31 Ağustos 2010 Salı

1 Eylül'ün şafağında savaş ve barış


Barış denilince akla ilk gelen beyaz güvercin ve zeytin dalı olur. Bu simgeselliğin kökeni Nuh Tufanı'na dayanır. Mitolojik düzlemde ilk savaş ve barışın tanrı (doğa) ile insan arasında yapıldığı rivayet edilir. Tanrı (doğa) ile insan arasındaki savaş ve barış hali en çarpıcı biçimiyle Nuh Tufanı'nda ifadesini bulur.

Şöyle ki, tanrı Nuh Peygamberi insanların kendisine itaat etmesini sağlamak için görevlendirir. Nuh, insanları doğru yola, tanrının yoluna davet eder. Bunun için olağanüstü bir çaba sarf eder. Ancak ne var ki, insanlar tanrının buyruklarına uymayı ve ona itaat etmeyi kabul etmezler. İnsanların kendisine itaat etmediğini gören tanrı çok öfkelenir ve bu davranışlarından dolayı onları cezalandırmak ister. İnsanları büyük bir tufanla cezalandırmayı planlayan tanrı, Nuh'u bu durumdan haberdar eder. Nuh son bir kez daha insanlara seslenerek tanrının emirlerine, yasalarına göre hareket etmelerini, aksi takdirde tanrının gazabına uğrayacaklarını salık verir. Fakat insanlar Nuh'un bu sözlerini de umursamazlar.

Henüz tufan başlamadan ağaçlardan büyükçe bir gemi yapan Nuh, yanına seksen hayvan türünden birer çift ile sekiz insan alır. Gemideki mürettebatıyla birlikte tufanın başlamasını bekler. Tufan büyük bir şiddetle yeri göğü inleterek başlar. Bütün yerleşim birimleri ve tüm insanlar sular altında kalır. Bir tek Nuh ve mürettebatına bir şey olmaz. Bunun dışındaki her şey tuzla buz olur. Tufan diner. Lakin Nuh bundan tam olarak emin olamaz. Gemisi okyanus büyüklüğündeki bir su birikintisinin ortasında durur. Nuh etrafta herhangi bir kara parçasının olup olmadığını ve tufanın tam olarak durup durmadığını anlamak için önce bir kırlangıcı peşinden de bir kargayı uçurur. Her iki kuş da etrafta herhangi bir kara parçası olduğuna dair bir belirti bulamadan gemiye geri dönerler. Bunun üzerine Nuh aynı amaçla beyaz bir güvercini gönderir. Nuh'un görevlendirdiği beyaz güvercin ağzında bir zeytin dalıyla gemiye geri döner. Böylece Nuh, tufanın sona erdiğini, etrafta büyük bir kara parçası olduğunu öğrenir ve yanındaki canlılarla birlikte karaya iner.

Nuh'un karaya inişiyle birlikte tanrı ile insanın yeniden barıştığı rivayet edilir. Yani tanrı ile insanın ilk savaşıyla başlayan bu mitos aynı zamanda tanrı ile insan arasında tekrardan bir mutabakatın, bir barışın gerçekleştiğini yansıtır. Görüldüğü gibi, her savaşın bir barışı vardır söylemi bu mitosta da işler. Savaş ve barış ikileminin mitolojik düzlemde böylesi tarihsel bir arka planı var. Günümüz açısından genelde tüm insanlığın özelde ise Ortadoğu halklarının en sık telaffuz ettiği kavramlardan biri olarak, tüm yakıcılığıyla ihtiyacı en çok duyulan bir olgu olma özelliğini korumaktadır.



TARİHSEL ÇAĞLARDA SINIFLAR

'Barut fıçısı', 'kan deryası', 'belalı coğrafya' diye tabir edilen kadim Ortadoğu coğrafyasında, baskının, şiddetin, sömürünün ve savaşın en yoğun, en trajedik biçimlerinin yaşandığı günümüzde, en çok özlemi duyulan fakat bir o kadar da kendisine yabancı ve uzak kalınan bir olgunun adıdır barış. Evrensel bir niteliğe ve değere sahip olan barış olgusu bugün itibariyle egemenler tarafından Ortadoğu somutunda özünden, gerçek anlamından boşaltılmış sükse bir kavram, ağızda çiğnenip atılan bir sakızdan öteye bir anlam ifade etmez. Burada şunun altını çizmekte yarar var; barış olgusu sömürücü-tahakkümcü egemen sınıfların çıkarlarına, dolayısıyla doğalarına en aykırı olan olgulardan biridir. Çünkü sömürücü-tahakkümcü güçler yedi bin yıllık hiyerarşik devletçi sınıflı toplum uygarlığını zora, şiddete ve savaşa dayalı olarak inşa etmişlerdir. Yani sınıflı toplum uygarlığının kök hücresinde zor ve şiddetin kurumsallaştırılmış hali olarak savaş vardır. Zor, şiddet, savaş kültürü sınıflı uygarlık sisteminin temel besin kaynağıdır.

Devletçi sistem yedi bin yıldır kök hücrelerini oluşturan bu kaynaktan beslenmektedir. İşte bu gerçeklik bize barışın öyküsünün, şiirinin, ezgisinin henüz yazılmadığını, sanatının edebiyatının henüz yapılmadığını gösterir. Kendi soyunu yiyip tüketen bir canavar olarak sınıflı toplum insanı tarafından şiirselleştirilen, destansal kılınan, yüceleştirilerek kutsiyet atfedilen hep savaş olagelmiştir. Bu durum bir sapma halini, yani ahlaki alandan kopma halini ifade eder. Egemenlerin ideolojik çıkarlarına göre biçimlendirilen resmi tarihin dünden bugüne ki, temel görevi insanlığın ruh, duygu ve düşünce dünyasında yaşanan bu sapmayı maskelemek olmuştur. Tarihe gerçekçi yaklaşılıp doğru okunduğunda resmi tarihin koca bir yalanlar silsilesinden ibaret olduğu fark edilecektir.

İnsanlığın altın çağı olarak değerlendirilen barışçıl doğal toplumun demokratik komünal değerlerinden koparak, savaşçı köleci uygarlık sistemine geçildiği tarihsel süreçten günümüze kadar yapılan hep savaşın edebiyatı, savaşın sanatı olmuştur. Bu aynı zamanda 'eril'liğin dışa vurumudur. Savaş doğayı, tüm ekolojik değerleri tamamen yadsıyarak gelişen ataerkil düzenin vazgeçilmez sihirli iktidar oyuncağı gibi iken, barış doğayla uyumlu, ekolojik ve komünal toplumsal değerlerle bütünlüklü bir birlikteliği yaşayan ana tanrıça etrafında şekillenen anaerkil düzenin saf, masum ve mazlum çocuğu gibidir. Burada dikkat edilmesi gereken husus barışın dişil, savaşın ise eril değerler üzerinden vücut bulduğu hususudur. Kadının barış, erkeğin ise savaş ile özdeşleştirilmesi bu tarihsel-toplumsal rollerden ileri gelir. Kadının düşürülmesi barışın düşürülmesini ifade ederken, erkeğin yüceltilmesi savaşın yüceltilmesini ve kutsanmasını ifade eder.

Bu nedenledir ki, barışı savunan herhangi bir birey, grup, toplum ya da sosyal, siyasal, dinsel bir akım sınıflı toplum ölçüleri ekseninde 'kadınlıkla', korkaklıkla', 'ürkeklikle' ve 'güçsüzlükle' etiketlenir. Dikkat edilirse burada barış ve kadın eşanlamlı olarak korkaklığın, ürkekliğin ve güçsüzlüğün figürleri haline getirilerek sunulmaktadırlar. Savaş ve barış arasındaki bu denklem bile insanlığın ruhsal, duygusal, düşünsel hatta fiziksel açıdan köklü bir sapmaya uğradığını, tüm insani değerlerden kopuşu yaşadığını görebilmemiz için yeterli verileri sunmaktadır. Bu noktada sınıflı devletçi uygarlık sisteminin bin yıllardır insanlığın belleğine (eğitim kurumu ve ideolojik propaganda araçları aracılığıyla) kazıdığı verili geleneksel savaş kültürünün zihniyette değişime uğratılması gerçekliğiyle karşı karşıya kalırız. Verili olanın sorgulanması gerçeği burada karşımıza çıkar.

Sınıflı toplum uygarlığının üç büyük aşamasını ifade eden köleci, feodal ve kapitalist çağlar savaşlarla beslenen, savaşlarla kendilerini var eden sistemler olarak tarihe geçmişlerdir. Tahakküme ve zora dayalı olarak ayakta kalan sınıflı devletçi uygarlığın bu üç aşamasında sayısızca savaş, milyonlarca kitlesel katliam gerçekleştirilmiştir. Bu savaş ve katliamları anlatan binlerce filmin, milyonlarca kitabın olması ve her geçen gün yeni birinin yapılıyor-yazılıyor olması bile durumun vahametini yeterince ortaya koymaktadır.

Özellikle sınıflı toplum uygarlığının modern bilim-teknikle donatılan en gelişmiş aşamasını ifade eden kapitalist sistem, savaşın yıkıcılığını insanlığın ruh ve duygu dünyasına indirgemiştir. İnsan başta olmak üzere kapitalizm yerkürede yaşayan tüm canlı türlerinin doğal yaşam alanlarını kundaklamıştır. Bu yönüyle kapitalist çağ en büyük savaşların, dolaysıyla en korkunç yıkımların, en büyük acıların yaşandığı bir çağ olma özelliğini taşır. İki büyük dünya savaşı, Hiroşima-Nagazaki, Halepçe katliamları, Irak ve Afganistan savaşları bunun en bariz birkaç örneğini oluşturmaktadırlar. Bütün tarihsel, toplumsal, kültürel zenginliklerle birlikte, insana dair tüm ahlaki ve vicdani moral değerleri erozyona, yıkıma uğratarak bencil-tüketici ve hiçbir koşul altında tatmin olmayan doyumsuz-duygusuz mekanik insan tipolojisinin mimarı olan kapitalist sistem, kendi tekeli altında tuttuğu bilim ve tekniği de kullanarak ekosistemi adeta felç etmiştir. Sakat ve hasta kılmıştır. Kendi sınıf ve sistemsel çıkarları doğrultusunda her yere nükleer santraller, hidroelektrik santralleri, büyük sanayi merkezleri kurmuş, nükleer, biyolojik ve kimyasal çaplarda kitle imha silahları icat etmiştir.

Şu bir gerçek ki, insanlık savaş tekniğinde, savaş sanayisinde en gelişmiş aşamayı kapitalizmle tanımıştır. Günümüzde tek bir biyolojik silahla bir ülkenin tüm yaşamsal kaynaklarını (elektrik, su, gıda, sağlık, altyapı vs.) birkaç saat içinde yıkıma uğratacak, işlemez kılacak, yine bir kimyasal silahla birkaç dakika içinde büyük kitlesel katliamlar gerçekleştirebilecek modern teknik donanımlara sahip devletlerin var oluşu ve her türden silahlanma yarışının devam ediyor olması bunun en somut örneklerindendir.

Bugün barış yanlısı hükümetlerin değil, savaş yanlısı iktidarların cirit attığı, barış yanlısı politikaların değil, savaş yanlısı iktidarların hüküm sürdüğü bir coğrafya üzerinde yaşıyoruz. Tarihsel süreç içerisinde Yahudilik, Hıristiyanlık, İslamiyet gibi barış, sevgi ve kardeşliği şiar edinen üç büyük semai dine Zerdüşt, Mani, İsa gibi karakterlere, birçok klan, kabile, aşiret, etnisite ve kültürel topluluğa analık yapmış bu kadim coğrafya, bugün milliyetçiliklerin kışkırtıldığı ve çalıştırıldığı bir savaş merkezine getirilmekle yüz yüze kalmıştır. Kürtlerin yaşadığı bölgede, Filistin'de, Afganistan'da yürütülmekte olan savaşlar bunun ispatı niteliğindedir.

Sinan KÖSE *
* Tekirdağ 2 No'lu F Tipi Cezaevi

Hiç yorum yok: