30 Ağustos 2010 Pazartesi

Referandum: Diktatörlük için Kaldıraç


AKP iktidarı, darbe plan ve teşebbüslerinden, kontr-gerilla artıklarından gölgesi kendisinden büyük bir Ergenekon heyulası yarattı. Medyasıyla, partisiyle neredeyse her taşın altında Ergenekon izi arar oldular. Her yeri, herkesi dinlediler. Toplum hem komplo ve entrikanın hem de güvencesizlik ve korkunun egemen olduğu siyah bir gökyüzü ile kuşatıldı. Bu kuşatma içinde zihni de bükülmeye başladı. Yaratılan egemen zihniyet adeta bir mıknatısın demir tozlarını çekmesi gibi farklı olanı kendine çekip eklemliyor. Sınıf ve devlet kavrayışı körelmiş bir kısım sosyalist de bu çekim alanında. Halka karşı işlenen suçlardan hemen hemen hiçbiri yargı önüne getirilmediği halde davanın darbeci ve kontracılardan devleti arındırmak için açıldığına ve buradan bir demokratikleşme çıkacağına inanıyorlar. Oysa, davanın, TSK’yi, yargıyı teslim almak ve böylece iktidarı tekelleştirmek amacına hizmet ettiği, savcıların YAŞ kararlarına müdahale etmesiyle de bir kez daha kanıtlanmış oldu. Yani, başından beri iktidar mücadelesinin temel bir aracı olarak işlev görüyor.

DEVLETİN İSLAMİ SURETTE YENİDEN-BİÇİMLENİŞİ
 
Gerçekte, bu çatışma dolayımıyla devlet yeniden biçimlendirilmektedir. Ancak bu yeniden biçimlenme (Anadolu sermayesi denilen) post-modern burjuvazinin İslami ideoloji vasıtasıyla sağladığı toplumsal hegemonya ile devletin fethine yöneliktir. Yani bu, burjuvazinin dünya görüşü aynı olan herhangi bir fraksiyonunun, zaten burjuva olan bir devleti ele geçirmesi demek değildir. Daha somut olarak, devletin yeniden biçimlenişi burjuva surette değil, İslami surette olacaktır, olmaktadır. Önemli olan nokta, taban örgütlenmesi cemaatlere dayanan post-modern–burjuvazinin ideolojik ve kültürel bakımdan pre-modern ve post-modern ögeleri temsil ediyor olmasıdır. Cemaat örgütlenmesinin İslami ilke ve kurallara dayandığı, dolayısıyla, bireyselliğin ancak sermaye hareketleri alanında geçerli olduğu görünür bir olgudur. Post-modernizmin eklektik bir karakteri olduğu bilinir. Bu burjuvazinin ideolojik vizyonu söz konusu olduğunda, siyasal İslam, doğrudan görünür olmamakla birlikte içkin olarak farklı ögeler arasında eklemleme ilkesi olarak iş görür. Tarihsel bakımdan önemli bir öge ise yeni-Osmanlıcılıktır.  Bu öge, dış politikada, özellikle Batı’da “eksen kayması” endişesine yol açacak ölçüde öne çıkarken siyasal İslamın yerlileştirilerek özümsetilmesinde de avantaj sağlamaktadır. O nedenle, bazı liberal yazarların yaptığı gibi, İslami cemaatleri sivil toplumla, siyasal İslamı muhafazakârlıkla özdeşleştirmek büyük bir aymazlıktır.
Burjuva (Batı) uygarlığı tarihin genel bir fonksiyonu olma özelliğini yitirmekte, kapitalizm gelişme potansiyellerini tüketmektedir. Bu ideolojik açıdan şu anlama geliyor: Burjuvazi, genel bir eğilim olarak, Aydınlanma felsefesinin araçsal aklına dayandırdığı rasyonellerinden de kopuş eğilimindedir. Bu eğilim, emperyalist dönemle birlikte burjuvazinin genel olarak içine girmiş olduğu siyasal gericiliği aşan bir olgudur.  Dünyanın iki kutupluluğu bu eğilimi belirli bir dengede tutuyordu. Ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ‘Pandoranın Kutusu’ açıldı. Siyasal gericiliğe sosyo-kültürel alanlarda genel bir gericileşme eşlik etmeye başladı. Çöküşün ardından ivme kazanan kapitalizmin yeni küreselleşme dalgası ve onun ideolojik aracı post-modernizmle birlikte daha görünür olan bu eğilim, çoğu 3. Dünya ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de siyasal İslamın gelişmesi ve iktidar olmasında elverişli bir ortam yarattı. Sağlı-sollu post-modern liberaller ortamın yaratılmasının etkin destekçileri oldular, bugün de işbirlikçiliklerini belirginleştirerek sürdürmektedirler.

12 EYLÜL FAŞİZMİNDEN ILIMLI İSLAM PROJESİNE
 
12 Eylül faşizminin solun tasfiyesine yönelik İslamcı cemaatlerle zımni ittifakı, din derslerini zorunlu kılması, Türk-İslam sentezini resmî ideoloji haline getirmesi, Özal iktidarının bunu daha ileri boyutlara taşıması, İslami hareketin hem devlet içinde kadrolaşmasını, hem de toplumsal bir güç haline gelmesini sağladı. 1994 yerel seçimlerini kazandıktan sonra “kanlı mı kansız mı” sorusunu gündeme getirdiler. Bu çatışmacı tarz, 28 Şubat müdahalesi ile iktidardan uzaklaşmalarına yol açtı. Bu, onları AKP ve Gülen cemaati ile birlikte ve emperyalizmle işbirliği içinde kaleyi içten fethetme stratejisine yöneltti. Yine 12 Eylül’ün ürünü olan seçim barajı sayesinde tek başına iktidar oldular. 27 Nisan e-muhtırası ise, onlara mağduriyet üzerinden hem daha geniş bir toplumsal destek sağladı hem de yeniden bir çatışmacı tarza dönüş fırsatı verdi. Tabii ABD ve AB’nin desteği ile. Görüldüğü gibi darbe ve muhtıraların beslemesi olan bu hareket, parlamenter çoğunluğa dayanarak, devletin yapısını, İslami esasları referans alarak yeniden-üretmektedir. Bu yeniden-üretim, yeni stratejinin gereği olarak, biçim ve içerik arasında çelişki yaratarak, yani içeriği değiştirerek sürdürülmektedir. Bu süreç işledikçe iktidarın otoriter eğilimleri de tek-parti diktatörlüğü modeline uygun bir tarzda artıyor. Anayasa referandumuyla da yeni bir stratejik aşamaya geçilecektir.
Devletin yeniden biçimlendirilmesi ve yeni anayasa paketi bir sivilleşme ve demokratikleşme olarak lanse edilirken, iktidar, evet lehine her türlü baskı ve hileye başvurmakta, KESK ve YARSAV gibi emekçi ve mesleki örgütleri, hatta sermayenin öbür tarafı, TÜSİAD’ı tehdit edelebilmektedir. Kaldı ki, söyleminden başka demokratikleşmenin emaresi bile yok. YÖK ve yüzde 10 seçim barajı yerinde duruyor. Yüksek yargı organlarının tamamı ele geçirilmek isteniyor. Özelleştirmelere karşı yargıya başvurma hakkı toplumun elinden alınıyor.
O halde bu ikiyüzlülük niye? Tarihteki benzerleri gibi, İslamcı sermaye sınıfı da, eski iktidar bloğunu değiştirme ve bunun için gerekli hegemonyayı tesis etme süresince demokrasi söylemlerine ihtiyaç duymaktadır. Egemenliğini garantiledikten sonra bu söylemlere de, onları ödünç aldığı liberallere de ihtiyacı kalmayacaktır. Dolayısıyla, ABD’nin, radikal İslami, “ılımlı İslam” projesini (BOP) yayarak önleme stratejisi, model ülke seçilen Türkiye’de laik sistemi tasfiye etmek suretiyle hedefe ulaşıyor. Dolmabahçe’deki sırrın mezara gidecek oluşu ve ordunun hizaya gelişi de bu proje bağlamında anlam kazanıyor.

LAİKLİK/SEKÜLARİZM VE SOSYALİZM MÜCADELESİ
 
Eğer tarihsel materyalizm açısından bakacaksak, Kemalist devrim, meşruiyetini Tanrı’dan alan saltanat ve hilafete karşı aklı ve bilimi referans alan bir burjuva devrimidir. Ne kadarsa o kadar. Kürt halkına yönelik inkârcı, zorla asimilasyoncu politikalarını mahkûm ederken, onun bu yönünü de görmezden gelmek doğru bir tutum değildir. Bu devrimin –tarihsel ileri olan– reformlarını savunmak başka bir şeydir, kurduğu sınıf egemenliği sistemine destek olmak başka. Laikliği özgürlükçü bir içerikle savunarak ikisi arasındaki çizgi net bir şekilde çizilebilir. Laiklik ve daha da önemlisi toplumsal alandaki sekülerleşme (dünyevileşme), burjuvazinin devrimci döneminin, ama sadece burjuvazinin değil, proletaryanın da feodallere ve kiliseye karşı mücadelelerinin ürünleridir. Ve bu ikili, düşünce özgürlüğünün temelidir. Sekülarizmin yok edildiği bir ortamda gerçeklik kavramı da yok olur.
Bu nedenle, laikliğin Kemalist uygulamasının eleştirisi, onu bütünüyle ortadan kaldırmaya yönelmiş, doğası gereği aklın ve bilimin reddiyesi olan siyasal İslama karşı hayırhah bir tutum almayı asla haklı çıkarmaz. Aksine bu varlık koşulumuzun ortadan kaldırılması demektir. Sekülerleşme yalnızca gerçekliği kavrama ortamımızı sağlamakla kalmaz, kadının özgürleşmesinin de bir önkoşuludur. Gericiliğin, kadını burjuva erkek-egemenliğinden de daha geriye götürdüğü apaçık ortadadır. Bu nedenledir ki, sosyalizm mücadelesi aynı zamanda gericiliğe karşı mücadeledir. Dolayısıyla, laiklik en çok sosyalistlere, kadınlara ve emekçilere lazımdır.

REFERANDUM: DİKTATÖRLÜK İÇİN KALDIRAÇ
 
Şimdi bu çerçevede referandum ne anlama geliyor?
Bu referandumun temel amacı, siyasal islamın hegemonyasını konsolide etmek ve bir ölçüde genişletmek, pratikte MHP ve SP gibi Türk-İslamcı ve İslamcı partilerin kitle tabanını kazanmaktır. Erdoğan’nın propaganda stratejisi bunu gösteriyor. Böylece 2011 seçimleri de garanti edilecek. Özellikle MHP’ye yükleniyor. Onu CHP’nin kuyruğunda göstermesinin nedeni bu. İslami ideoloji ekseninde bir ayrıştırmadır bu. Amacın bu olduğunu 12 Eylül’e methiyeler düzmüş Fethullah Gülen’in mezardakilere bile evet oyu kullanmak için davetiye çıkarması da gösteriyor.
Bu referandumda oylanacak olan ne? Yargının yürütmeye tâbi olmasının yolunu açmak. Böylece burjuva siyasal düzenin temel ilkelerinden biri olan kuvvetler ayrılığı ilkesini işlemez hale getirmek. Kamu çalışanlarına grev özgürlüğü mü var? Tam tersine, toplugörüşme yerine, toplusözleşme terimini koyarak aslında uluslararası yasalara dayanarak kullanılabilecek bir hakkı anayasal düzeyde engellemiş oluyor. Yoksa Anayasanın 15. Maddesini değiştirip 12 Eylül darbecilerine yargılama yolunu mu açıyor? Peki ama zaman aşımına karşı güvence koyulması önerisini reddeden de AKP değil mi? “Yetmez ama Evet” denilen bu mudur? Buna Hayır dediğimizde mi “solu sol yapan değerleri inkâr etmiş” olacağız? 15. maddenin, hem darbe karşıtlığı sahtekârlığını yutturabilmek, hem de solun hiç değilse bir kısmını yanına çekip, bir kısmını da pasif bir tutuma itmek için bir joker olduğunun farkında olmamak TUDEH körlüğü müdür acaba?
Boykota gelince... Bu koşullara uygun düşen bir “taktik” olmadığını boykotçu arkadaşlar da bilirler. Yine de, E. Yıldızoğlu’nun, Lenin’in taktik anlayışını özlü bir şekilde hatırlatan yazısı faydalı olmuştur. (bkz.www.sol.org.tr 19.8.2010) Bu anlayıştan baktığımızda, ortada boykot taktiği ile devrimci bir sıçramaya yönlendirilebilecek yükselen bir kitle hareketi yok. Bu nedenle, boykotun politik bir faydası olmayacak. Kürt hareketini özgüllüğü açısından ayrı tutarak söylüyorum. Onların boykotunun bir pazarlık taktiği içerdiği anlaşılıyor; şimdiden etkili olduğu da söylenebilir. Mesele “sermayenin iki cephesinden birinde yer almamak, onların kayıkçı kavgasına katılmamak”ise, Kürt özgürlük hareketinin boykotunu desteklemek daha kayda değer bir tutum olabilirdi. Ama karşı karşıya olduğumuz şey, sermayenin eski ve yeni bileşenleri arasındaki çatışmadan ibaret değildir yalnızca. Mesele, sivilleşme-demokratikleşme aldatmacasıyla, bu çatışmayı İslami bir rejimle/faşist bir düzenle aşma meselesidir.
“Bir burjuva devletinde, yürütmenin gücü ne kadar sınırlandırılmış, ne kadar geniş bir denetim ağıyla sarılmış olursa, emekçilerin rejimin içindeki haklar alanının o denli genişleyebileceği neredeyse bir fizik yasası hükmünde.”(E. Kürkçü) O halde, kabul gördüğü takdirde bir diktatörlüğe yol açacak referanduma hayır demek bu hükmün gereği değil midir?
Referandum diktatörlük için bir kaldıraçtır. Bunun için Hayır!
MEHMET ÖZGEN/Birgün

Hiç yorum yok: