BDP’nin özerklik projesi ile AB’nin Yerel Yönetimler Özerklik Şartı benzerlik taşıyor. AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, günümüz siyasal krizinin çözümüne önemli bir referanstır. Bu belgenin 20 civarında maddesi var. Türkiye bu maddelerin bazılarına çekince koymuştur. Bunlar da daha çok farklılıkları ön gören, savunan, farklı inançlara, kimliğe, kültüre vurgu yapan maddelerdir. |
Kürt sorunu başta olmak üzere birçok sorunun varlığı ile siyasal kriz yaşayan Türkiye’nin son dönemdeki gündemlerinden biri de, Demokratik Toplum Partisi’nin ortaya koyduğu demokratik özerklik projesi. Peki nedir demokratik özerklik projesi ve neden böyle bir projeye ihtiyaç duyuldu? Sadece Kürtler için yapılmak istenen bir proje mi? Nasıl bir sistem ön görüyor? Devlete rağmen bu proje nasıl hayata geçirilecek? Siyasal ve hukuksal dayanakları nelerdir? Türkiye’de projeyi kim-neden destekliyor, kimler projeye karşı? Tüm bu soruları ve daha fazlasını BDP Ekoloji ve Yerel Yönetimlerden Sorumlu Eşbaşkan Yardımcısı Demir Çelik sizler için yanıtladı. Demokratik Özerk Kürdistan’ın, Kürt coğrafyasını aşan Ortadoğu ülkelerini de kapsayan bir proje olduğunu belirten Çelik, bunun Türkiye ve Ortadoğu halklarına kazandıracaklarından da bahsetti.
Özgür Demokratik Yerel Yönetimler Hareketi olarak çalışmalarınızı sürdürüyorsunuz. Nereden doğdu bu ihtiyaç?
Kürtler, 1990’lı yılların hemen başında ilk kez kendi adlarına siyasal parti kurmaya başladıkları, dolayısıyla demokratik siyaset alanında kendilerine ait bir politikanın sahibi olmaya başladıklarının ilk önemli meyvesini 1999 yılı yerel yönetimler sırasında kazandıkları belediyelerle elde ettiler. 99’da herhangi bir sisteme, sistematiğe, mekanizmaya tabi tutulmaksızın el yordamıyla, açıkça düşe kalka sistemin bütün eşitsizliğine karşın daha adil ve eşitlikçi bir modeli, sistemi nasıl yaratabileceğimize yoğunlaştığımız, buna karşın da devletin ceberrut, otoriter, katı merkeziyetçi zihniyetine karşı da farkı nasıl uygulayabileceğimizin çelişkisini ve çatışmasını yaşadığımız bir süreci başlattık.
Doğası gereği 5 bin yıllık iktidarcı, devletçi zihniyete karşı toplumun kendi öz örgütlülüğüne, öz yönetimine dayalı bir zihniyetin hayat bulması çok kolay olmayacaktı. Hele hele bir sistematikten ve mekanizmadan yoksunsanız bu daha da zor. O açıdan 1999-2004 pratiği, zorlandığımız ama zorluklarla birlikte başkan ve meclis üyelerimizin dik duruşu sayesinde, onların adil ve eşitlikçi davranışları sayesinde farklı bir dünyanın mümkün olabileceği imajını, ona dair kıvılcımı da tutuşturma şansını yakaladık.
Fakat 2004’te bu kazanımların yeterli olmayacağını, mutlaka var olan o katı merkeziyetçi devletin yereldeki izdüşümü olan yereldeki yönetimin yerine; farklı kimlikleri, inançları, dinamikleri, halkları dikkate alan, onları da kararlaşma süreçlerine katan daha demokratik bir yönetimin nasıl olması gerektiğine dair bir yol arayışını yoğunca yaşadık. Dünya deneyimlerini inceledik. AB’nin geldiği seviye, bir bütün olarak incelenmeye değer bulduğumuz, yeri geldiğinde Porto Alegro gibi sol, sosyalist girişimin yol açtıkları, yeri geldiğinde Zapatista, Bask modeli, yeri geldiğinde İtalya, İngiltere vb. örrneklerle bu işin çıkışını nasıl yapacağımızı araştırdık. Ama daha çok da günümüz dünyasının gelinen noktasında ‘devlet için toplum mu, toplum için devlet mi’ tartışmasını yoğunca yapıldığı son yılların pratiğinde, ulus devletin ‘güvenlik’ eksenli varlık sebebinden daha demokratik ve kabul edilebilir bir noktaya taşınması ihtiyacı bizim bu yol arayışımız ile örtüştü.
İşte devlet, bir kısmı görevlerinden giderek uzaklaşan sadece maliye, savunma, uluslararası ilişkilere endeksli, sınırı mutlaklaştırmayan, devleti kutsallaştırmayan, toplumu esasına alan, eğitim, sağlık, bayındırlık vb. görev ve sorumluluklarını yerellere devr eden bir arayış başladığı için de bulunduğumuz sürecin paradigmasına denk düşen bir durumun varlığı bizi biraz daha cesaretlendirdi. Bu açıdan da biz var olan verili koşullarımızdan hareketle daha eşitlikçi bir dünyanın mümkün olabileceğini, buna dair insanlık iddiasının yerel dinamikler üzerinden şekillenerek, toplumun kendi öz yönetimine dayalı, demokratik yerel yönetimler üzerinde şekilleneceğini de fırsat bilerek, bunu bir mekanizmaya kavuşturmak istedik ve adına Özgür demokratik Yerel Yönetimler dediğimiz yeni bir model ile kendi belediyelerimizden başlayarak, il genel meclis yapısından hareketle devletin var olan varlığına karşın meşruiyetten gelen taleplerimizin ve demokrasi paradigmasına denk düşen, birbiriyle çatışandan çok birbirini tamamlayan, bütünleyen, devletin dolayısıyla toplumun değişimine de yol açan bir işlevi görsün istedik. O açıdan da belli mekanizmalara bağladık.
Özgür demokratik Yerel Yönetimler modelimizi dört ayak üzerine oturttuk.
1- Birincisi, katılımcılığı esas alan, halkın ya da yerelin kendi meclisleriyle kendisini ifade edebildiği, mahalle meclisleri, kadın meclisleri ve kent meclislerinin yönetişim ilişkisine katıldıkları, demokratik katılımcılık alanı.
2- Toplumun doğa ile uyumlu barışık olmasını esas alan, çevreyi, ekolojiyi tüketen değil onu besleyen, sürdürülebilir bir çevre koşulu yine yerel yönetimlerin duyarlılığı ile ancak hayat bulabilir. Ekolojik yaklaşım da ikinci ayak oluyor.
3- 3. alanı da devletçi, iktidarcı ziniyete karşı erkek egemenliğine karşı cinsiyet özgürlükçü, kadın eksenli mücadeleyi esas alan; dolayısıyla daha eşitlikçi bir toplum ancak kadının özgürlüğünden geçtiğini savunan, bu yönüyle de önemli olan cinsiyet özgürlükçü alan olarak ifade eder.
4- Toplumun üretim ve tüketimde adil olmayan ilişkilerine bağlı olarak üretimde istihdamdan tüketime kadar toplum bileşenlerinin kendilerini konseyler, birlikler, kooperatifler üzerinden topluluk ekonomisi dediğimiz katılımcı topluluk ekonomisi ayağından oluşan 4 temel ayak üzerine oturttuğumuz özgür demokratik yerel yönetimlerle; devletin bu alanının dışındaki toplulukların kendilerini, topraklarını, kültürlerini, kimliklerini yönetebilmesinin sistematiğine kavuşturmayı amaçladık.
Bu ayaklar üzerinden nasıl bir özerk sistem şekillenecek?
Yerel yönetimlerin devlete bağlı olan kısmının ötesinde devletin bir kısım fonksiyonlarından, görevlerinden kendini kurtarması, gelinen bu tarihsel süreçte kendini demokratikleştirmesi ihtiyacı var. Türkiye’de başta Kürt sorunu olmak üzere çözüm bekleyen birçok sorunun varlığını dikkate aldığımızda; mevcut katı, tekçi, merkeziyetçi devletin daha tolere edilebilir, kabul edilebilir bir noktaya çekilmesi şart. Bu, ilişkilerin esnek, geçirgenliğini de esas alan idari bir siyasi yapılanmaya ihtiyaç olduğunu da gösteriyor. Bu yönüyle de kapitalizmin ürünü olan ulus, üniter devlet yerine; her halkın, kimliğin devlet olması yerine; mevcut kötülüklerin sebebi ve kaynağı olan devleti esasına almak yerine mevcut var olan devletin demokratikleştirildiği, toplumun demokratik, öz yönetimi üzerinden kendini şekillendirdiği özerk yapıların olabileceğini belirtiyoruz. Bunu sadece Kürt sorununu çözmek açısından ön görmüyoruz. Türkiye’nin var olan siyasi yapısını dikkate aldığımızda coğrafi ve kimliğe bağlı olmaksızın birden fazla kriterin belirlediği yine birden fazla özerk yapıların mümkün olduğunu söylüyoruz.
Yani özerk yapılar sadece etnik kimliğe göre olmayacak...
Tabii, yeri geldiğinde ekonomik, yeri geldiğinde iklim koşulları, yeri geldiğinde kültürel, kimliksel, demografik ve coğrafik kriterler olacak. Yani belirleyen kriterler birden fazla. Biz etnik ve coğrafyaya çok bağlı bir özerklik yerine bugünün sorunsalın çözümüne yönelik; işte ekonomik gelişmişlik bir kriterdir, buna İzmit, Sakarya ve Bursa’yı örnek verebiliriz. Oradaki temel problem sanayi ve sonrası toplumun ortaya çıkardığı kirlenme, ekolojik yıkım, ya da istihdam ve üretimin artıklarının tüketilmesidir, ona dair özerk bir yapı gerekir.
Ama Hakkari’de daha çok Kürt kimliğinin ön plana çıktığı bir realite var. Öte yandan Erzurum’da Kürtlerle Dadaşlar iç içe yaşıyor. Ya da Iğdır’da Kürtlerle Azeriler, yeri geldiğinde Ermenilerle birlikte yaşıyor, keza Kuzey’de Lazlarla Türklerle, Güney’de Araplarla Türk ve Kürtlerin iç içe yaşama durumu var. Adana ve Mersin’in lokal bir özelliği varken uluslararası bir kent olan Antalya, Muğla gibi bileşkeleri dikkate aldığımızda, 25-26 civarında bir özerk yapının Türkiye’nin hem siyasal kalkınmışlığının hem idari krizinin önüne önemli düzeyde bir fırsat olacağını düşünüyoruz. Bunun da mevcut var olan Kürtlere dayalı bir çözüm projesi yerine aslında günümüz ve güncelimiz olan sorunun kendisinin çözümün anahtarı olduğundan hareketle savunuyoruz.
Bu açıdan demokratik özerk Kürdistan, Kürt coğrafyasını da aşan bugün Ortadoğu’nun önemli ülkelerinde Suriye, İran, Irak ve Türkiye’de konumlanmış olan Kürtlerin sınırlara dayalı parçalanmışlığının giderilmesine, onların da kendi dil, kültür ve kimliklerini, kendi iç işleyişlerini ve geçirgen ilişkilerine bağlı hayat buldukları bir ilişkiye kavuşturmak istiyoruz.
Bizim geliştirdiğimiz bu siyasal projeye her ne kadar siyasal partilerden itiraz yükseltiliyorsa da , devlet bile kalkınma ajansları dediğimiz ajanslarla Türkiye’yi birden fazla 23 ayrı kalkınma ajansına tabi tutuyor. Gelişmişlik kriterlerine bağlı illeri yan yana getirerek, belli bir dinamizm yaratmaya çalışıyor. İnsanlığın evrildiği bir süreçtir. Tarihin önünde engel olmak, tarihi durdurmak nasıl ki mümkün değilse, gelinen bu toplumsal gelişmişlik noktasında da bence sorunsuz ve özgür iradenin birlikteliğine dair bir ilişki, önemli bir çözüm anahtarıdır diye düşünüyoruz.
Peki bu bölgelerin kendi iç işleyişleri nasıl olacak?
Bunun örnekleri italya, İngiltere’de de var. Yeri geldiğinde coğrafik ve kültürel ya da farklı kriterlerde olacak. Bu özerklik sadece siyasi erk olma, iktidar olmaya hizmet eden bir olgu değil. Yerelde bulunan daha lokal, daha dar alanda bulunanların kendi sorunlarını kendi özgür iradeleri ile çözebilmeleridir. Bu yeri geldiğinde Türk’ün kendi etnik kimliğine dayalı çözümdür, yeri geldiğinde Arap, Kürt, Çerkez’in ama yeri geldiğinde islam kültürüne, dini motife göre olacak. Yine yeri geldiğinde ileri kapitalist üretim ilişkilerinin çok üst olduğu Tekirdağ, İstanbul,İzmit, Sakarya gibi ya da Ankara’nın kendisine has özelliklerine dayalı, çölleşen, küresel ısınmanın ortaya çıkardığı tuz gölü ile ilgili bir problem ile haşır neşir olan İç Anadolu’nun sorunsalından hareketle bölgeler kurulur.
Bu anlamıyla özerk bölgeleri sınırlayarak ya da basite indirgemekten öteye, Kürtlerin yaşadığı sorunsal açısından da bir takım siyasal getirileri de olmalıdır. Özellikle Kürt sorununun temel kaynağı olan dil, kültür, kimlik, eğitim meselelerinde halkın iradesiyle karar aldığı, tüm Türkiye’yi kapsayan bayrağın yanısıra kendi renkleri ve bayrağını taşıdığı bir sistem olmalıdır. Bu hakka sahip Kürtlerin yanısıra yeri geldiğinde Çerkez ve Arap’ın da bu hakka sahip olduğu bir sistem. Ama bunlar o bölgedeki halkın istemleri ile mümkün olabilecek. Dolayısıyla belirli sınırlara hapsedilen bir düşünce olmaktan çok günün ihtiyaçlarına, tarihin gelişmişliğine bağlı, toplumun geleneklerine, siyasal düzeyine, kültürel düzeyine uygun düşen bir çerçeveyi oturtmaya çalışıyoruz.
Yani her özerk bölge kendi özgünlükleri çerçevesinde bir sisteme mi kavuşacak?
Evet, her özerk bölgenin kendine has yasaları da olacak. İsviçre 8 milyonluk bir ülke, 26 tane kanton var. Bu kantonların anadillerine, resmi dillerine, kültürlerinden, bayraklarına, marşlarına birçok idari yapısında farklılıklar var. Ama onları birleştiren öğe İsviçre Anayasası’dır. O anayasa hepsini bağlayandır. Ancak o anayasa içinde de, her özerk yapının kendi yasaları, onun yürütücüsü olan meclisleri, yürütmeleri olacaktır.
Neden federasyon, bağımsızlık değil de özerklik?
Bizim irademizin dışında yüzyıllardır Kürtler hem asimilasyon hem siyasal entegrasyonla coğrafyalarından koparılmış, metropollere sürülmüş. Bu yetmezmiş gibi dillerine, kimliklerine yabancılaştırılak, Türkleştirmeyi had safhada yaşamışlardır. Buna karşın Kürtler günümüzün gelinen noktasında kentselleşmenin, siyasallaşma ve toplumsallaşmanın önemli bir dinamiği. Bu açıdan Kürtler, bugün meşruiyet ve toplumun demokratik örgütlülüğü üzerinden önemli bir iddiayı gerçekleştirebilme şansını yakalayan nadir halklardan biridir. Bu halkın kazanımlarını toplumun değişimleri noktasında yönlendirmek var, bir de karşıtlaştırıp toplum dinamiklerini heba etmek var. Biz birincisini tercih ediyoruz. Bu dinamik ile toplumun, bu dünyanın amacına uygun yeniden dizayn edilebileceğini düşünüyoruz.
Bu açıdan biz federasyon demiyoruz. Bağımsız Kürdistan söyleminde de bulunmuyoruz. Akılcı olmayacağını düşünüyoruz. Çünkü bugün tarihsel gelişmişliğin açığa çıkardığı bir realite var, Kürtlerin en fazla yaşadığı en büyük şehir İstanbul olarak tespit edilmiştir. Sonrasında Adana, Mersin, İzmir’dir. Türkiye’nin dört bir tarafına savrulan bir Kürt gerçekliği var. Biz onun yerine kimliğe dayalı olmaksızın, özerk yapılarla, Kürtlerin bulundukları yerlerde kendi kimlik, dil, kültürlerini anayasal güvenceye bağlı yaşadıkları bir siyasal sistemden bahsediyoruz. Bunu da devletten bekleyen, sistemin aktörlerinden bekleyen değil bizzat hayatın kendisinde, sokakta, mahallede, kentte onun kendi öz yönetim organları ile hayat bulabileceği fiili bir duruma da girişmiş bulunmaktayız. Bunlar yeri geldiğinde belediye, il genel meclisi, kadın, gençlik meclisleridir, yeri geldiğinde Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ve sivil toplum organizasyonlarıdır. Bu proje, günümüzün yükselen değeri olan demokrasinin tam da aşamadığı, çözmekte zorlandığı bir fikriyatı da herkese gösteren, ön gören bir potansiyele de sahip. Her ne kadar terörize ediliyor ve ötekileştiriliyorsak da, kazanımlarımız üzerinden var ettiğimiz bu güç, inanıyorum ki önümüzdeki dönemde Türkiye’nin yanısıra Ortadoğu’ya ama aynı zamanda insanlığa önemli değer ve katkıda bulunacaktır.
Yani şu ana kadar yaptığınız çalışmalar, oluşturduğunuz kurumlar, özerkliğin bir zemini olarak kabul edilebilir mi?
Yani fiili olarak ona bizzat yol açandır. Devlete rağmen, devleti yok saymadan esasına alan ama mutlaklaştırmayan, devleti de değiştirmeyi görev edinen, tabanın kendi öz yönetimine dayalı meşruiyetten kazandıkları hakları uygulayabilmenin örgütlü güçleridir bunlar. İşte meclisler, belediyeler...
Belediyenin bağlı bulunduğu mevzuatı var, yasası var, kanunlarla sınırlandırılmış görev ve sorumlulukları var. Ama bununla birlikte görev ve sorumlulukların, meşruiyetin kazandırdıkları ile değişimi sağlayacak potansiyele sahip. Nasıl? Biz 1999 yılında kent konseylerini ön görüyorduk. Bu, o günün kanunlarında yasaktı. Birçok belediye başkanımız davalık oldu, bu yüzden ceza alan oldu. Sonra 2005 yılında değişen koşullara göre AB’nin Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na imza atan Türkiye, yerel yönetimler reformu ile kent konseyini kendi kanun değişikliğine koymak zorunda kaldı. Kaldı ki Türkiye, 1994 yılında imzaladığı bu Şart ile bütün bunları uygulayabileceğinin taahhüdünde bulunmuştur.
Sizin demokratik özerklik projeniz ile AB’nin Yerel Yönetimler Özerklik Şartı nasıl benzerlikler arz ediyor? Türkiye’de tümüyle uygulanması durumunda projeye nasıl kolaylık sağlar?
AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, günümüz siyasal krizinin çözümüne önemli bir referanstır. Biz bunu referansalıyoruz. Bu Şart’tan çok daha ileri düzeyde bir siyasal söyleme ve modelede sahibiz ama o referans bizim söylemimizin meşruiyeti açısından kolaylaştırıcı bir boyuttur.
AB, bizim de katılmayı esas aldığımız sınırlar, uluslar üstü bir birlikse, Türkiye o birliğe tabi olmak isteyen bir ülke ise, kendini o birliğin esaslarına, siyasal kriterlerine uygun yeni bir idari ve siyasal yapıya evirmesi kaçınılmazdır. Aslında biz bu anlamıyla devletin yapması gerekeni kolaylaştıran, bir anlamda katalizör rolünü de oynuyoruz.
Bu Şart’a Türkiye’nin çekince koyduğu maddeler neler?
Bu şartın 20 civarında maddesi var. Türkiye işte bazı maddelerin şıklarına çekince koymuştur. Bunlar da daha çok farklılıkları ön gören, savunan, farklı inançlara, kimliğe, kültüre vurgu yapan maddelerdir. Bölünme korkusuyla bu şartlara çekince koymuştur. ‘Eğer Türkiye de uygulanırsa bölüneceğiz’ korkusuna kapılmıştır.
Kürt mücadelesinden duyulan bir korku...
Evet o korkudur, ona bir tedbirdir. Onu engelleme çabasıdır. Ama dünyada federasyon ile yönetilen Almanya, Hindistan, ABD ile özerk yapılardan ibaret İtalya, İspanya varken ve onlar bölünmemişlikleriyle önemli dünya ekonomik potansiyellerine sahip, ileri, demokratik ülkeler olması ortadayken, Türkiye’nin çekince koyması anlaşılır değil. Bugün Türkiye yirmi gelişmiş ekonomik ülkeden birinin gücüne sahipse, bunlar içinde 18. yerdeyse aslında bu ve benzeri uygulamalarla dünyanın önemli söz ve ekonomik gücünü sahip ülkesi konumuna gelme şansı vardır. Bunu halktan esirgemek de en azından bir devletin görevi olmasa gerek.
Türkiye’deki özerklik projesine önyargılı bir yaklaşım görülüyor. Çok anlaşılmıyor mu, siz mi anlatamadınız?
Doğru, ikisi de mümkündür. Ama Kürtlere, sistemin ve sistemden beslenen siyasal aktörlerin bakışı tamamen subjektiftir. Kürt deyince ayrılıkçı, bölücü ve terörist akıllarına geliyor. Bu yüzden söyleyecekleri her şeyin dikkate değer olmadığı gibi subjektif yaklaşımlar, mahkum edilmesi gereken düşüncelerdir. Gerçi bu yeni bir şey değil. Osmanlı da Kürdistan coğrafyasından bahsedilirken, 90 yıllık cumhuriyet tarihinin çözemediği, süpürge ile halı altına süpürülen sorunun yeniden gün yüzüne çıkmasıdır. Aslında Kürtler Türkiye açısından önemli bir dinamik. Türkiye’yi bölen, parçalayan değil Türkiye’ye dinamizm katan, onun da değişimini hızlandıran bir katalizör görevi göreceği açık. Ama bunu egemenlerimiz görmek istemiyor. Türkiye’nin savaşa aktardığı milyar dolarların geriye dönüşümünü kazanmak bir yana ortaya çıkan ötekileştirme, ayrıştırma yerine kardeşleşmenin, barış içinde farklılıkların birarada yaşayabilme fırsatını tanıyabilecek önemli bir proje bu.
Kürtler dışında Türk halkı başta olmak üzere diğer Türkiyeli halklara projeyi nasıl taşıracaksınız?
Biz BDP olarak referandumu ve sonrası genel seçimi fırsat bilerek, bu projeden ne anlaşılması gerektiğini, Türkiye halklarına kazandıracaklarını, artılarını, savaşın sona erdirilmesi sonucunda yoksulluğun, açlığın, sefaletin giderilebileceğini, refah toplumuna kavuşulması açısından önem arz ettiğini anlatmak durumundayız. Bununla da yetinmeyeceğiz. Darbe sonrası dünyanın dört bir tarafına savrulan devrimci, ilerici, Kürt şahısların, uluslararası diasporadaki sesi, yankısı her gün kulaklarımızda çınlıyor. Demokratik bir ülkede, demokratik özerk bir Kürdistan Türkiye’ye kazandıran bir projedir. Bunun altını doldurup, işlemek de bizim görevimiz olacaktır.
Bu proje toplumu kaosa sürükleyen bir uygulama değil aksine çözümü esas alan çözümden insanın mutluluğunu, özgürlüğünü sağlayacak bir mekanizmaya, araca da dönüştürmek istiyoruz. Bu yönüyle de siyaseten öncelikle bunun propagandasını, bize kazandıracaklarını özellikle ezilenler, yoksullar, emekçiler dediğimiz Türkiye halklarının öteki yüzüne anlatmamız gerekiyor. Bu anlamda pratikte fiili uygulamaların yanında onun siyasal argümanlarını, dilini, tarihin o gelişmişliğine denk düşen, onunla çelişmeyen, onu da hızlandıran bir ilişkiyi de sürdürmek istiyoruz.
Demokratik Özerklik projenize Avrupa Birliği yetkilileri nasıl yaklaşıyor?
Yeri geldiğinde bizim yeri geldiğinde onların ziyaretleri sırasında modele ilişkin düşüncelerimizi ifade ettik. Bu konuya yabancı değiller. AB’nin yaklaşımı, Türklerden duyduğumuz refleksin abartılı ve biraz da olumsuz olanına karşı daha olumlu ve destekleyici hatta bizi teşvik edici özellikte. Nihayetinde AB’nin birlik felsefesi de budur. Biz de AB’nin ekonomik birlik yerine demokratik birlikteliğine önem atfediyoruz.
Demokraki ortak vatanda, demokratik cumhuriyette birlikteliği esas alıyorsa, ulus üstü birliktelikleri insanın evrildiği, bu anlamıyla AB üst kimliğinde kendimizi de ifade edebileceğimiz bir demokratik haklar birliğini savunuyorsa, o açıdan AB’ye katacağımız, onların deneyimlerinden kazanacaklarımızın olduğunu kabul ediyor, Onların da değerli desteklerini alıyoruz.
Ancak resmi düzeyde bir destek ve çaba göremiyoruz...
Bugün itibariyle resmi noktada bir çabaları olduğunu söylemek mümkün değil. Gerçi 2002 Kasım’ından-2009 sonuna kadar AKP’ye ciddi düzeyde destek veren, kredi tanıyan, onun Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından önemli bir siyasal aktör olduğu tespitinde bulunan bir Avrupa’dan bahsediyoruz. Bunun karşında PKK üzerinden bir bütün olarak Kürtleri potansiyel suçlu gören, terörize ederek, meşru taleplerini bastıran AKP ve devleti esasına alan bir AB’den bahsediyoruz.
Ama giderek sorunun askeri ve siyasal operasyonlarla çözülemeyeceği tespiti ve gerçekliği Avrupa’yı da bir kez daha kendisine döndermiş bulunmaktadır. Sorunun AKP’nin de taraf olduğu askeri operasyonlarla çözüme kavuşmayacağı gerçeği, artık AB’de de dile getirilen, tartışılan bir konu olmuştur. Kaldı ki 2014 katılım takvimine göre her geçen gün Türkiye’yi sıkıştıran, kısa süreye sığdırması gereken onlarca devasa reform paketi söz konusu. AKP ya değişecek, bu temel talepleri kabul edecek ya da tarihin deviniminin dışına ötelenen, atılan bir siyasal aktör olmayla karşı karşıya kalacaktır.
Bu açıdan BDP olarak, yarın-öbür gün değilse bile yakın zamanda Avrupalı dostlarımızın da, demokrasilerinin temel değerlerine bağlı olarak Kürtlerin var olan meşru taleplerini görmezden gelemeyeceklerini, tam da Avrupa’nın halkların demokratik birliği felsefesine denk düşen taleplerinin, Kürtlerin meşru talepleri ile örtüştüğünü göreceklerini umud ediyoruz..
DENİZ BİLGİN
Özgür Demokratik Yerel Yönetimler Hareketi olarak çalışmalarınızı sürdürüyorsunuz. Nereden doğdu bu ihtiyaç?
Kürtler, 1990’lı yılların hemen başında ilk kez kendi adlarına siyasal parti kurmaya başladıkları, dolayısıyla demokratik siyaset alanında kendilerine ait bir politikanın sahibi olmaya başladıklarının ilk önemli meyvesini 1999 yılı yerel yönetimler sırasında kazandıkları belediyelerle elde ettiler. 99’da herhangi bir sisteme, sistematiğe, mekanizmaya tabi tutulmaksızın el yordamıyla, açıkça düşe kalka sistemin bütün eşitsizliğine karşın daha adil ve eşitlikçi bir modeli, sistemi nasıl yaratabileceğimize yoğunlaştığımız, buna karşın da devletin ceberrut, otoriter, katı merkeziyetçi zihniyetine karşı da farkı nasıl uygulayabileceğimizin çelişkisini ve çatışmasını yaşadığımız bir süreci başlattık.
Doğası gereği 5 bin yıllık iktidarcı, devletçi zihniyete karşı toplumun kendi öz örgütlülüğüne, öz yönetimine dayalı bir zihniyetin hayat bulması çok kolay olmayacaktı. Hele hele bir sistematikten ve mekanizmadan yoksunsanız bu daha da zor. O açıdan 1999-2004 pratiği, zorlandığımız ama zorluklarla birlikte başkan ve meclis üyelerimizin dik duruşu sayesinde, onların adil ve eşitlikçi davranışları sayesinde farklı bir dünyanın mümkün olabileceği imajını, ona dair kıvılcımı da tutuşturma şansını yakaladık.
Fakat 2004’te bu kazanımların yeterli olmayacağını, mutlaka var olan o katı merkeziyetçi devletin yereldeki izdüşümü olan yereldeki yönetimin yerine; farklı kimlikleri, inançları, dinamikleri, halkları dikkate alan, onları da kararlaşma süreçlerine katan daha demokratik bir yönetimin nasıl olması gerektiğine dair bir yol arayışını yoğunca yaşadık. Dünya deneyimlerini inceledik. AB’nin geldiği seviye, bir bütün olarak incelenmeye değer bulduğumuz, yeri geldiğinde Porto Alegro gibi sol, sosyalist girişimin yol açtıkları, yeri geldiğinde Zapatista, Bask modeli, yeri geldiğinde İtalya, İngiltere vb. örrneklerle bu işin çıkışını nasıl yapacağımızı araştırdık. Ama daha çok da günümüz dünyasının gelinen noktasında ‘devlet için toplum mu, toplum için devlet mi’ tartışmasını yoğunca yapıldığı son yılların pratiğinde, ulus devletin ‘güvenlik’ eksenli varlık sebebinden daha demokratik ve kabul edilebilir bir noktaya taşınması ihtiyacı bizim bu yol arayışımız ile örtüştü.
İşte devlet, bir kısmı görevlerinden giderek uzaklaşan sadece maliye, savunma, uluslararası ilişkilere endeksli, sınırı mutlaklaştırmayan, devleti kutsallaştırmayan, toplumu esasına alan, eğitim, sağlık, bayındırlık vb. görev ve sorumluluklarını yerellere devr eden bir arayış başladığı için de bulunduğumuz sürecin paradigmasına denk düşen bir durumun varlığı bizi biraz daha cesaretlendirdi. Bu açıdan da biz var olan verili koşullarımızdan hareketle daha eşitlikçi bir dünyanın mümkün olabileceğini, buna dair insanlık iddiasının yerel dinamikler üzerinden şekillenerek, toplumun kendi öz yönetimine dayalı, demokratik yerel yönetimler üzerinde şekilleneceğini de fırsat bilerek, bunu bir mekanizmaya kavuşturmak istedik ve adına Özgür demokratik Yerel Yönetimler dediğimiz yeni bir model ile kendi belediyelerimizden başlayarak, il genel meclis yapısından hareketle devletin var olan varlığına karşın meşruiyetten gelen taleplerimizin ve demokrasi paradigmasına denk düşen, birbiriyle çatışandan çok birbirini tamamlayan, bütünleyen, devletin dolayısıyla toplumun değişimine de yol açan bir işlevi görsün istedik. O açıdan da belli mekanizmalara bağladık.
Özgür demokratik Yerel Yönetimler modelimizi dört ayak üzerine oturttuk.
1- Birincisi, katılımcılığı esas alan, halkın ya da yerelin kendi meclisleriyle kendisini ifade edebildiği, mahalle meclisleri, kadın meclisleri ve kent meclislerinin yönetişim ilişkisine katıldıkları, demokratik katılımcılık alanı.
2- Toplumun doğa ile uyumlu barışık olmasını esas alan, çevreyi, ekolojiyi tüketen değil onu besleyen, sürdürülebilir bir çevre koşulu yine yerel yönetimlerin duyarlılığı ile ancak hayat bulabilir. Ekolojik yaklaşım da ikinci ayak oluyor.
3- 3. alanı da devletçi, iktidarcı ziniyete karşı erkek egemenliğine karşı cinsiyet özgürlükçü, kadın eksenli mücadeleyi esas alan; dolayısıyla daha eşitlikçi bir toplum ancak kadının özgürlüğünden geçtiğini savunan, bu yönüyle de önemli olan cinsiyet özgürlükçü alan olarak ifade eder.
4- Toplumun üretim ve tüketimde adil olmayan ilişkilerine bağlı olarak üretimde istihdamdan tüketime kadar toplum bileşenlerinin kendilerini konseyler, birlikler, kooperatifler üzerinden topluluk ekonomisi dediğimiz katılımcı topluluk ekonomisi ayağından oluşan 4 temel ayak üzerine oturttuğumuz özgür demokratik yerel yönetimlerle; devletin bu alanının dışındaki toplulukların kendilerini, topraklarını, kültürlerini, kimliklerini yönetebilmesinin sistematiğine kavuşturmayı amaçladık.
Bu ayaklar üzerinden nasıl bir özerk sistem şekillenecek?
Yerel yönetimlerin devlete bağlı olan kısmının ötesinde devletin bir kısım fonksiyonlarından, görevlerinden kendini kurtarması, gelinen bu tarihsel süreçte kendini demokratikleştirmesi ihtiyacı var. Türkiye’de başta Kürt sorunu olmak üzere çözüm bekleyen birçok sorunun varlığını dikkate aldığımızda; mevcut katı, tekçi, merkeziyetçi devletin daha tolere edilebilir, kabul edilebilir bir noktaya çekilmesi şart. Bu, ilişkilerin esnek, geçirgenliğini de esas alan idari bir siyasi yapılanmaya ihtiyaç olduğunu da gösteriyor. Bu yönüyle de kapitalizmin ürünü olan ulus, üniter devlet yerine; her halkın, kimliğin devlet olması yerine; mevcut kötülüklerin sebebi ve kaynağı olan devleti esasına almak yerine mevcut var olan devletin demokratikleştirildiği, toplumun demokratik, öz yönetimi üzerinden kendini şekillendirdiği özerk yapıların olabileceğini belirtiyoruz. Bunu sadece Kürt sorununu çözmek açısından ön görmüyoruz. Türkiye’nin var olan siyasi yapısını dikkate aldığımızda coğrafi ve kimliğe bağlı olmaksızın birden fazla kriterin belirlediği yine birden fazla özerk yapıların mümkün olduğunu söylüyoruz.
Yani özerk yapılar sadece etnik kimliğe göre olmayacak...
Tabii, yeri geldiğinde ekonomik, yeri geldiğinde iklim koşulları, yeri geldiğinde kültürel, kimliksel, demografik ve coğrafik kriterler olacak. Yani belirleyen kriterler birden fazla. Biz etnik ve coğrafyaya çok bağlı bir özerklik yerine bugünün sorunsalın çözümüne yönelik; işte ekonomik gelişmişlik bir kriterdir, buna İzmit, Sakarya ve Bursa’yı örnek verebiliriz. Oradaki temel problem sanayi ve sonrası toplumun ortaya çıkardığı kirlenme, ekolojik yıkım, ya da istihdam ve üretimin artıklarının tüketilmesidir, ona dair özerk bir yapı gerekir.
Ama Hakkari’de daha çok Kürt kimliğinin ön plana çıktığı bir realite var. Öte yandan Erzurum’da Kürtlerle Dadaşlar iç içe yaşıyor. Ya da Iğdır’da Kürtlerle Azeriler, yeri geldiğinde Ermenilerle birlikte yaşıyor, keza Kuzey’de Lazlarla Türklerle, Güney’de Araplarla Türk ve Kürtlerin iç içe yaşama durumu var. Adana ve Mersin’in lokal bir özelliği varken uluslararası bir kent olan Antalya, Muğla gibi bileşkeleri dikkate aldığımızda, 25-26 civarında bir özerk yapının Türkiye’nin hem siyasal kalkınmışlığının hem idari krizinin önüne önemli düzeyde bir fırsat olacağını düşünüyoruz. Bunun da mevcut var olan Kürtlere dayalı bir çözüm projesi yerine aslında günümüz ve güncelimiz olan sorunun kendisinin çözümün anahtarı olduğundan hareketle savunuyoruz.
Bu açıdan demokratik özerk Kürdistan, Kürt coğrafyasını da aşan bugün Ortadoğu’nun önemli ülkelerinde Suriye, İran, Irak ve Türkiye’de konumlanmış olan Kürtlerin sınırlara dayalı parçalanmışlığının giderilmesine, onların da kendi dil, kültür ve kimliklerini, kendi iç işleyişlerini ve geçirgen ilişkilerine bağlı hayat buldukları bir ilişkiye kavuşturmak istiyoruz.
Bizim geliştirdiğimiz bu siyasal projeye her ne kadar siyasal partilerden itiraz yükseltiliyorsa da , devlet bile kalkınma ajansları dediğimiz ajanslarla Türkiye’yi birden fazla 23 ayrı kalkınma ajansına tabi tutuyor. Gelişmişlik kriterlerine bağlı illeri yan yana getirerek, belli bir dinamizm yaratmaya çalışıyor. İnsanlığın evrildiği bir süreçtir. Tarihin önünde engel olmak, tarihi durdurmak nasıl ki mümkün değilse, gelinen bu toplumsal gelişmişlik noktasında da bence sorunsuz ve özgür iradenin birlikteliğine dair bir ilişki, önemli bir çözüm anahtarıdır diye düşünüyoruz.
Peki bu bölgelerin kendi iç işleyişleri nasıl olacak?
Bunun örnekleri italya, İngiltere’de de var. Yeri geldiğinde coğrafik ve kültürel ya da farklı kriterlerde olacak. Bu özerklik sadece siyasi erk olma, iktidar olmaya hizmet eden bir olgu değil. Yerelde bulunan daha lokal, daha dar alanda bulunanların kendi sorunlarını kendi özgür iradeleri ile çözebilmeleridir. Bu yeri geldiğinde Türk’ün kendi etnik kimliğine dayalı çözümdür, yeri geldiğinde Arap, Kürt, Çerkez’in ama yeri geldiğinde islam kültürüne, dini motife göre olacak. Yine yeri geldiğinde ileri kapitalist üretim ilişkilerinin çok üst olduğu Tekirdağ, İstanbul,İzmit, Sakarya gibi ya da Ankara’nın kendisine has özelliklerine dayalı, çölleşen, küresel ısınmanın ortaya çıkardığı tuz gölü ile ilgili bir problem ile haşır neşir olan İç Anadolu’nun sorunsalından hareketle bölgeler kurulur.
Bu anlamıyla özerk bölgeleri sınırlayarak ya da basite indirgemekten öteye, Kürtlerin yaşadığı sorunsal açısından da bir takım siyasal getirileri de olmalıdır. Özellikle Kürt sorununun temel kaynağı olan dil, kültür, kimlik, eğitim meselelerinde halkın iradesiyle karar aldığı, tüm Türkiye’yi kapsayan bayrağın yanısıra kendi renkleri ve bayrağını taşıdığı bir sistem olmalıdır. Bu hakka sahip Kürtlerin yanısıra yeri geldiğinde Çerkez ve Arap’ın da bu hakka sahip olduğu bir sistem. Ama bunlar o bölgedeki halkın istemleri ile mümkün olabilecek. Dolayısıyla belirli sınırlara hapsedilen bir düşünce olmaktan çok günün ihtiyaçlarına, tarihin gelişmişliğine bağlı, toplumun geleneklerine, siyasal düzeyine, kültürel düzeyine uygun düşen bir çerçeveyi oturtmaya çalışıyoruz.
Yani her özerk bölge kendi özgünlükleri çerçevesinde bir sisteme mi kavuşacak?
Evet, her özerk bölgenin kendine has yasaları da olacak. İsviçre 8 milyonluk bir ülke, 26 tane kanton var. Bu kantonların anadillerine, resmi dillerine, kültürlerinden, bayraklarına, marşlarına birçok idari yapısında farklılıklar var. Ama onları birleştiren öğe İsviçre Anayasası’dır. O anayasa hepsini bağlayandır. Ancak o anayasa içinde de, her özerk yapının kendi yasaları, onun yürütücüsü olan meclisleri, yürütmeleri olacaktır.
Neden federasyon, bağımsızlık değil de özerklik?
Bizim irademizin dışında yüzyıllardır Kürtler hem asimilasyon hem siyasal entegrasyonla coğrafyalarından koparılmış, metropollere sürülmüş. Bu yetmezmiş gibi dillerine, kimliklerine yabancılaştırılak, Türkleştirmeyi had safhada yaşamışlardır. Buna karşın Kürtler günümüzün gelinen noktasında kentselleşmenin, siyasallaşma ve toplumsallaşmanın önemli bir dinamiği. Bu açıdan Kürtler, bugün meşruiyet ve toplumun demokratik örgütlülüğü üzerinden önemli bir iddiayı gerçekleştirebilme şansını yakalayan nadir halklardan biridir. Bu halkın kazanımlarını toplumun değişimleri noktasında yönlendirmek var, bir de karşıtlaştırıp toplum dinamiklerini heba etmek var. Biz birincisini tercih ediyoruz. Bu dinamik ile toplumun, bu dünyanın amacına uygun yeniden dizayn edilebileceğini düşünüyoruz.
Bu açıdan biz federasyon demiyoruz. Bağımsız Kürdistan söyleminde de bulunmuyoruz. Akılcı olmayacağını düşünüyoruz. Çünkü bugün tarihsel gelişmişliğin açığa çıkardığı bir realite var, Kürtlerin en fazla yaşadığı en büyük şehir İstanbul olarak tespit edilmiştir. Sonrasında Adana, Mersin, İzmir’dir. Türkiye’nin dört bir tarafına savrulan bir Kürt gerçekliği var. Biz onun yerine kimliğe dayalı olmaksızın, özerk yapılarla, Kürtlerin bulundukları yerlerde kendi kimlik, dil, kültürlerini anayasal güvenceye bağlı yaşadıkları bir siyasal sistemden bahsediyoruz. Bunu da devletten bekleyen, sistemin aktörlerinden bekleyen değil bizzat hayatın kendisinde, sokakta, mahallede, kentte onun kendi öz yönetim organları ile hayat bulabileceği fiili bir duruma da girişmiş bulunmaktayız. Bunlar yeri geldiğinde belediye, il genel meclisi, kadın, gençlik meclisleridir, yeri geldiğinde Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ve sivil toplum organizasyonlarıdır. Bu proje, günümüzün yükselen değeri olan demokrasinin tam da aşamadığı, çözmekte zorlandığı bir fikriyatı da herkese gösteren, ön gören bir potansiyele de sahip. Her ne kadar terörize ediliyor ve ötekileştiriliyorsak da, kazanımlarımız üzerinden var ettiğimiz bu güç, inanıyorum ki önümüzdeki dönemde Türkiye’nin yanısıra Ortadoğu’ya ama aynı zamanda insanlığa önemli değer ve katkıda bulunacaktır.
Yani şu ana kadar yaptığınız çalışmalar, oluşturduğunuz kurumlar, özerkliğin bir zemini olarak kabul edilebilir mi?
Yani fiili olarak ona bizzat yol açandır. Devlete rağmen, devleti yok saymadan esasına alan ama mutlaklaştırmayan, devleti de değiştirmeyi görev edinen, tabanın kendi öz yönetimine dayalı meşruiyetten kazandıkları hakları uygulayabilmenin örgütlü güçleridir bunlar. İşte meclisler, belediyeler...
Belediyenin bağlı bulunduğu mevzuatı var, yasası var, kanunlarla sınırlandırılmış görev ve sorumlulukları var. Ama bununla birlikte görev ve sorumlulukların, meşruiyetin kazandırdıkları ile değişimi sağlayacak potansiyele sahip. Nasıl? Biz 1999 yılında kent konseylerini ön görüyorduk. Bu, o günün kanunlarında yasaktı. Birçok belediye başkanımız davalık oldu, bu yüzden ceza alan oldu. Sonra 2005 yılında değişen koşullara göre AB’nin Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na imza atan Türkiye, yerel yönetimler reformu ile kent konseyini kendi kanun değişikliğine koymak zorunda kaldı. Kaldı ki Türkiye, 1994 yılında imzaladığı bu Şart ile bütün bunları uygulayabileceğinin taahhüdünde bulunmuştur.
Sizin demokratik özerklik projeniz ile AB’nin Yerel Yönetimler Özerklik Şartı nasıl benzerlikler arz ediyor? Türkiye’de tümüyle uygulanması durumunda projeye nasıl kolaylık sağlar?
AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, günümüz siyasal krizinin çözümüne önemli bir referanstır. Biz bunu referansalıyoruz. Bu Şart’tan çok daha ileri düzeyde bir siyasal söyleme ve modelede sahibiz ama o referans bizim söylemimizin meşruiyeti açısından kolaylaştırıcı bir boyuttur.
AB, bizim de katılmayı esas aldığımız sınırlar, uluslar üstü bir birlikse, Türkiye o birliğe tabi olmak isteyen bir ülke ise, kendini o birliğin esaslarına, siyasal kriterlerine uygun yeni bir idari ve siyasal yapıya evirmesi kaçınılmazdır. Aslında biz bu anlamıyla devletin yapması gerekeni kolaylaştıran, bir anlamda katalizör rolünü de oynuyoruz.
Bu Şart’a Türkiye’nin çekince koyduğu maddeler neler?
Bu şartın 20 civarında maddesi var. Türkiye işte bazı maddelerin şıklarına çekince koymuştur. Bunlar da daha çok farklılıkları ön gören, savunan, farklı inançlara, kimliğe, kültüre vurgu yapan maddelerdir. Bölünme korkusuyla bu şartlara çekince koymuştur. ‘Eğer Türkiye de uygulanırsa bölüneceğiz’ korkusuna kapılmıştır.
Kürt mücadelesinden duyulan bir korku...
Evet o korkudur, ona bir tedbirdir. Onu engelleme çabasıdır. Ama dünyada federasyon ile yönetilen Almanya, Hindistan, ABD ile özerk yapılardan ibaret İtalya, İspanya varken ve onlar bölünmemişlikleriyle önemli dünya ekonomik potansiyellerine sahip, ileri, demokratik ülkeler olması ortadayken, Türkiye’nin çekince koyması anlaşılır değil. Bugün Türkiye yirmi gelişmiş ekonomik ülkeden birinin gücüne sahipse, bunlar içinde 18. yerdeyse aslında bu ve benzeri uygulamalarla dünyanın önemli söz ve ekonomik gücünü sahip ülkesi konumuna gelme şansı vardır. Bunu halktan esirgemek de en azından bir devletin görevi olmasa gerek.
Türkiye’deki özerklik projesine önyargılı bir yaklaşım görülüyor. Çok anlaşılmıyor mu, siz mi anlatamadınız?
Doğru, ikisi de mümkündür. Ama Kürtlere, sistemin ve sistemden beslenen siyasal aktörlerin bakışı tamamen subjektiftir. Kürt deyince ayrılıkçı, bölücü ve terörist akıllarına geliyor. Bu yüzden söyleyecekleri her şeyin dikkate değer olmadığı gibi subjektif yaklaşımlar, mahkum edilmesi gereken düşüncelerdir. Gerçi bu yeni bir şey değil. Osmanlı da Kürdistan coğrafyasından bahsedilirken, 90 yıllık cumhuriyet tarihinin çözemediği, süpürge ile halı altına süpürülen sorunun yeniden gün yüzüne çıkmasıdır. Aslında Kürtler Türkiye açısından önemli bir dinamik. Türkiye’yi bölen, parçalayan değil Türkiye’ye dinamizm katan, onun da değişimini hızlandıran bir katalizör görevi göreceği açık. Ama bunu egemenlerimiz görmek istemiyor. Türkiye’nin savaşa aktardığı milyar dolarların geriye dönüşümünü kazanmak bir yana ortaya çıkan ötekileştirme, ayrıştırma yerine kardeşleşmenin, barış içinde farklılıkların birarada yaşayabilme fırsatını tanıyabilecek önemli bir proje bu.
Kürtler dışında Türk halkı başta olmak üzere diğer Türkiyeli halklara projeyi nasıl taşıracaksınız?
Biz BDP olarak referandumu ve sonrası genel seçimi fırsat bilerek, bu projeden ne anlaşılması gerektiğini, Türkiye halklarına kazandıracaklarını, artılarını, savaşın sona erdirilmesi sonucunda yoksulluğun, açlığın, sefaletin giderilebileceğini, refah toplumuna kavuşulması açısından önem arz ettiğini anlatmak durumundayız. Bununla da yetinmeyeceğiz. Darbe sonrası dünyanın dört bir tarafına savrulan devrimci, ilerici, Kürt şahısların, uluslararası diasporadaki sesi, yankısı her gün kulaklarımızda çınlıyor. Demokratik bir ülkede, demokratik özerk bir Kürdistan Türkiye’ye kazandıran bir projedir. Bunun altını doldurup, işlemek de bizim görevimiz olacaktır.
Bu proje toplumu kaosa sürükleyen bir uygulama değil aksine çözümü esas alan çözümden insanın mutluluğunu, özgürlüğünü sağlayacak bir mekanizmaya, araca da dönüştürmek istiyoruz. Bu yönüyle de siyaseten öncelikle bunun propagandasını, bize kazandıracaklarını özellikle ezilenler, yoksullar, emekçiler dediğimiz Türkiye halklarının öteki yüzüne anlatmamız gerekiyor. Bu anlamda pratikte fiili uygulamaların yanında onun siyasal argümanlarını, dilini, tarihin o gelişmişliğine denk düşen, onunla çelişmeyen, onu da hızlandıran bir ilişkiyi de sürdürmek istiyoruz.
Demokratik Özerklik projenize Avrupa Birliği yetkilileri nasıl yaklaşıyor?
Yeri geldiğinde bizim yeri geldiğinde onların ziyaretleri sırasında modele ilişkin düşüncelerimizi ifade ettik. Bu konuya yabancı değiller. AB’nin yaklaşımı, Türklerden duyduğumuz refleksin abartılı ve biraz da olumsuz olanına karşı daha olumlu ve destekleyici hatta bizi teşvik edici özellikte. Nihayetinde AB’nin birlik felsefesi de budur. Biz de AB’nin ekonomik birlik yerine demokratik birlikteliğine önem atfediyoruz.
Demokraki ortak vatanda, demokratik cumhuriyette birlikteliği esas alıyorsa, ulus üstü birliktelikleri insanın evrildiği, bu anlamıyla AB üst kimliğinde kendimizi de ifade edebileceğimiz bir demokratik haklar birliğini savunuyorsa, o açıdan AB’ye katacağımız, onların deneyimlerinden kazanacaklarımızın olduğunu kabul ediyor, Onların da değerli desteklerini alıyoruz.
Ancak resmi düzeyde bir destek ve çaba göremiyoruz...
Bugün itibariyle resmi noktada bir çabaları olduğunu söylemek mümkün değil. Gerçi 2002 Kasım’ından-2009 sonuna kadar AKP’ye ciddi düzeyde destek veren, kredi tanıyan, onun Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından önemli bir siyasal aktör olduğu tespitinde bulunan bir Avrupa’dan bahsediyoruz. Bunun karşında PKK üzerinden bir bütün olarak Kürtleri potansiyel suçlu gören, terörize ederek, meşru taleplerini bastıran AKP ve devleti esasına alan bir AB’den bahsediyoruz.
Ama giderek sorunun askeri ve siyasal operasyonlarla çözülemeyeceği tespiti ve gerçekliği Avrupa’yı da bir kez daha kendisine döndermiş bulunmaktadır. Sorunun AKP’nin de taraf olduğu askeri operasyonlarla çözüme kavuşmayacağı gerçeği, artık AB’de de dile getirilen, tartışılan bir konu olmuştur. Kaldı ki 2014 katılım takvimine göre her geçen gün Türkiye’yi sıkıştıran, kısa süreye sığdırması gereken onlarca devasa reform paketi söz konusu. AKP ya değişecek, bu temel talepleri kabul edecek ya da tarihin deviniminin dışına ötelenen, atılan bir siyasal aktör olmayla karşı karşıya kalacaktır.
Bu açıdan BDP olarak, yarın-öbür gün değilse bile yakın zamanda Avrupalı dostlarımızın da, demokrasilerinin temel değerlerine bağlı olarak Kürtlerin var olan meşru taleplerini görmezden gelemeyeceklerini, tam da Avrupa’nın halkların demokratik birliği felsefesine denk düşen taleplerinin, Kürtlerin meşru talepleri ile örtüştüğünü göreceklerini umud ediyoruz..
DENİZ BİLGİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder