Yakın dönem Türkiye tarihi içerisinde en ciddi kırılma noktalarından
biri şüphesiz Türk ordusunun 2008 yılının başında Zap’a yönelik
düzenlediği ve Güneş Operasyonu olarak adlandırılan kara harekâtında
aldığı yenilgiydi. 21 Şubat günü başlayan operasyon 29 Şubat günü geri
çekilmiş fakat esas etkilerini bu tarihten sonra yapmıştı.
1999 yılı
2 Ağustos tarihinde Kürdistan gerillalarının sınır dışına çekilmesi
ardından başlayan ve 1 Haziran 2004 tarihinde sona erdirilen tek yanlı
ateşkes, 2005 yılında yükselen ve Türk ordusu ile devletini oldukça
daraltan bir sonuç yaratmıştı. Kürt sorununa yaklaşımda klasik inkâr ve
imha politikasından şaşmayan iktidarlar geçen bu süreci sorunun
demokratik barışçıl bir çözüm doğrultusunda kullanmak yerine
uluslararası komplonun zayıflattığını düşündükleri Kürdistan Özgürlük
Hareketi’ni tamamen tasfiye etmede kullanmayı daha uygun gördüler.
Bu
şüphesiz yanlış bir hesaptı. Uluslararası komplocu güçler 9 Ekim
komplosuyla imha edemedikleri Sayın Öcalan’ı 15 Şubat komplosuyla
Türkiye’ye teslim ettiklerinde iktidarda bulunan Ecevit hükümeti daha
komplonun ilk günlerinde, belirsizliğin en üst safhada olduğu bir
dönemde PKK ve lideri Öcalan’a karşı başarısız olmuştu. PKK’nin 93
yılında başlattığı yeni stratejik yaklaşım, yani Kürt sorununa
demokratik barışçıl bir çözüm yaratma hedefi ekseninde yaşadığı değişim
ve dönüşüm, kendi sistemini ve yapısını buna göre yeniden yapılandırma
hedefi uluslararası komploya rağmen İmralı sistemi içinde her türlü
olumsuzluklara rağmen Öcalan tarafından başarıya ulaştırılmıştı.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’ne sunulan savunmalarıyla PKK’nin yeni
ideolojik, felsefi çizgisini, teorik düzlemini yaratan Öcalan PKK’nin
uluslararası komployla engellenme girişimlerini, Kürt sorununa
demokratik barışçıl çözümde yeni bir algılayış yaratarak sekteye
uğratmış, bunun sonucunda dönemin Ecevit başkanlığındaki üçlü koalisyon
hükümeti yenilmişti. Komplocu güçlerin verdiği çürütmeye dayalı sistemi
iyi yürütemeyen Ecevit en güçlü olduğunu düşündüğü bir dönemde
görevinden düşürülmüştü.
Ecevit hükümeti yerine düşünülen ve
Türkiye’nin gelmiş geçmiş en Amerikancı hükümeti olan AKP bu rolü ve
misyonu üstlenen yeni güç olmuştu. Daha bir parti dahi olmamışken
iktidarı onaylanan AKP İmralı sisteminin yeni bekçisi, gardiyanı
görevine getirilmişti. 2002 Kasım seçimleri ardından Öcalan tarafından
Kürt sorununa yaklaşımını netleştirmesi için üç ay mühlet verilen AKP
hükümeti kapıdaki Irak işgalini fırsat bilerek bu konuda klasik devlet
politikasının izlenmesinin kendi iktidarı için daha uygun olacağını
düşündü ve üç ayı heba etti.
Bu yetmiyormuş gibi PKK’yi içten
çökertme planlarına uygun olarak 2003-2004 yıllarındaki iç
tasfiyeciliğin gelişiminde önemli rol oynadı. İmralı’daki Öcalan’ı
tecritle sınırlandıran, dışarıdaki örgütü de iç mücadeleyle parçalamaya
çalışan AKP hükümeti her iki cepheden de yenilgiyle ayrılmak zorunda
kaldı. 2004 yılına gelindiğinde artık ne İmralı üzerindeki tecridin, ne
de PKK içindeki bir parçalanmanın yaratılamayacağı anlaşılmıştı. Bu imha
politikaları karşısında 1 Haziran tarihinde Kürt hareketi tarafından
alınan direniş kararı AKP’nin daha da sistem içileşmesine, toplumları
kandırmak için öne sürdüğü mağduriyet tezlerinin gerçek dışılığını
ortaya çıkartmıştı.
2005 yılında Kürt hareketinin ideolojik,
örgütsel, toplumsal ve askeri alanda girdiği hamleler, 2005 Newroz’un da
Demokratik Konfederalizm’in ilanı ve halkın sahiplenişi AKP’nin Kürt
hareketi karşısındaki zayıflığını arttırmıştı. Bu çerçevede geliştirilen
yeni imha konseptleri 2006 yılıyla birlikte devreye konulmuştu.
Temmuz
2006’da, Gül’ün başkanlık ettiği Terörle Mücadele Yüksek Kurulu
Toplantısında Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’ı hedefleyen yeni bir
imha planı karar altına alındı. İki günlük TMYK toplantısında alınan
karar hem hükümet hem de genelkurmay tarafından onaylanmıştı. Tansu
Çiller’in oluşturduğu listenin benzerinin oluşturulduğu bu toplantıda
zehirlenme yöntemi de netleştirilmişti. Bu çerçevede MHP’ye yakınlığıyla
bilinen bir firma Öcalan’ın tutulduğu hücrenin boyama ihalesini alacak
ve boyaya zehir katarak zamana yayılmış ve kronik bir hastalığın
yarattığı bir ölüm izlenimi bırakacak tarzda yok edilecekti.
2007
yılı başında PKK’nin bu zehirlenme oyununu deşifre etmesi planları bir
kere daha boşa çıkartmış, Kürt halkının ve PKK’nin direnişi Türk
devletinin imhacı yüzünü tüm uluslararası kamuoyuna göstermişti. Kürt
halk Önderi’nin imhasının zora girdiği dönemlerde bu sefer Kürdistan
gerillalarına yönelik harekâtlara hız verildi. 2007 yılı başında dönemin
genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt sınır ötesi operasyonu Türkiye
gündemine getirdi.
Hedef olarak sınır ötesi gösterilse de Kuzey
Kürdistan sınırları içinde bulunan tüm gerilla alanlarına yönelik imha
operasyonları daha yılın başından itibaren düzenlenmeye başlamıştı.
Botan başta olmak üzere tüm Kürdistan dağlarında gerillanın tasfiyesini
hedefleyen saldırılar yılsonuna dek aralıksız bir şekilde sürmüştü.
Zaten hedef sonbahara kadar kuzeydeki gerilla etkinliği kırmak, daha
sonra da anakarargahı imha etme amaçlı sınır ötesi operasyon
düzenlemekti.
Bu arada tabii ki 2007 yılında legal siyaset ve Kürt
örgütlülüğü de ciddi bir baskı altına alınmıştı. 22 Temmuz seçimlerinden
güçlü çıkan Kürt legal siyasi hareketi ırkçı, şoven dalganın etkisiyle
neredeyse linç altında yaşamaya mahkûm kılınmıştı. Bir müddet sonra da
DTP’nin kapatılma davası, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının
kaldırılmasına yönelik girişimler, DTP bürolarına yönelik saldırılar
gelişmişti.
Sınır ötesi operasyona izin veren tezkerenin geçmesi, 5
Kasım Bush-Erdoğan görüşmesi, hemen ertesi günü Medya Savunma
Alanları’nda Amerikan keşif uçaklarının istihbarat toplaması, 16
Aralık’ta Kandil’den Zap’a dek tüm alanlara yönelik hava bombardımanı
tansiyonu oldukça yükseltmiş, imha dışında herhangi bir yol
bırakılmamıştı.
Şüphesiz bunun karşısında Kürt Özgürlük Hareketi de o
zamana dek hazırlanan en kapsamlı direniş hamlesi olan Êdî Bese
hamlesiyle bu imha saldırılarına cevap vermek istemişti. Bu direniş
Kürdistan gerillalarının Oramar eylemiyle büyük güç kazanmış, Türk
ordusunun Gabar’da aldığı büyük darbe ardından adeta şok yaratmıştı.
Zap
operasyonuna böylesi bir süreç sonucunda gelinmiş, adeta bir ölüm kalım
savaşının yaşandığı zamana denk gelmişti. Türk ordusu hem PKK’nin bahar
hamlesini engellemek hem de gerillaları hazırlıksız yakalama amacıyla
operasyonu kış sonuna denk getirmesiyle avantaj elde edeceğini
düşünmüştü. 20 Şubat günü tüm gün süren hava bombardımanı ardından Türk
ordusu 21 Şubat sabahı kuzeyden 3 cephe şeklinde güneye inmek, güneydeki
yerleşkelerinden de ağır, zırhlı araçlarla Zap’ı kuşatmaya almak
istemişti. Güney Kürdistan’da bulunan askeri üslerindeki hareketlilik
halkın direnişiyle boşa çıkmış, daha ilk gün darbe almıştı. Gerillalar
da Çiyayê Reş mıntıkasında binlerce askeri durdurmuştu. Üçüncü gün
Çemço-Şamke hattından ilerleyen ikinci ordu kolu da durdurulmuş,
dördüncü gün ise Şikefta Birîndara hattındaki ordu birliği
sıkıştırılmıştı. Daha beş gün dolmadan Türk ordusu güneye girdiğine
pişman olmuş, çıkış yolları aramaya başlamıştı.
Tüm devlet
yetkililerini adeta şoke eden bu gelişme Türkiye siyasetinde şüphesiz
bir dönüm noktası olmuştu. Yok, etme, bitirme hedefiyle yola çıkan ordu
Ankara’da geri çekilmeyi, yani kaçmayı bir başarı olarak ilan etmişti.
Milliyetçi cephe başta olmak üzere tüm ırkçı, şoven kesimler orduyu
yerden yere vurmaya, bu harekâtın sorumluluğunu üstlenen hükümete da
hesap sormaya başlamışlardı.
Operasyonda Türk Kara Kuvvetleri
Komutanı olarak görev yapan İlker Başbuğ’un bugün terör örgütü kurmakla
suçlanması da içinde olmak üzere son yıllarda Ergenekon, Balyoz ve
benzeri davalardan onlarca generalin, subay ve askerin yargılanması
şüphesiz ordunun Zap’ta aldığı yenilginin bir sonucuydu. Her ne kadar
Erdoğan hükümeti askeri vesayeti bitirme olarak adlandırdığı bu sürecin
başarısını kendi hanesine yazmaya çalışsa da bu duruma yol açanın
gerillaların başarısı olduğu ortadadır.
Bunun dışında tabii ki
operasyonun farklı sonuçları da vardı. Kürt halk önderinin zehirlenmesi
olayının açığa çıkması ardından Kürt halkının bağımsız bir heyetin
incelemelerde bulunmak üzere İmralı’ya gitmesi talebi ardından adaya
heyet gönderen CPT, aylarca açıklamaktan kaçındığı raporunu hemen
operasyon ardından açıklamak zorunda kalmış, zehirlenme olayını doğrular
tarzda belirlemelerde bulunmuştu. Yine çeşitli bahanelerle
yaptırılmayan avukat ve aile görüşleri operasyonda alınan yenilgi
ardından düzenli bir periyot izlemişti.
Yine operasyon öncesinde
aşiret reisi, korucular gibi tanımlamalarla hitap edilen Güney Kürdistan
parti liderleri Türkiye tarafından tanınmak, federe Kürdistan bölgesi
üzerindeki politikalar değişmek zorunda kalmıştı.
Tabii en önemli
sonuç olarak Kürt halkı arasındaki ulusal birlik ruhunun gelişimin
göstermek yanlış olmayacaktır. Zap operasyonu tüm Kürtlerle Türk devleti
arasındaki bir savaş olarak yaşanmıştı. Güney halkının Türk tanklarını
durduruşu, diğer üç Kürdistan parçasındaki refleksler bu birlik ruhunun
temellerini atmıştı. Kürt’ü Kürt’e kırdırma politikasına araç kılınmaya
çalışılan Zap operasyonunda gerçekleştirilen direniş korunanın salt
Kürdistan gerillalarının, HPG’nin anakarargahı olmadığını, tüm Kürt
kazanımlarının korunması savaşı olduğunu göstererek Kürt birliğinde
önemli bir aşama, dönüm noktası rolü oynamış oldu.
Şüphesiz bu
operasyonun daha birçok direk ve dolaylı sonucu da oldu. Askeri, siyasi,
diplomatik, ekonomik sonuçları da ayrıca değerlendirilmeyi
gerektiriyor.
Kürdistan gerillalarının yenilmezliğini ispatlayan Zap
direnişi bir dönemin imha ve inkâr sistemine karşı büyük bir başarının
adı olarak tarihteki yerini koruyacak gibi görünüyor. Bunun karşısında
operasyona neden olan zihniyetin değişmediğini, her yeni gün daha farklı
yöntemlerle inkâr ve imha amaçlı saldırıların geliştiğini de unutmadan
eklemek gerekir. Bu anlamıyla Zap direnişi halen sürüyor ve 2012 yılı
içinde bu direnişin son hamlelerinin geleceğini bekleyebiliriz…
Umut Yeniçağ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder