayda açığa çıkmıştır. Türk devleti zaten bütün Kürt gazetecilerini tutukladı. Kürt basınını çalışa-maz hale getirdi. Türk basınının da haber vermediği ortamda ROJ TV’yi kapatmak ne anlama gelmektedir? Bu kapatma gazetecilerin tutuklanmasına onay vermektir, Roboski’deki katliamın da gizlenmesini normal görmektir. Bu açıktan açığa Türk devletinin bu yaklaşımlarının hepsine destek vermektir. Bundan daha ahlaksız bir durum olabilir mi? Bundan daha hukuksuz ve vicdansız durum olabilir mi¬? Ne demokrasisi, ne insan hakları, ne hukuku, ne adaleti? Sıra Kürtlere geldiğinde hepsi bitiyor. Türk devletinin yüz tane kanalı var. Kürtler bir kanaldan bilgi alıyorlardı, onu da tam bir burjuva anlayışıyla çıkarları gereği bir yargı komplosuyla susturdular. Bu kadar vicdansızlık olabilir mi? Bu kadar ahlaksızlık olabilir mi?
Avrupa basını Türkiye ve Kürdistan'daki halkların sorunlarına ilgileniyor mu? Türkiye'deki Süryanilere, Êzidilere ve Alevilere sahip çıkması söz konusu mudur? Avrupa’nın ilgisiz kaldığı bir yerde Türk devleti zaten inkar eder. Türkiye'de halkların kardeşli-ğini işleyen bir yayın var mıdır? Türkler egemendir, Türklerin egemenliğini kabul ettiren bir yayın vardır. Türkiye'deki bu zihniyet ve yayıncılık dikkate alındığında, ABD'nin ve Avrupa’nın ROJ TV’nin yayınlarını takdir etmesi gerekiyordu. Türkiye gerçeği karşısında böyle bir yayıncılığın olmasını desteklemesi gerekiyordu. Kendisi yapamıyor, hiç değilse ROJ TV yapıyor. Gitsinler ROJ TV’yi Süryanilere sorsunlar, Alevilere, Êzidilere ve Ermenilere sorsunlar, kadınlara sorsunlar! Bu konularda nasıl rol oynamış öğrensinler. Bugün Türkiye'de Aleviler, Süryaniler, Êzidiler, birçok kesim sesini çıkarabiliyorsa, bunda Kürt hareketinin etkisi vardır. ROJ TV yayınları da bu konuda çok büyük hizmetler yapmıştır. ROJ TV’nin yayınları Türk devletinin kültürlere nasıl düşmanlık yaptığını ortaya koymuştur. Çok sıkıştırıldığı için mecburen bu konularda politika değiştirmek zorunda kalmıştır.
REFERANDUM YAPILSA AVRUPA HALKI ROJ TV’Yİ DESTEKLER
Bizim açımızdan öyle ABD karar almış, şurası karar almış, bunlar önemli değil. Bizim için önemli olan Avrupa halkının kanaati-dir. Avrupa halkları, Avrupa demokratları ROJ TV’ye nasıl bakıyorlar, bizim için bu önemlidir. Şu anda Avrupa’da bu karar için bir referandum yapsalar yüzde 90’ı bu mahkeme ve uydu kararlarına karşı çıkar. Eğer kendilerine güveniyorlarsa bir oylama yapsınlar. “ROJ TV kapatılsın mı kapatılmasın mı” diye Danimarka ve Fransa bir referandum yapsın! Serbest propaganda yapılsın, Türkler de yapsın, Kürtler de yapsın, demokrasi güçleri de yapsın, ortaya nasıl bir sonuç çıkacak bakalım. Türk devleti tabii her zaman olduğu gibi Türkiye'ye düşmanlık var, bu nedenle referandum sonucu böyle çıktı diyecek. Avrupa’daki siyasiler de, demokrasi güçleri de böyle mi düşünüyor? Bu yönüyle tarih ROJ TV’nin kapatılmasının nasıl çirkin bir tezgah olduğunu, nasıl siyasi bir karar olduğunu yazacaktır. Kaldı ki artık bu tür kararların ne anlama geldiğini Kürt çocukları bile bilmektedir.
ANF NEWS AGENCY
ANF’ye konuşan KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık, “AKP'nin politikaları 2012 yılı boyunca daha sert yöntemler uygulayacağını ve mücadelenin sertleşeceğini gösteriyor” diyerek, bir yumuşama olacaksa, AKP'nin politikalarında bir değişiklik olacaksa bunun ancak direniş ve mücadeleyle olabileceğini vurguladı. Bayık, “Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun” ile siyasal egemenlik ve kültürel soykırımın sosyal tabanının genişletilmeye çalışıldığını kaydetti.
BAHARDA YUMUŞAMA OLMAYACAK
*Bazı çevreler baharla birlikte sürecin yumuşayacağını iddia ediyor. Bu yönlü değerlendirmeler için neler söyleyebilirsi-niz?
Bahardan sonra durumun yumuşayacağını söyleyenler ya psikolojik savaş merkezinin kalemşorları veya sözcüleridir, ya da bunların bu yönlü propagandasına inanan, kendine göre iyi niyetli ya da duyguları ve beklentisi böyle olan insanlardır. Şunu açıkça belirtebiliriz ki, AKP'nin politikaları baharda Kürt sorununun çözümünde adım atmasını sağlayacak, bu konuda yaklaşımlar gösterecek ve yumuşama yaratacak doğrultuda değildir. Aksine AKP'nin politikaları 2012 yılı boyunca daha sert yöntemler uygulayacağını ve mücadelenin sertleşeceğini gösteriyor. Bu kadar tutuklamanın olması, psikolojik savaşın bu kadar arttırılması, kimi Kürt işbirlikçilerin devreye sokulması, bunların hepsi Kürt Özgürlük Hareketi'nin iradesini kırmak üzerinedir. Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etmek, edemiyorsa marjinalize etmek amaçlıdır. Buradan bir yumuşama çıkabilir mi? Hayır! Kürt Özgürlük Hareketi'ni ezerse, o zaman ancak güçlünün barışı ortaya çıkabilir. Bir zamanlar Roma’nın baskıyla yarattığı suskunluğu tanımlayan Pax Romana gibi, Türk devleti de Kürt Özgürlük Hareketi'ni ezmiş ve suskun hale getirmiş bir durum yaratmayı hedefliyor. Böyle bir hedefi var ve bunun bir yumuşama yaklaşımı olmadığı açıktır. Kaldı ki, bunun gerçekleşmesi mümkün değildir. AKP'nin politikaları Kürt halkının direnişini yükseltmekten ve mücadelesini geliştirmekten başka bir cevap bulamaz.
Her türlü baskı yapıldığı halde baharda yumuşama olacak demek, Kürt halkını mücadelesiz bırakma amacından başka bir şey ifade etmez. Bu tür lafların ortaya atma daha kolay tasfiye etme, daha çabuk etkisizleştirme, mücadelesiz ve direnmesiz Kürt’ün iradesini kırma ve teslim alma biçimindeki bir yaklaşımı ifade ediyor. AKP Hükümetinin Kürt sorununun çözümüne olumlu yak-laşım gösteren en ufak bir işaret yoktur. Aksine saldırılara devam edeceğiz, BDP’lilerin hepsini tutuklamaya devam edeceğiz deniyor. “KCK’li olanları tutuklamaya devam edeceğiz” demek bu anlama geliyor. Bazılarının söylediği gibi KCK var, BDP’nin içine girmiş, bu nedenle de BDP'nin tutuklanmasına neden oluyorlar yaklaşımı tamamen gerçeği saptırmaya ve tutuklamaları meşrulaştırmaya yöneliktir. BDP'yi illegal faaliyetlere sürükleyen bunlardır biçimindeki yaklaşımların hepsi saldırıların ve tutuklamaların bahanesidir. Böyle bir şey yoktur. Bunu söyleyenlerin tümü özel savaşın hizmetinde olan ve AKP'nin politikalarını meşrulaştıran kişi ve çevrelerdir.
Bu söylemlerdeki esas amaç bellidir. Eğer teslim olursanız, bizim dediğimiz gibi PKK’ye karşı çıkarsanız, bazı işbirlikçiler gibi PKK karşıtı duruma düşersiniz o zaman size yönelmeyiz; ama PKK'ye karşı durmazsanız, sık sık söylediğiniz gibi aranıza mesafe koymazsanız başınıza bunlar gelir diyorlar. Şimdi bu yaklaşımdan yumuşama çıkabilir mi? Bu kadar demokratik siyasetin üzerine gidilip bitirilmek istenecek, gerillanın bitirilmesine çalışılacak, psikolojik savaşla her türlü kirli kara propaganda yürütüle-cek, ama yine de süreç yumuşayacak! Ortam nasıl yumuşayacakmış? AKP insafa mı gelecek? İnsafa gelme gibi bir hal var mı AKP politikalarında? Bu bakımdan bunların hepsi boş sözlerdir.
YUMUŞAMA ANCAK DİRENİŞ VE MÜCADELEYLE OLUR
AKP zaten yıllardır böyle politika yürütüyor. Bir yandan her türlü baskı ve zulmü uyguluyor, diğer yandan sürekli ‘sabredin, bir şeyler yapacağız’ diyor. “Tamam, bazı eksiklikler ve yetersizlikler var, ama bir şeyler yapılacak” diyerek, aslında baskıcı ve zalim uygulamalarını meşrulaştırıyor, sürdürüyor. Böyle binlerce insanı tutuklayarak zindanlara doldurmuş, adım adım bütün demokrasi güçlerini susturmuştur. Bir yandan baskı yapmış, diğer yandan baskılarına karşı tepkileri azaltmak için hep böyle beklenti yaratmış ve bugünlere kadar gelmiştir. Şimdi de aynı yöntem ve taktik izleniyor. Bunun hiçbir ciddiyeti yoktur, kimse buna inanmamalıdır. Bu açıktan açığa “Ben ezeceğim, susturacağım, siz sesinizi çıkarmayın” politikasıdır.
Bir yumuşama olacaksa, AKP'nin politikalarında bir değişiklik olacaksa bu ancak direniş ve mücadeleyle olabilir. Mücadele dışında Türk devletini, AKP'yi, bu inkârcı, imhacı ve kültürel soykırımcı sistemi demokratik çözüme yanaştırmak mümkün değil-dir. Bir yumuşama isteniyorsa, Kürt sorununun çözümü isteniyorsa AKP'nin politikalarına karşı çıkılmalı, AKP'nin politikalarına karşı direnen Kürt halkının yanında yer alınmalıdır. Bunun dışında hiçbir şey mevcut durumu yumuşatmaz, demokratik siyasal çözümün önünü açmaz. Bunu dost düşman herkes böyle bilmelidir.
BU KOŞULLARDA DEMOKRATİK ANAYASA YAPILABİLİR Mİ?
*Siyasi operasyonların bu kadar arttırıldığı, psikolojik savaşın bu düzeyde tırmandırıldığı bir dönemde hükümetin “yeni bir anayasa yapacağım” demesi ne kadar samimi ve gerçekçidir? Böyle bir ortamda gerçekten demokratik bir anayasa yapıla-bilir mi?
Anayasaların nasıl yapıldığına bakmak için yapıldığı ortama bakmak lazım. Bir darbeyle yapılacak anayasanın içeriği ve biçi-mi farklı olur, bir partinin kendine göre yapacağı bir anayasanın içeriği ve biçimi farklı olur, topluma ve tüm demokratik güçlere dayalı olarak yapılacak bir anayasa daha farklı olur.
Esas olarak bir anayasanın nasıl yapılması gerektiği ihtiyaçtan kaynaklanır. Toplumlar da sürekli değişir. Hem yeni ihtiyaçlar ortaya çıkar, hem de eski kurumların yenilenmesi ve değişmesi gerekir. Bu nedenle anayasalar belli bir süre sonra ömürlerini ta-mamlarlar. Ya da sürekli dinamizm içinde olan ve kendini yaşamın gerçeklerine göre yenileyen bir anayasal sistem olursa, o za-man ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar ve sorunlar karşısında derhal yeni kararlar alınır, yeni kurumlar yaratılır. Türkiye'deki anayasaların tümü aslında 1924 Anayasasının türevidir. Özü itibariyle değişmemiştir. Kuşkusuz anayasa eskisi gibi kalmamıştır. 1961’de de, daha sonraları da bazı değişiklikler olmuştur. Zaman zaman geriye gidilmiş, zaman zaman dünyadaki gelişmeleri dikkate alarak bazı yumuşamalar yapılmış, ama özü itibariyle değişmemiştir. Zaten şu anda toplumda yeni anayasa yapılma isteğinin yüksek olması da bu gerçeği gösteriyor. Geçen gün hem de AKP yandaşı bir yayın organında çizilen karikatür vardı: 1961 anayasası çok genişmiş, ‘81 Anayasası da çok darmış, şimdi bunun ortası bulunacakmış. Yeni anayasaya en iyimser halde böyle bakılıyor. Halbuki esas olarak Türkiye'de var olan önemli sorunlar ve bu sorunlara çözüm bulma bu ihtiyacı doğmuştur. Bunların başında da Kürtlerin ve Alevilerin sorunları gelmektedir. Bütün farklı etnik ve dinsel toplulukların özgür ve demokratik bir siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik yaşama kavuşması gerekir. Mevcut anayasalar 1924’ten beri ‘tek devlet’ esasına dayalı, ‘tek millet’ yaratmayı hedefleyen, bir nevi etnik ve dinsel tüm kültürleri yok etmeyi öngören birer ulus-devlet anayasasıdır. Bu nedenle Türkiye kültürler mezarlığı haline gelmiştir. Yeni bir anayasanın bunu değiştirip bütün farklı etnik ve dinsel topluluklara özgürlük tanıyacak bir sistem yaratması gerekmektedir.
Mevcut ulus-devlet anlayışı Kürtleri, Alevileri kabul etmiyor. Bu ulus-devlet anlayışı ve bunun eseri olan anayasa değişmediği müddetçe ne Kürt sorunu ne de Alevilerin sorunu çözülür. İstediğiniz kadar Alevilerden bahsedin, Alevi Çalıştayları yapın, Kürt sorunu için kimi çevrelerin görüşlerini alın, sonuçta oraya çıkacak olan eskinin farklı bir biçimi olur. Bu bakımdan esas olarak 1924 Anayasasının ulus-devlet zihniyetinin yaratmak istediği toplum anlayışının terk edilmesi gerekiyor. Bu amacı hedeflemeyen hiçbir çalışmanın yeni olması düşünülemez.
Diğer yandan yapım süreci de önemlidir. Anayasa yapım süreçleri en demokratik tartışmaların olması gereken süreçlerdir. Her kesimin düşünce ve taleplerini hem de örgütlü olarak ortaya koymasının sağlanması gerekir. Şimdi böyle yapılıyor mu? Tersine toplum ve insanla dalga geçer gibi herkes düşüncesini e-mail ve site yoluyla Meclise göndersin deniliyor. Tek tek birey olarak değil, bütün toplumsal kesimlerin topluluk olarak ne istediklerini ortaya koymaları gerekir. Kürtlerden, Alevilerden, Hıristiyan azınlıklardan ve yine farklı etnik topluluklardan toplum olarak düşüncelerinin alınması gerekir. Kadınlardan, gençlerden, işçiler-den, tüm sosyal kesimlerden düşüncelerinin alınması gerekir. Daha doğrusu köylerden, sokaklardan, mahallelerden, kasabalardan başlatılarak anayasa tartışmaları, toplantıları ve konferanslarının yapılması gerekir. Türkiye'deki düşünce ortamı yeni anayasa duygularıyla ancak böyle mayalanır. Yeni anayasa için gerekli toplumsal ruhun ortaya çıkarılması gerekir. Bu çıkarılmadan, düşüncelerinizi e-mail yoluyla gönderin, biz yaparız demek doğru bir anayasa yapım biçimi değildir. Zaten kurucu meclis niteliği de yoktur. Kurucu meclis niteliği olsa ve ona dayanarak bir seçim yapılsaydı, temsilciler öyle gelseydi, belki bu eksiklikler ve yetersizlikler bu yolla giderilmiş olurdu. Ama ortada ne bir kurucu meclis vardır, ne de bir anayasa yapımı için toplumun taleplerini yansıtan bir yol izlenmektedir.
En önemlisi de Kürt sorununda temel aktörler ezilmek isteniyor. Böyle demokratik anayasa olabilir mi? Bu şu anlama gelir: Ben bir anayasa yapacağım, ama önce kafanızı ezeceğim, siz de bu anayasayı kabul edeceksiniz! Şimdiki yaklaşım budur. Kendi düşündükleri anayasayı Kürtleri ezip zayıflatarak kabul ettirme stratejisi izlenmektedir. Bütün baskılar ve tutuklamaların amacı bir yönüyle budur. Kürt Özgürlük Hareketi'nin ve Kürt halkının iradesi kırılmak ve tasfiye edilmek, böylelikle özgürlük talepleri sınırlandırılmak isteniyor. Bu bakımdan mevcut süreçte demokratik bir anayasa yapma niyeti de, bunun koşulları da yoktur. Daha doğrusu AKP niyetini ortaya koymuyor, yeni bir anayasa gerektiği tutumunu da göstermiyor, yeni ve demokratik bir anayasa yapımının koşullarını yaratmıyor. Aksine yeni anayasa yapmanın bütün koşullarını dinamitliyor, torpilliyor, ortadan kaldırıyor.
SINIRLI BAZI DEĞİŞİKLİKLER YAPILACAK
Şimdi Kürtler ve demokrasi güçleri bu koşullarda yeni bir anayasanın yapılacağına nasıl inanacak? Mecliste 30 milletvekili var, komisyondasınız denilerek bu iş geçiştirilebilir mi? Bir toplumun iradesi kırılacak, temel hakları gasp edilecek, örgütlenmeleri dağıtılacak, etkisi sınırlanan Meclisteki birkaç milletvekilinin söylemiyle demokratik bir anayasa yapılacak! Her şeyden önce Meclisteki milletvekillerine de, onları seçenlere de saygılı olunmalı, onları seçenlere yönelik bu ezme, tasfiye etme ve yıldırma politikalarından vazgeçilmelidir. Ancak bu koşullarda demokratik anayasa olabilir. Yoksa Kürtlerin ezildiği, tutuklandığı bir or-tamda yapılacak bir anayasanın Kürt sorununu çözeceğine kim inanır? Demokratik zihniyeti olan her insan bu konuda kuşku duyar, inanmaz. Bu bakımdan mevcut ortamda bir demokratik anayasa yapma koşullarının var olduğunu düşünmüyoruz. Bu koşullarda demokratik bir anayasa yapılamaz. Bu koşullarda ancak Kürtlere, çeşitli topluluklara “yaptık, oldu” dayatması yapılır. Darbe anayasalarının farklı bir versiyonu gündeme gelebilir. Onlar da yapıp dayatıyor, bunları kabul edeceksiniz diyordu. Hatta 1982 Anayasasında olduğu gibi halka “kabul etmezseniz gitmeyiz, bu düzen sürer” şantajı yapmışlardı.
Şimdi sınırlı bazı değişiklikler yapılacak. Ancak bu ne Kürtlerin, Alevilerin, farklı etnik ve dinsel toplulukların demokratik ve özgür yaşamını, ne de emekçilerin ve kadınların taleplerini karşılayan bir anayasa olacaktır. Böyle bir anayasa topluma dayatılmak istenecektir. Tabii ki bunun kabul edilmemesi, teşhir edilmesi gerekir.
ÖZGÜRLÜKLERİ KISITLAYAN ÖNKOŞULLAR OLMAZ
Yeni anayasanın hangi koşullarda yapılacağının demokrasi güçleri tarafından ortaya konulması gerekir. Elbette yeni anayasa-nın olmazsa olmazları olacaktır. Bu bir koşul dayatma değil, demokratik anayasa yapmanın gereğidir. Herkesin beklentilerini dengeleme adı altında Kürt sorununu çözmeyen, Kürt kimliğini, kendi kendini yönetmesini ve anadilde eğitimini tanımayan bir anayasa nasıl yeni olabilir? Özgürlükleri kısıtlayan önkoşullar olamaz. Ama özgürlüklerin genişlemesi açısından olmazsa olmaz talepler bir önkoşul değildir. Gerçekten Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü isteniyorsa, özgürlükleri kısıt-layan önkoşulların, önyargıların ortadan kaldırılması gerekiyor. Özellikle Kürt sorununun çözümü konusunda her türlü çözüme açık olunması gerekiyor. Tabii ki bu konuda Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin talebi de bellidir.
“AKP'ye de oy veren Kürtler var; onların talebi böyle değildir” denilerek Kürtlerin taleplerine olumsuz yaklaşım gösterilemez. Bu tür yaklaşımlarla Kürt sorunu çözülemez. Bu açıktan açığa “Sizi 80 yıldır asimile etik, bazı Kürtleri devlet politikalarına bağ-ladık, onların böyle talepleri yoktur, o bakımdan siz de talep etmeyeceksiniz” diyerek Kürtlerin temel demokratik haklarını red-detmek demokratik bir yaklaşım değildir. Her şeyden önce Türk devleti geçmişiyle hesaplaşacaksa, geçmiş yanlışsa, geçmişte yürütülen bu asimilasyon, yok etme ve eritme politikalarının sonuçları konusunda da özeleştiri verilecektir. Geçmiş politikaların olumsuzluklarını giderme sorumlulukları da vardır. Asimile edilmiş bütün Kürtlerin yeniden kendi dilleri ve kültürleriyle yaşama imkanlarına kavuşturulması açısından pozitif ayrımcı bir yaklaşımın gösterilmesi gerekir.
DERSİMLİLER YENİDEN DİLLERİNİ ÖĞRENMELİ
Biz onları erittik, yok ettik, bu nedenle artık onlar için Kürt ve Kürtlükten söz edilemez denilerek yüz yıllık politikalar meşrulaştırılamaz. Bu demokratiklik değildir. Tamam, Türkiye'nin sınırları değişmeden birlik içinde sorun çözülmeli; ama o asimilasyon politikasının yarattığı olumsuzlukların da giderilmesi gerekiyor. Şimdi Dersim’de kaç kişi Zazaca biliyor? Neredeyse asimile edil-miş. Tabii bütün Dersimlilerin yeniden dillerini öğrenmeleri gerekiyor. Amed’de, Urfa’da herkesin dilini öğrenmesi gerekiyor. Bu da ancak anadilde eğitimle gerçekleşir. Kamusal alanda Kürtçenin ve diyalektlerinin kullanılmasının güvenceye alınması gerekir. Yoksa asimile ettik, bu bizim için kazanılmış bir haktır, kazanılmış mevziidir denilemez. Bu ‘kazanılmış mevzilere’ dayanarak, “Bakın, bazı Kürtler de AKP'ye oy veriyorlar; bunlar özerk yönetimi, kendi kendilerini yönetmeyi, anadilde eğitim ve kamu alanında Kürtçenin kullanılmasını istemiyorlar” denilemez. Bu yönüyle yeni anayasa konusu önemlidir. Kesinlikle demokratik olmayan, Kürt sorununun köklü ve kalıcı çözümünü sağlamayan bir anayasanın Kürtler için meşruiyeti olamaz. Kürt sorununu çözmeyen, kimliğini, kendi kendini yönetmesini ve anadilde eğitimini tanımayan, Kürtçenin kamusal alanda ve yaşamın her alanında kullanılmasının önündeki engelleri kaldırmayan bir anayasanın Kürtler için meşruiyeti olamaz. Bunun açıkça ortaya konulması gerekiyor.
ALEVİLERİN OLDUĞU GİBİ KABUL ETMEYEN ANAYASANIN MEŞRUİYETİ OLMAZ
Alevilerin olduğu gibi kabul edilmesini sağlamayan bir anayasanın Alevler için bir meşruiyeti olamaz. Bütün etnik ve dinsel toplu-lukların düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü, kendi kimlikleriyle yaşama özgürlüğünü tanımayan bir anayasa yeni ve demok-ratik olamaz. Kürtçe öğretim mi olsun, nasıl olsun diye tartışıyorlar. Böyle olabilir mi? Bir halkın dili varsa onun anadilde eğitimi de olacaktır. Bunun tartışılması bile antidemokratiktir, ayıptır. Bülent Arınç ve Hüseyin Çelik’in “Kürtçe okuyup da karınlarını mı doyuracaklar” gibi yaklaşımları gerçekten utanç vericidir. Bu yaklaşım AKP’nin Kürtlere ve Kürt diline bakışını ortaya koymaktadır. Kürtler kendi kendilerini yönetecekler mi, yönetmeyecekler mi tartışması da anadil tartışması gibi ayıp bir tartışmadır. Demokrasi toplumun kendi kendini yönetmesini ifade ediyor. Demokrasi dünyanın her tarafında böyle topluluklar varsa onların özyönetimini tanıyor. Bunlar tartışılacak konular mıdır? Zaten bunları kabul edersek yeni bir ulus yaratırız deniyor. Ne demek yeni bir ulus? Zaten bir ulus var. Önemli olan bu ulusal toplulukların birlikte, ortak demokratik ulus içinde yaşamasını sağlamaktır. Nasıl ki Kürdistan'da bütün topluluklar kendi kimliklerini özgürce yaşama temelinde demokratik bir ulus içinde yaşayabilirlerse, Türkiye'de bütün farklı ulusal etnik topluluklar da her türlü haklarını özgürce yaşarlar. Bunların birbirleriyle ilişkilerinden çıkacak ortak irade de Türkiye geneli açısından bir demokratik ulus olarak tanımlanabilir. Böyle yaklaşılırsa yeni anayasa olur, sorunlar çözülür. Bu demokratik talepleri karşılamayan herhangi bir anayasanın meşruiyeti olamaz.
Kaldı ki, şu anda böyle bir demokratik anayasa yapma iradesi, tutumu ve çalışması görülmüyor. Şu anda anayasa komisyonu var, tartışıyormuş. Mevcut durum kesinlikle ciddiyetsiz bir hali ifade ediyor. Bu demokratik bir anaysa yapmayı değil, toplumu ve halkı kandırıp kendi yaptıkları bir anayasayı toplumun önüne getirip dayatma oyununu ifade ediyor. Önder Apo buna anayasal komplo dedi. Şimdi Türk devleti Kürtler üzerinde yeni bir anayasal komplo gerçekleştirmek istiyor. Nasıl 1920’lerde Cumhuriyetin kuruluşu ortak olmuş, ilk Mecliste ortak davranılmış, yeni Türkiye'nin kuruluşu ortak yapılmış, ancak 1924 Anayasası komplosuyla Kürtler, sosyalistler ve İslami kesimler sistem dışına atılmışsa, şimdi de benzer bir komplo var. İkisi arasındaki tek fark, AKP sistem içine alındığından, 1924’te yapılan komplonun bu sefer Kürtlere ve demokrasi güçlerine yapılmasıdır. Tabii Kürt halkı ve demokrasi güçleri böyle bir anayasa komplosunu kabul etmeyeceklerdir.
ALEVİLERİ DEVLETEYE YEDEKLEMEYE ÇALIŞAN BİR KESİM HEP VAR OLMUŞTUR
*Aleviler ikinci büyük bir konferans yaptılar. Aleviler ve Kürtlerin özgürlüğü arasındaki bağlar da ortaya konuldu. Bu çalıştayı ve son dönemdeki Alevi kurumların yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Alevi sorunu Kürt sorunundan sonra Türkiye'nin en temel sorunudur. O da bir Türkiye'nin demokratikleşmesi sorunudur. Dolayı-sıyla bu iki sorununun çözümü Türkiye'nin demokratikleşmesinin anahtarıdır. İki sorunun mutlaka çözülmesi gerekir. Bu iki sorun çözüldüğü zaman, Türkiye'deki bütün diğer demokratikleşme sorunları çorap söküğü gibi çözülür. Bir kere bu gerçeğin altını çizmekte fayda var.
Kuşkusuz geçmişte Aleviler üzerinde bir devlet politikası uygulandı. Aleviler Cumhuriyet döneminde her türlü baskı ve zulme maruz kalmalarına ve inançları yasaklanmasına rağmen, kendi kimliklerini bile açıkça ifade edemezlerken, böyle yoğun bir baskı altında oldukları halde, demokratik olmayan cumhuriyeti savunan, mevcut otoriter rejimin savunucusu olan çevrelerle ortak hareket eden bir yaklaşım içinde olmuşlardır. Kuşkusuz Alevilerin tutumunun sadece bu boyutu yoktur. Aleviler her zaman demokratikleşmeden yana olmuşlardır. Türkiye'nin demokratikleşme mücadelesinin her zaman içinde bulunmuşlardır. Ne zaman Türkiye'de bir demokratikleşme mücadelesi varsa, orada Alevilerin var olduğunu görüyoruz. Bu inkar edilemez. Ancak mevcut rejim sürekli “İslamcılar gelecek, şeriat olacak” biçimindeki yaklaşımlarla Alevileri sisteme yedeklemeye çalışmıştır. Bu konuda belirli düzeyde başarılı oldukları da söylenebilir. Ancak Alevilerle ilgili durumu sadece böyle tek yanlı değerlendirmek mümkün değildir. Aleviler tüm demokratikleşme mücadelesi içinde yer almışlardır. Bu yönüyle sürekli devletin değişmesi, demokratikleşmesi, demokratik toplum olması, özgürlükçü ve demokratik bir Türkiye'nin oluşması için çabalarını sürdürmüşlerdir. Bu konuda büyük bedeller ödemişler, fedakarlıklar yapmışlardır. Bu konunun altını çizmekte fayda var.
Ancak Alevileri devlete yedeklemeye çalışan bir kesim de hep var olmuştur. Özellikle bazı inanç önderleri üzerinden bunu yap-maya çalışmışlardır. Cem Vakfı ve İzzetin Doğan buna en somut örnektir. Kimi Alevi dedelerini etkileyerek, onlar üzerinde etkide bulunarak, onlar yoluyla Alevileri devletin yedeğine sokma ve devlet mevcut politikalarını destekler hale getirme çabası içinde olmuşlardır. Bu politikalar yoğun asimilasyonla birlikte sürdürülmüştür. Başta Alevi Kürtler olmak üzere hem Aleviliklerini hem de Kürtlüklerini bitirmek için her türlü yol ve yöntem uygulanmıştır. Türkiye'yi Türk-İslam devleti haline getirmenin projesi olarak hem Kürtlükleri hem de Alevilikleri yok edilmeye çalışılmıştır. Öyle ki, Kürtlüğü yok etme birinci sırada olduğu için, Aleviliği bile Kürtlüğü yok etmenin bir aracına dönüştürmeye çalışmışlardır. Mezhep farklılığıyla Kürtler arasında bölünme yaratmak için denemedikleri yol kalmamıştır. Böylece Alevi Kürtleri yalnızlaştırıp zayıflatarak hem Kürtlüğünden uzaklaştırma hem de Alevi değerlerine sahip çıkamama gibi bir durum ortaya çıkarmışlardır.
Türk Alevileri üzerinde de yoğun bir baskı oluşturulmuş, Türk Alevileri de ağır baskı görmüşlerdir. Hatta bazı yönleriyle Kürt Alevilerden daha fazla baskı gördükleri söylenebilir. Çünkü Kürt Alevileri Dersim, Sivas, Malatya, Maraş, Adıyaman, Erzincan ve Varto gibi belirli hatlarda toplu yaşarlarken, Türk Alevileri genelde Türkiye'nin her tarafına dağılmış bir biçimde yaşamışlardır. Tokat, Çorum ve Amasya gibi alanlarda biraz daha yoğun olsalar da, genelde Türkiye'nin her tarafında dağınık bir biçimde yaşamaları, onların daha fazla toplumsal bir baskı altında olmalarını ve giderek hakim inanç olan Sünniliğin etkilerini yaşamalarını beraberinde getirmiştir. Eğer bugün Türk Alevileri Kürt Alevilere nazaran daha fazla Sünni mezhebin etkileri altındaysa, Sünni mezhebin bazı değerlerini alma ve Sünniliğe yaklaşma gibi eğilimleri varsa, bunu da demografik yapısının dezavantajları olarak ele almak gerekir.
ERGENKON’UN BİR AYAĞI DA İZZETİN DOĞAN’IN ELİYLE HAZIRLANIYOR
Kürt Özgürlük Hareketi'nin mücadelesi sonucu özellikle Alevi Kürtlerde önemli bir örgütlenme düzeyi oluşmuştur. Kendi öz kim-likleri ve kültürleri açısından bir bilinçlenme gelişmiştir. Kendi inançlarını da, etnik kimliğini de onurluca ifade eden bir duruş kazanmışlardır. İlk başlarda Türk devleti Alevi Kürtleri metropollere ve Avrupa’ya göçerterek kendisi için ortaya çıkacak olum-suzlukları engellemeye çalışmıştır. Ama özellikle Kürt Özgürlük Hareketi'nin Avrupa başta olmak üzere Alevi Kürtler üzerindeki etkisinin gelişmesiyle birlikte, devlet giderek Alevilere karşı biraz daha yumuşak politika izlemeye çalışmış, böylelikle bu defa da Alevileri bu yumuşak politikalarla devlete yedekleme ve demokrasi güçlerinden ve Kürt Özgürlük Hareketinden koparma politikası izlenmiştir. Bu aynı zamanda Alevilerin demokrasi mücadelesindeki tutumlarını gevşetme, demokratik mücadele veren safları parçalama gibi bir yaklaşımla yapılmıştır. Ancak mücadele sonucu devletin bu yumuşak yaklaşımı Aleviliğin bu ortamda kendisini açıkça ifade etmesini ortaya çıkarmıştır. Kuşkusuz Alevilerin kendilerini açıkça ifade etmeleri ve örgütlenmelerinde Alevi gençlerinin ve halkın demokrasi mücadelesi içinde yer almasının payı da vardır. Alevi Kürt halkının ve Kürt gençlerinin Kürt özgürlük mücadelesi içinde yer alması ve bu mücadelenin bir demokratikleşme mücadelesi olarak Türkiye'yi etkilemesi, Türk devletinin de yeni bir Alevi politikasına yönelmesine yol açmıştır. Bunun getirdiği olumlu sonuçlar da, olumsuz sonuçlar da olmuştur. Belli bir örgütlenme ortaya çıkmış, kendilerini örgütlemeye çalışmışlardır, ama diğer yandan devlet Alevilere el atarak demokrasi mücadelesindeki safları zayıflatıp sistemle bütünleşen, sistemin parçası haline gelen ve sistem içinde kendine yer arayan eğilimleri de ortaya çıkmıştır. İzzetin Doğan’ın Cem Vakfı’nın geliştirilmesi böyledir. Bunların önünün açılmasında ve geliştirilmesinde derin devletin payı vardır. İşte Ergenekon deniliyor. Ergenekon’un bir ayağı da İzzetin Doğan eliyle Alevilerin demokrasi mücadelesinden koparılması, sistemin bir parçası haline getirilmesi ve zaman içinde Sünnileştirilmesine zemin hazırlanmasıdır.
Geçmişte Alevi örgütlerinin sadece kendi taleplerini dile getirmeleri, özellikle Kürt sorunundan uzak durmaları aslında taleplerini dile getirmede ve mücadelelerini vermede kendilerini zayıf bırakıyordu. Çünkü demokrasi güçlerini zayıf bırakıyordu. Tutarlı bir demokratlık, tutarlı bir demokrasi mücadelesi olmuyordu. Bu da Türkiye'nin demokratikleşme mücadelesini zayıflatıyordu. Türkiye gerçek anlamda demokratikleşmeden Aleviler özgür olabilir mi? Aleviler kendi inançları ve kimliğiyle özgürce yaşayabi-lirler mi? Bu mümkün değil. Gerçek bir demokratikleşmenin anahtarı Kürt sorununun çözümüdür. Kürt sorununun çözülmediği bir yerde Türkiye gerçek anlamda demokratikleşmez. Gerçek demokratikleşmenin olmadığı yerde de Alevilerin kendilerini olduğu gibi kabul ettirip kendi kimlikleriyle özgürce yaşamaları sağlanamaz. Bu açıdan geçmişte yanlış yaklaşımlar oldu. Özellikle dıştan yönlendirmelerle Aleviler Kürt Özgürlük Mücadelesinden uzak tutulmaya çalışıldı. Hatta Kürt Özgürlük Mücadelesinde devletin tezlerine yakın yaklaşımlar benimsendi. Ama Alevi toplumunda bir demokratik damar olduğu, zaten kimliğinde demokratik bir karakter bulunduğu için, bu kimliğindeki demokratik karakteriyle Türkiye tarihi içindeki demokrasi mücadelesi içinde aldıkları yerin sonucu olarak demokratik bir birikime sahip oldukları için, son zamanlarda görüldüğü gibi Alevilerin sorunlarıyla Kürtlerin sorununun birbirine çok bağlı olduğu, Alevilerin özgürleşmesi için Kürt sorununun çözülmesi gerektiği, bu nedenle Alevilerin başta Kürtler olmak üzere bütün demokrasi güçleriyle ortak hareket etmesi gerektiği konusunda bir zihniyet, düşünce eğilimi ve yaklaşım ortaya çıkmıştır.
Biz bunu önemli görüyoruz. Sadece Kürt halkının özgürlüğüne olumlu yaklaşma açısından değil, Alevilerin kendi özgürlükleri ve demokrasilerini gerçek anlamda kazanmaları açısından da önemli görüyoruz. Çünkü Alevi toplumunun demokratik karakteri, özellikleri, taşıdığı tarihsel olumlu değerler Türkiye'nin demokratikleşmesine gerçekten önemli değer katacaktır. Bu da Türkiye'nin demokratikleşmesine ve demokrasisinin derinleşmesine daha da hizmet edecektir. Bu da başta Kürtler olmak üzere bütün ezilen halklar ve topluluklar için güvence olan demokrasinin gelişmesini sağlayacaktır.
Yine kendi özgürlük ve demokrasi sistemimizin komünal değerleri, demokratik konfederal anlayışı, toplumcu komünal değerlere dayanmak istemesi, böyle bir ideolojik ve teorik yaklaşım içinde bulunmamız dikkate alındığında, gerçekten öngördüğümüz özgürlük ve demokratik sistem açısından Alevilik önemli bir toplumsal zemin teşkil etmektedir. Bunu da çok değerli görmekteyiz.
ALEVİLERİN SON TOPLANTISIDNA ÖNEMLİ DEĞERLENDİRMELER YAPILDI
Alevilerin geçmişteki yanlışlıkları aşarak, başta Kürtler olmak üzere demokrasi güçleriyle daha sıkı ve geniş bir ilişki ve ittifak içine girmeleri demokrasi mücadelesinde yeni boyutlar kazandıracaktır. Buna kesinlikle inanıyoruz. Öte yandan bu yaklaşım gelişirse, sadece Alevi Kürtlerin Kürt Özgürlük Hareketi’yle ilişkilenmesi gerçekleşmeyecek, aynı zamanda Alevi Türklerin de Kürt Özgürlük Mücadelesini anlama, değer verme ve destekleme durumu ortaya çıkacak, bu da Kürt halkıyla Türkiye halkları arasındaki ilişkinin sağlanmasında köprü olacaktır. Eğer Kürt sorunu Türkiye'nin sınırları içinde çözülecek ve halkların kardeşliği içinde bir Türkiye yaratılacaksa, bunda Alevi Kürtlerin Alevi Türkler üzerinden bütün Türkiye toplumuyla ilişkilenmesi açısından önemli sonuçları olacaktır. Biz bunları hep değerli görüyoruz. Hareket olarak zaten baştan beri Alevilerin özgürlüğü ve demokratik yaşamı için bu tutumumuz var. Kesinlikle bu konuda hiçbir kayıta girmeden Alevilerin kendi kimliğiyle oldukları gibi kabul edilmesini, özgür yaşamlarının kabul edilmesini destekliyoruz. Tüm Kürtlerin nasıl kendileri için özgürlük ve demokrasi istiyorlarsa, Alevilerin de kendi kimliğiyle özgür ve demokratik yaşamlarını istemeleri gerektiğini söylüyoruz. Bu konuda bütün Kürtlerde Alevilerin haklarını anlama, tanıma ve kabul etme konusunda önemli bir bilinç gelişmiştir. Bunun en somut ifadesi en son Diyarbakır’da Diyarbakır Belediyesinin Cem Evi açmasıdır. Bu da aslında artık Kürtlerle Alevilerin demokrasi mücadelesinde ortak tutum takınmalarının sembolü gibi ele alınabilir. Zaten Kürt Özgürlük Hareketi Şafii Kürtlerle Alevi ve Hanefi Kürtler arasındaki önyargıları kırmıştı. Kürt Özgürlük Hareketi'nin çıkışında Şafii, Alevi ve Sünni Kürtlerin bir ortak hareketi olarak ortaya çıktı. Bu yönüyle PKK baştan itibaren inanç ayırımı yapmadan Kürtlerin birliğini sağladı. Bugün Êzidi Kürtler de, Alevi Kürtler de Kürt Özgürlük Mücadelesi içinde yerlerini almaktadır. Kürt Özgürlük Hareketi'nin gelişmesiyle birlikte kendilerini daha özgür ve daha güvende hissetmişlerdir. Bu kesindir.
Alevilerin son kurultayında bu yönlü önemli konuşmalar, değerlendirmeler yapılmıştır. Artık bu yönlü değerlendirmeler bir ilke düzeyinde her yerde ifade edilmektedir. En son Alevi örgüt ve inanç temsilcilerinin Roboski’ye gitmeleri, Roboski’de Kürt halkının duygularını paylaşmaları çok önemli olmuştur. Bütün bunların daha da geliştirilmesi gerekir. Kesinlikle bir demokrasi ittifakı içinde ortak hareket edilmesi gerekir. Bir yönüyle Alevilerin kaderiyle Kürtlerin kaderi bir bütün olarak birbirine bağlanmıştır. Bunu Alevi örgütlerinin görmesi çok önemlidir, çok değerlidir. Bunun mutlaka siyasal sonuçları olacaktır. Bu siyasal yaklaşım Alevilerin olduğu gibi kabul edilip Türkiye ve Kürdistan'da kendi kimlikleriyle özgürce demokratik temelde yaşamalarını güçlen-direcektir. Bu açıdan bu değerlendirme ve yaklaşımların tüm Alevi toplumsal tabanına yansıtılması gerekir. Alevilerin özgürlüğü-nün ancak Kürtlerin özgürlüğü ve Kürt sorununun çözülmesiyle gerçekleşebileceğinin, Türkiye'nin demokratikleşmesinin anahta-rının bu olduğunun bilinmesi, bu bilinçle hareket edilmesi önemli olmaktadır. Bu temelde bu yönlü çalışmalar içinde olan, bu yönlü değerli görüşler sunan herkesi takdirle karşılıyoruz. Bunlar bizim açımızdan değerlidir. Kesinlikle hareketimiz tarafından karşılığını bulacaktır.
KÜRT DEMOKRATİK HAREKETİNE AMBARGO UYGULUYORLAR
*PKK'nin finans kaynaklarını kurutmak adı altında bir dizi yönelimler içine girmeye imkan verecek bir yasa çalışması yürütülüyor. Bu yasa çıktığı taktirde tüm Kürt işverenler ve yurtsever Kürtlerin malvarlığına el koyma imkanı doğacak. Yasa-nın sizi etkileyeceğini düşünüyor musunuz? Sizce bu yasayla ne amaçlanıyor?
Bu yasanın hareketimizle, PKK ile alakası yoktur. Bu yasa kesinlikle Kürdistan'daki demokratik siyaset ve demokratik kurum-larla ilgilidir. Demokratik siyaset alanı nasıl tutuklamalarla çalışamaz hale getiriliyorsa, şimdi de ekonomik alanda sıkboğaz hale getirilmek amaçlanıyor. Demokratik siyasal alan herhalde çeşitli bağışlar, aidatlar ve yardımlarla kendi ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Anlaşılıyor ki, esas olarak onu ortadan kaldırmak istiyorlar. Bir yandan grubu bulunan her partiye devlet yardımı veri-yorlar, devlet desteğiyle onların ekonomik bütün ihtiyaçlarını karşılıyorlar, diğer yandan Kürt demokratik hareketine bu yönlü bir ambargo uyguluyorlar. Özellikle BDP gibi partiler yararlanmasın diye yasa değiştirildi. Nasıl Kürtler yararlanmasın diye tüm diğer yasalar antidemokratik kılınıyorsa, Kürtler yararlanmasın diye siyasal partiler yasası da antidemokratik karakterde düzen-lenmiştir. Türkiye'de Kürtler yararlanacaksa anayasalar da, yasalar da sınırlanıyor. Her yasa ve her kurum Kürtlerin yararlanamaması, bilinçlenip bir ulus olarak örgütlenerek demokratik ulus çerçevesinde kendi haklarını arayan bir toplum haline gelmemesi doğrultusunda düzenleniyor. Şimdi de PKK'nin finans kaynaklarının kurutulması adı altında BDP'ye ve Kürt demokratik hareketine yönelik bir yasa çıkaracaklar. Kürtlerin birbiriyle dayanışma içinde kendi demokratik örgütlenmelerini yaşatmaya yönelik çalışmalar engellenecek. Yoksa PKK'nin finans kaynaklarını kurutma gibi bir sonucu olamaz.
TÜRKİYE’DEN BİZE GELEN BİR KURUŞ PARA YOKTUR
Türkiye'den bize gelen beş kuruş para yoktur. Söylüyorlar ya, belediyeler ve işadamları bize para gönderiyormuş! Kesinlikle böyle bir şey yoktur. Bu tamamen dünyayı kandırma, toplumu aldatmadır. Hareketimize gelen beş kuruşu bile ispatlayamazlar. Böyle bir şeyin olması bir yana, biz kesinlikle Kürt belediyelerinin, Kürt kurumlarının hiç kimseye ekonomik imkan sağlamasını istemiyoruz. Kürtler demokratik iradeleri, örgütlenmeleri ve mücadeleleriyle belediye kazanmışlarsa, oraları hiç kimse rant kapısı yapamaz, faydalanamaz. İlkemiz ve yaklaşımımız budur. Bu bakımdan şuradan para alıyormuşuz, buradan para alacakmışız, bunlar doğru şeyler değildir.
ÖYLE PARAYA BOĞULMUŞ, HERŞEYİ BOLCA HARCAYAN BİR HAREKET DEĞİLİZ
Kuşkusuz hareketimiz halkımızın desteğiyle yaşıyor. Halkımız bu hareketi ayakta tutuyor. Ama bu hareketin öyle Türk devle-tinin belirttiği gibi yüz milyonlarla ifade edilen bir bütçesi yoktur. Bu hareket çok mütevazıdır, yaşamı da imkanları da çok müte-vazıdır. Öyle paraya boğulmuş, her şeyi bolca harcayan bir hareket değiliz. Bir lokma bir hırka felsefesiyle mücadelenin çok zorunlu ihtiyaçlarını karşılayan bir yaşam biçimimiz vardır. Bu her zaman böyleydi, şimdi de böyledir. Öyle bazılarının belirttiği gibi PKK'nin büyük paraları var, PKK büyük paralar kazanıyor gibi şeyler demagojidir, yalandır. Öyle rakamlar söylüyorlar ki, PKK'nin kırk yıllık mücadelesindeki harcamaları toplasanız o kadar para harcamamış, o kadar parası olmamıştır.
UYUŞTURUCU KAÇAKÇILIĞI YALANDIR
Yine PKK'yi uyuşturucu kaçakçılığıyla ilişkilendiriyorlar. Bunların hepsi demagojidir, yalandır. Bunları kanıtlayacak tek bir delil bile bulamazlar. Bu tür iddialar siyasi nedenlerle ve psikolojik savaş gereği ortaya atılmış iddialardır. PKK kıt kanaat zorluklar içinde geçinmesini, yaşamasını bilen bir harekettir. Dişinden tırnağından arttırarak, halkın çok cüzi miktardaki yardımlarını kullanarak yaşamaktadır. Bunun herkes tarafından böyle bilinmesi gerekir. PKK'lilerin nasıl yaşadığını görmek istiyorlarsa gelip görebilirler. Bu yönlü araştırma ve değerlendirme yapmak isteyenlere kapımız açık olmuştur. PKK’liler safahat içinde mi, yoksa bir lokma bir hırka felsefesiyle mi yaşıyorlar, bunu gelenler görmüştür. Şöyle giyecek, şöyle yiyecek, şöyle içecek, şöyle lüks imkanlar var söylemleri sadece kuru iftiradır. Dolayısıyla bu tür tedbirlerin bizim açımızdan fazla bir değeri yoktur. Bu hareket en azla kıt kanaat kendisini yaşatabilir. İhtiyaç karın doyurmadır, gerilla mühimmatının karşılanmasıdır. Bunları da kırk milyonluk halkın rahatlıkla karşılayacağı açıktır. Öyle Türk devleti gibi milyonlarca ordu besleme veya Türkiye'nin bütün bütçesini götürüp silaha harcama gibi bir özelliği yoktur.
Çok mütevazı imkanlarla yürütülen bir direnişimiz vardır. Ama bu haklı mücadeledir, kararlı mücadeledir, militanca bir mücade-ledir. Mücadeleyi bununla yürütüyor. Mücadele parasının çokluğundan değil, iradesi ve inancının yüksekliğinden, militanlığının fedailiğinden geliyor. Öyle ki, paranın olduğu yerde bozulma olur diyoruz. Nerede biraz para imkanı varsa orada bozulma yaşanıyor değerlendirmesi yapıyoruz. Yani maddi imkanların olduğu yerde güçlenmiyoruz. Çoğu zaman zayıflıyoruz, çoğu zaman olumsuzluklar ortaya çıkıyor.
Geçmişte nasıl PKK'ye para verdi bahanesiyle yurtseverler ve işadamları katledildiyse, şimdi farklı yol deneyecekler. Geçmişte faili meçhul cinayetlerle siyasetçileri, belediye başkanlarını ve milletvekillerini öldürüyorlardı, şimdi cezaevine atıyorlar. Geçmişte Kürt işadamlarını katlediyorlardı, şimdiyse çeşitli bahanelerle tutuklayacaklar ve varlıklarına el koyacaklar. Bu aslında 1990’lı yıllardaki konseptin yeni yöntemlerle sürdürülmesidir. Bir halkın ekonomik olarak da boğulmasını hedefliyor.
TÜRK DEVLETİ EKONOMİK SOYKIRIM DA UYGULUYOR
Türk devleti Kürdistan'da ekonomik soykırım da yürütüyor. Kürtlere ekonomik yaşam alanı bırakmıyor. Türk devleti ancak işbirlikçi olursan, devlete yaslanırsan sana ekonomik alan bırakıyor, ihale veriyor, önünü açıyor. İşbirlikçilik yapmayanların ekonomik olarak gelişmeleri ve bir yere ulaşmaları mümkün değildir. Bütün büyük zenginlerin hikayesine bakın, çoğunun devletle iyi ilişkileri sonucu imkanlar elde ettiğini görürsünüz. Kürt gerçeğinde ekonomik soykırım olduğu için Kürtler hep yasadışı yollara başvurmuşlardır. Sınırda kaçakçılık yapmışlardır. Bunlar gerçektir. Çünkü Türk devleti sömürgeciliği o kadar derinleştirmiştir ki, Kürtlere ancak bu yasadışı yollardan para kazanma imkanı kalmıştır. Kürtlerin kaçakçılıktan para kazandıkları söylenir, doğrudur. Devletle işbirliği içinde olmayan zenginlerin çoğunluğunun hayat hikayesinde bunlar vardır. Ama başka bir imkan bırakılmadığı için Kürtler bu yollara sürüklenmişlerdir. Bunun için mayınlarda ellerini ayaklarını vermişler, yaşamlarını yitirmişler ya da yıllarını zindanlarda geçirmişlerdir.
KÜRDİSTAN’DA EKONOMİK GELİŞMENİN KANUNU DEVLETLE İŞBİRLİKÇİLİK YAPMAKTIR
Kürdistan'da ekonomik gelişmenin kanunu devlete işbirlikçilik yapmaktır. Devletle işbirliği yapmadan kim hangi ihaleyi alabilir? Tümü değilse de yüzde 90’ı devletle ilişki içinde, devletle işbirliği yaparak, devletin uşaklığını yaparak bu imkanları elde etmiştir. Devletin siyasi sömürgecilik ve kültürel soykırım politikalarına boyun eğerek kendi ailesel, aşiretsel ve bireysel çıkarlarını yürüt-müştür. Bu yasayla aslında belirli ekonomik imkana kavuşmuş olan çevreler daha fazla devletle işbirliği yapmaya çağrılıyor, işbirliğine zorlanıyor. Nasıl siyasal alanda baskı yaparak belirli Kürtleri PKK'nin karşısına çıkarmak istiyorlarsa, bu alanda da baskıyı arttırıp birçok kesimi yıldırarak PKK karşıtlığı yapmaya zorlayacaklar. İşbirlikçi siyasetçilerin yanına bu ekonomik işbir-likçiliği de katarak, kendilerine göre Kürdistan'da PKK karşıtı bir siyasal, ekonomik ve sosyal sistem kuracaklar. Saldırılarının esas amacı buna dönüktür.
Yurtsever işadamları varsa, onları da kendine göre belirli kulplar bulacaklar, PKK'ye yardım etti diyecekler ve etkisizleştirecekler. Zaten ‘gizli tanık’ diye dünyada görülmemiş bir iftiracı hukuk düzeni kurmuşlar. Gizli tanık doğru mu söylüyor yanlış mı söylü-yor, önemli değil. Devletin saf dışı etmek istedikleri hakkında konuşturuluyor ve buna dayanarak insanlar cezaevinde tutuluyor. Türk devleti de Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı bir özel savaş devleti, psikolojik savaş hükümeti olduğuna göre, zorlama gerekçe-ler ve temeli olmayan deliller ortaya konularak yurtsever Kürt işadamlarının varlıklarına el koymayı düşünüyorlar.
YASA BİR YÖNÜYLE VARLIK VERGİSİNE BENZİYOR
*“Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun” şeklinde formüle edilen yeni proje “varlık vergisi” olarak yorumlandı. 1940’lara mı dönülüyor? Bir diğer endişe ise, bu proje ile hedeflenen Kürt orta sınıfı mı?
Bu, Kürdistan'da yürütülen topyekun savaşın bir parçasıdır. Bunu böyle görmek gerekiyor. Kürdistan'daki ekonomik alanın tüm-den devletin ve işbirlikçilerin denetimine sokulması hedefleniyor. Belki geçen süre içinde çatışmanın şiddetli olmadığı, yine Güney Kürdistan’la ekonomik ilişkilerin olduğu süreçte bir kısım yurtsever işadamları da gelişme imkanı buldular. Aslında bu ‘terörizmin finansmanı’ yaklaşımıyla onları tamamen sistemin içine çekme, sistemi savunur konuma getirme, PKK'ye karşı yürütülen savaşta onları da PKK karşıtı konuma getirme hedefleniyor. Yine onların demokratik mücadeleye, siyasal partiye veya insan hakları kuruluşlarına ve kültür kurumlarına çeşitli biçimlerde yaptıkları yardımlar ve destekler ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Hedeflenen tabii ki devletin politikalarıyla bütünleşmeyen Kürt işverenleri ve orta sınıftır. Yok etmekten çok devlete bağlama, işbirlikçi hale getirme yaklaşımı var.
Kuşkusuz eskiden beri zenginler ve orta sınıfta bir işbirlikçilik vardı. Devlet doğrultusunda düşünme vardı. Ama bu yeterli görül-müyor. Bir kısım Kürt işadamlarının, orta sınıfının yurtsever olduğunu, Kürt ulusal varlığını sahiplendiğini görüyorlar. Bunlar Kürtlerin kendi kimliği, dili ve kültürüyle bir özyönetime sahip olmasını savunuyor ve destekliyorlar. Orta sınıf içinde de böyle Kürt Özgürlük Hareketi'ne sempati duyan, Kürt demokratik hareketi içinde yer alan, AKP'nin politikalarına karşı çıkan, Kürt halkının taleplerini savunan kesimler var. Bunlar ezilmek isteniyor. Açıkça devletle ilişkisi olmayanın ekonomik alanda da yaşama hakkı yoktur deniliyor. Nasıl geçmişte Kürt kimliğini inkar etmeden devlette bürokrat olmak, bürokrasi içinde yükselmek ya da herhangi bir yaşam alanında varlık göstermek mümkün değildi, herkes illa Türkleşecekti. Şimdi ise herkes Kürt’üm diyebilir, ama devletin Kürt’ü olmak zorundadır.
Bu yasa bir yönüyle Varlık Vergisine benzemektedir. Varlık Vergisinin amacı neydi? Sermayeyi Yahudilerden, Ermenilerden, Rumlardan Türklere kaydırma politikasıydı. Yine 1955’teki 6-7 Eylül olayları da benzer amaçla gerçekleştirilmişti. Şimdi Kürdis-tan'da farklı biçimde böyle bir sermaye kaydırması hedefleniyor. Sermayenin ya da belli değerlerin el değiştirmesi hedefleniyor. Yurtsever Kürtlerin elinden Türk devletinin Kürdistan'daki siyasi egemenlik ve kültürel soykırım politikasına boyun eğmiş işbir-likçi Kürtlere kaydırılmak isteniyor. Böylelikle siyasal egemenlik ve kültürel soykırımın sosyal tabanı genişletilmeye çalışılıyor.
Burada bir hususu belirtmek gerekiyor. Tabii devlet şimdiye kadar ekonomik imkanları yine kendisine bağlı olanlara tanıdı. Ger-çekten de Kürdistan'da ekonomik olarak yükselenlerin hikayesi incelenirse, bunların yüzde 90’ının devletle işbirliği içinde, devlet politikalarına destek veren kesimler olduğu görülecektir. Bunlar devleti savunan klasik partiler içinde yer almışlar ve böylelikle zenginleşmişlerdir. Şimdi de AKP içinde yer alarak, işbirliği yaparak zenginleşiyorlar. Kürdistan'da zenginleşmenin, zenginlikleri elde etmenin yolu budur. Kürdistan'da zenginlikleri elde etmek için ulusal değerlerinden vazgeçeceksin, ulusal ve demokratik haklarından vazgeçeceksin, Türk devletinin Kürt politikası neyse ve neyi savunuyorsa o sınırlarda savunacaksın, ileriye gitmeye-ceksin! Ancak o koşullarda önleri açılabilir. Şimdi bu politika Kürdistan'da daha da sistemli bir biçimde uygulanıyor.
1925’te kabul edilip devreye konulan Şark Islahat Planı’yla nasıl Türkleştirme stratejisi izlendiyse, ekonomik alanda da bu po-litika her zaman izlendi. Şimdi bu politika daha temel bir stratejiye ve temel kurallara bağlanıyor. Artık Kürdistan'da Türk devleti belirli yurtsever olan işadamları ve orta sınıf üzerinde de baskısını arttıracaktır. Geçmişte sınırlı bir biçime yaşam imkanı bulanlara artık bu imkanlar tanınmayacaktır. Ancak AKP'nin Kürt’ü olunursa, AKP'nin Kürt politikası sınırlarında konuşulursa, ona boyun eğilirse yaşam hakkı tanınacak, yoksa ekonomik yaşamı çok yönlü baskılar atlında bitirilecektir. Bunu da Kürdistan'daki topyekun savaşın bir parçası olarak görmek lazım. Yine Kürdistan'daki siyasi, kültürel ve sosyal soykırımın parçası olarak buna da ekonomik soykırım demek gerekiyor.
ROJ TV DAVASINDA MAHKEME TESLİM OLDU
* Danimarka mahkemesinin kararı ardından Roj TV'nin yayınları Fransız hükümeti ile ABD hükümetlerine bağlı uydu şirketleri tarafından fiilen durduruldu. ABD'li yetkililer bunu bizzat itiraf etti. Roj TV'nin kapatılmasına yönelik diplomatik çabalar ve uydu şirketlerinin sözleşmeleri iptal etmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk devleti çok haksız bir politika yürüttüğü, hakikati olmadığı ve Kürtler üzerinde uyguladığı politika konusunda çok fazla teşhir olduğu için gerçeklerin bilinmesini istemiyor. Gerçek olarak kendi özel savaş merkezlerinde ürettiği tezlerin, düşüncelerin topluma yayılmasını ve bunların Türkiye, Kürt toplumu ve dünya tarafından kabul edilmesini istiyor. Türk devleti gelinen aşamada o kadar haksız konumdadır ki, artık Kürt halkının haklı mücadelesi karşısında söyleyecek sözü kalmamıştır. Bir çözüm politikası da yoktur. Bunun için Kürt halkının ve dünyanın gerçekleri öğrenmesini istemiyor. Tek taraflı bir psikolojik savaş yürüterek, buna dayanarak Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etmeyi ve bu sorundan kurtulmayı düşünüyor. Bunun için de Türkiye’yi pazarlıyor. Rasmussen’in NATO Genel Sekreteri olması döneminde yarattığı kriz sonucunda ROJ TV’nin kapatılmasına onay verildiğini bütün basın yazdı. Yine Wikileaks belgelerinde ABD'nin ROJ TV üzerinde nasıl baskı yürüttüğü ortaya çıktı. Türk devleti Avrupa’daki her türlü ilişkisini ROJ TV’nin kapatılması üzerine kurdu, bu konuda her türlü rüşveti verdi. Avrupa ülkeleri ve ABD ile yaptığı pazarlıkta hep bunu önemli bir pazarlık kozu olarak kullandı. Bu tür çalışmalarla Danimarka devleti ve mahkemesi üzerinde yoğun bir baskı kuruldu ve sonuçta mahkeme teslim oldu.
Avrupa’da da çok stratejik konular söz konusu olduğunda, devlet yine mahkemelere ve yargıya müdahale ediyor. Avrupa’da yargıçlar bağımsız karar veriyor yaklaşımı kesinlikle bir uydurma ve toplumu kandırmadır. Tamam, genel olarak Danimarka’nın, İngiltere’nin, Almanya’nın çok stratejik konularını, özellikle uluslararası alanda siyasi konularını, yine sistemin karakterini ilgilendirmediği müddetçe, mevcut anayasa ve yasalar çerçevesinde yargıçlara belirli bir yetki vermişlerdir. O yönlü yetkilerini bağımsızca kullanmaktadırlar. Ama sorun Kürt sorunu gibi uluslararası bir sorun olduğu takdirde, Danimarka’nın, Almanya’nın, Fransa’nın dış politikasını önemli düzeyde etkilediğinde yargıçların bağımsızlığı da bitiyor. Kürt sorunu söz konusu olduğunda hukuk da, ahlak da, vicdan da, siyaset de bitiyor. Bunu geçen yüzyılda da gördük, bu yüzyılda da hala bu politika sürmektedir. Bu yönüyle Danimarka mahkemesinin aldığı karar kesinlikle ABD baskısıyla alınmıştır, Avrupa Birliği’ndeki ülkelerin baskısıyla alınmıştır.
ROJ TV’DE NEFRET SÖYLEMİ YOKTU
ROJ TV’nin yaptığı yayınların siyasi ve ahlaki olarak özgürlükçü ve demokratik olduğu açıktır. Öyle nefret söylemi yoktu. Dün-yada hala en önemli sorun nefret suçudur. Televizyonlarda en fazla bu tür yayınların olmaması istenmektedir. ROJ TV’de böyle bir şey var mıdır? Bırakalım nefret suçu işlemeyi, sürekli halkların kardeşliğinden söz etti. Süryaniler de burada sesini bulmuştu, Êzidiler de, Aleviler de, kadınlar ve gençler de. Hiç kimse ROJ TV bu ahlaki ve vicdani ilkeye, temel insan hakları ilkesine uymadı diyemez. Bu konuda örnektir. Öyle Türk halkına bir düşmanlık beslediği de yoktu. Kuşkusuz Türk devletinin baskılarına ve zulmüne karşı bir duruşu vardı, teşhir ediyor ve gerçekleri ortaya çıkarıyordu. Türk devletinin baskılarını ortaya çıkarıyordu. Ama toplumlar arası bir husumet yaratacak herhangi bir yayın yaklaşımı yoktu. Hiç kimse böyle olduğunu iddia edemez. Kuşkusuz Roj TV Kürdistan'daki gelişmeleri yansıtacak, savaşı ve serhıldanı yansıtacaktı, Kürdistan üzerinde uygulanan politikaları yansıtacaktı. Kim bu yönlü çalışma yapamazsın diyebilir? Roj TV evrensel ölçülere, ahlaki ve vicdani ilkelere uyarak bu yönlü yayınlar yapmaktaydı.
Uluslararası basın-yayın ahlakını ihlal eden, iddia edildiği gibi şiddeti teşvik eden bir yayını yoktu. Yani şiddet sahnelerini içeren ve toplumu ve bireyleri olumsuz etkileyen sahnelere kesinlikle yer vermiyordu. Buna dikkat eden bir yayıncılık yapıyordu. Eğer toplumu dehşete düşüren yayınlar yapıyorsa, bunu Türk medyası yapıyor. Şiddeti ve baskıyı normalleştiren yayını Türk basını yapıyor. Her gün nerelere bomba yağdırıldığını, nasıl ezip yıktıklarını, nasıl yüzlerce insan öldürüp paramparça ettiklerini, nasıl canlı bırakmadıklarını Türk medyası gösteriyor. Nasıl uçaklarla hedefleri vurup yerle bir ettiklerini ballandıra ballanıra anlatıyor-lar.
Bu gerçekler dikkate alındığında ROJ TV’nin kapatılma gerekçesinin siyasi olduğu görülecektir. Kesinlikle hukuki, ahlaki ve vicdani değildir. Bunu kendileri de biliyorlar. Ama siyasi ve ekonomik çıkarları gereği bir orta yol buldular, uyduruk bir karar aldılar. Ondan sonra bazı uydu şirketleri de bu karara dayanarak sözleşmeyi iptal ettiler. Aslında böyle bir süreç üzerinde anlaş-mışlar. Danimarka mahkemesi kapatsaydı, hukuken çok zor duruma düşeceklerdi. Açıkça siyasi baskılara boyun eğmiş olacaklardı. Bu yönüyle Avrupa hukukunun, Danimarka yargısının bağımsız olmadığını, siyasi baskıyla karar aldıkları tescillenecekti. Ahlaki ve vicdani olarak bunu kaldıramazlardı. Bu nedenle bir orta yol kararı alıp ondan sonra kapatmayı şirketlere devretmeyi seçtiler. Çünkü şirketler devletleri bağlamıyorlar. Şirkettir, mahkemenin kararına dayanarak kapattım diyecektir. Böyle bir işbirliği içinde, danışıklı dövüşle, böyle bir tezgahla ROJ TV’nin uydudan yayınları durdurulmuştur.
Bu açıktan açığa Türk devletinin inkar ve imha siyasetine destek vermektir. Türk devleti bütün baskılarını ve zulmünü Kürdis-tan’ı dünyaya kapatarak gerçekleştirmek istiyor. Tür devleti nasıl 20.yüzyıl Kürdistan’ı dünyaya kapatarak Kürt halkı üzerinde tam bir terör estirdiyse, nasıl bir sindirme politikası yürüttüyse, şimdi de bunu yapmak istiyor. Kürtler üzerindeki baskılarını dün-yanın görmesini istemiyorlar. ABD ve Avrupa da bu politikanın ortağı ve destekçisidir. Açıkça Kürt soykırımına göz yumuyorlar. Türk devleti diğer halkları nasıl yok ettiyse Kürtleri de yok etmek istiyor. Katliamlarla, sürgünlerle, barajlarla, asimilasyon politikalarıyla Kürtler üzerinde bugün tam bir kültürel soykırım uygulanmaktadır. Bütün baskıların amacı kültürel soykırımı sonuca götürmek içindir. Bu yönüyle Kürt halkı üzerinde gerçekten de bir komplo vardır. Bu komploya AB de, ABD de ortaktır. Dolayısıyla kendilerini Türk devletinin baskılarından ve soykırım politikalarından sıyıramazlar. Roboski katliamında ROJ TV olmasaydı, ANF olmasaydı, DİHA olmasaydı, bırakalım dünyayı, Türkiye bile duymayacaktı. Nitekim Türk basını ancak Kürt basını verdikten ve aradan bir gün geçtikten sonra bu olayı vermeye başladı. Eğer Kürt basını olmasaydı, bu olayı kapatacak ya da farklı senaryolarla olayı izah edeceklerdi, ama yapamadılar.
Türk basınının karakteri bu olayda açığa çıkmıştır. Türk devleti zaten bütün Kürt gazetecilerini tutukladı. Kürt basınını çalışa-maz hale getirdi. Türk basınının da haber vermediği ortamda ROJ TV’yi kapatmak ne anlama gelmektedir? Bu kapatma gazetecilerin tutuklanmasına onay vermektir, Roboski’deki katliamın da gizlenmesini normal görmektir. Bu açıktan açığa Türk devletinin bu yaklaşımlarının hepsine destek vermektir. Bundan daha ahlaksız bir durum olabilir mi? Bundan daha hukuksuz ve vicdansız durum olabilir mi¬? Ne demokrasisi, ne insan hakları, ne hukuku, ne adaleti? Sıra Kürtlere geldiğinde hepsi bitiyor. Türk devletinin yüz tane kanalı var. Kürtler bir kanaldan bilgi alıyorlardı, onu da tam bir burjuva anlayışıyla çıkarları gereği bir yargı komplosuyla susturdular. Bu kadar vicdansızlık olabilir mi? Bu kadar ahlaksızlık olabilir mi?
Avrupa basını Türkiye ve Kürdistan'daki halkların sorunlarına ilgileniyor mu? Türkiye'deki Süryanilere, Êzidilere ve Alevilere sahip çıkması söz konusu mudur? Avrupa’nın ilgisiz kaldığı bir yerde Türk devleti zaten inkar eder. Türkiye'de halkların kardeşli-ğini işleyen bir yayın var mıdır? Türkler egemendir, Türklerin egemenliğini kabul ettiren bir yayın vardır. Türkiye'deki bu zihniyet ve yayıncılık dikkate alındığında, ABD'nin ve Avrupa’nın ROJ TV’nin yayınlarını takdir etmesi gerekiyordu. Türkiye gerçeği karşısında böyle bir yayıncılığın olmasını desteklemesi gerekiyordu. Kendisi yapamıyor, hiç değilse ROJ TV yapıyor. Gitsinler ROJ TV’yi Süryanilere sorsunlar, Alevilere, Êzidilere ve Ermenilere sorsunlar, kadınlara sorsunlar! Bu konularda nasıl rol oynamış öğrensinler. Bugün Türkiye'de Aleviler, Süryaniler, Êzidiler, birçok kesim sesini çıkarabiliyorsa, bunda Kürt hareketinin etkisi vardır. ROJ TV yayınları da bu konuda çok büyük hizmetler yapmıştır. ROJ TV’nin yayınları Türk devletinin kültürlere nasıl düşmanlık yaptığını ortaya koymuştur. Çok sıkıştırıldığı için mecburen bu konularda politika değiştirmek zorunda kalmıştır.
REFERANDUM YAPILSA AVRUPA HALKI ROJ TV’Yİ DESTEKLER
Bizim açımızdan öyle ABD karar almış, şurası karar almış, bunlar önemli değil. Bizim için önemli olan Avrupa halkının kanaati-dir. Avrupa halkları, Avrupa demokratları ROJ TV’ye nasıl bakıyorlar, bizim için bu önemlidir. Şu anda Avrupa’da bu karar için bir referandum yapsalar yüzde 90’ı bu mahkeme ve uydu kararlarına karşı çıkar. Eğer kendilerine güveniyorlarsa bir oylama yapsınlar. “ROJ TV kapatılsın mı kapatılmasın mı” diye Danimarka ve Fransa bir referandum yapsın! Serbest propaganda yapılsın, Türkler de yapsın, Kürtler de yapsın, demokrasi güçleri de yapsın, ortaya nasıl bir sonuç çıkacak bakalım. Türk devleti tabii her zaman olduğu gibi Türkiye'ye düşmanlık var, bu nedenle referandum sonucu böyle çıktı diyecek. Avrupa’daki siyasiler de, demokrasi güçleri de böyle mi düşünüyor? Bu yönüyle tarih ROJ TV’nin kapatılmasının nasıl çirkin bir tezgah olduğunu, nasıl siyasi bir karar olduğunu yazacaktır. Kaldı ki artık bu tür kararların ne anlama geldiğini Kürt çocukları bile bilmektedir.
ANF NEWS AGENCY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder