5 Ocak 2013 Cumartesi

Karayılan: İlk Adımı Devlet Atmalı

İmralı’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’la Kasım ayından bu yana görüşmelerin olduğunu söyleyen KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, “şimdilik bir istişare durumundan söz edilebileceğini” söyledi. Çözüm sürecinin gelişebilmesi için pratik adımları da sıralayan Karayılan, “çok büyük ciddiyete ve sorumluluğa ihtiyaç vardır. Tekrardan birtakım hesaplar çerçevesinde oyalama taktikleri geliştirerek Kürt sorununun çözümünü değil de PKK’nin çözülmesini hedeflemeye dönük amaçlar güden politikalar geliştirilirse yazık edilmiş olur” uyarısında bulundu.

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, İmralı’da Kürt Halk Önderi Öcalan’la görüşmeleri ANF’ye değerlendirdi. “Önder Apo’yla diyaloğun başlatılmış olması çok önemli ve isabetli bir girişimdir” diyen Karayılan, bu girişimi dikkatle izlemek gerektiğinin altını çizdi.

“Bu görüşme ve diyalogların Kürt sorununda bir çözüm sürecine dönüşüp dönüşmeyeceği ancak önümüzdeki günlerde anlaşılacaktır. Şimdilik bir istişare durumundan söz edilebilir” dedi.

Karayılan, Kasım ayından bu yana görüşmelerin olduğu bilgisini de verdi. Bu istişarenin bir çözüm sürecine dönüşebilmesi için atılacak pratik adımları da sıralayan Karayılan, “ilk atılacak olan adım Önderliğin İmralı’daki pozisyonunun değiştirilmesidir. Ve zaten sürecin ilerlemesi için de buna kesinlikle ve kesinlikle ihtiyaç vardır” dedi.

Türk devletinin şiddeti kullanmaktan vazgeçip vazgeçmediğini netleştirmesi gerektiğini belirten Karayılan, “Bu konuda çok büyük ciddiyete ve sorumluluğa ihtiyaç vardır. Tekrardan birtakım hesaplar çerçevesinde oyalama taktikleri geliştirerek Kürt sorununun çözümünü değil de PKK’nin çözülmesini hedeflemeye dönük amaçlar güden politikalar geliştirilirse yazık edilmiş olur. Çünkü bu konu yeterince tahriş edildi ve bir güven bunalımı yaratıldı. Bir kez daha tahriş edecek politik manevra ve tahriklerden uzak durulmalıdır” uyarısında bulundu.

Son günlerin önemli bir tartışma konusu, TC Devleti’nin Sayın Öcalan’la bazı görüşmeler yürüttüğü konusu. Gündemin ana halkasını teşkil eden bu iddialar kamuoyu tarafından da yakından takip edilmekte. Ancak bu görüşmeler, bir uzlaşma veya çözüm değil de, bir silahsızlandırma planı gibi yansıyor. Öncelikle iddia edilen görüşmenin doğruluğunu size sormak istiyorduk ama biraz önce DTK’den bir heyetin İmralı'ya gittiği basına yansıdı. Devlet ile Sayın Öcalan arasında görüşmelerin yapıldığı iddiası doğru mu ve eğer doğruysa bunu yeni bir çözüm süreci olarak değerlendirmek mümkün mü?

Evet, Kasım ayından bu yana bir devlet heyetinin İmralı’da Önder Apo’yla yürüttüğü bir takım görüşmeler vardır. Böyle bir görüşme süreci doğrudur. En son, biraz önce basına yansıyan Ahmet Türk ve Ayla Akat'ın İmralı'ya gidip görüşmüş olmaları elbette ki bu görüşme sürecine daha bir ciddiyet kazandırmıştır. Bu yeni bir boyuttur ve bunu önemsiyoruz. Bu girişimi dikkatle izlemek ve asla küçümsememek gerekiyor. Fakat bütün bunlar yeni bir çözüm sürecinin başladığı anlamına henüz gelmemektedir. Bu görüşme ve diyalogların Kürt sorununda bir çözüm sürecine dönüşüp dönüşmeyeceği ancak önümüzdeki günlerde anlaşılacaktır. Şimdilik bir istişare durumundan söz edilebilir. Yeni bir süreç için daha fazla veriye ihtiyaç vardır. Özellikle AKP hükümetinin tutumu bu konuda önemlidir. Bu diyalog sürecinin bir çözüm sürecine dönüşüp dönüşmeyeceği konusunda hükümetin tutumu kesinlikle belirleyici olacaktır.

Tüm kamuoyunun da bildiği gibi, geçmişte de çok çeşitli zamanlarda yürütülen diyalog süreçleri söz konusu oldu. 1993’ten bu yana çeşitli düzeylerde ve biçimlerde yaşanan bu diyalog süreçlerinden en son olanı, hem İmralı’da hem de Oslo’da, üç yıla yakın bir süre içerisinde sistematik görüşmelerle geçen süreçti. Tüm bu süreçlerin özellikle de en son Oslo ve İmralı görüşme sürecinin sonuç almamasının temel nedeni, devlette ve hükümette Kürt sorununun çözümü konusunda zihinsel bir alt yapının oluşmaması ve bu konuda kesin ve net bir karar almamasının yanı sıra bir çözüm projesine sahip olmamasıdır. Oslo ve İmralı sürecinin sonuçsuz kalmasının temel nedeni budur.

BÜYÜK CİDDİYET VE SORUMLULUĞA İHTİYAÇ VAR

Ancak AKP hükümeti bu görüşmelerin kesilmesi olarak sizi gerekçe gösteriyor…

Türk tarafı tarafından gösterilen diğer gerekçeler gerçek gerekçeler değildir. Gerçek gerekçe AKP hükümetinin bu konuda hazırlıklı olmaması ve karar vermemiş olma durumudur. Onlar daha çok, seçimler öncesi ateşkes dönemlerini geliştirmeyi, bu temelde seçimleri kazanmayı ve iktidara hakim olmada bir aparat olarak kullanmayı esas aldılar. Yani köklü bir çözüm projesine sahip değillerdi. Gerçek budur.

Şimdi eğer TC Devleti adına Başbakan ve AKP hükümeti gerçekten Kürt sorununu çözmeye karar vermişse, elbette ki bu süreç demokratik çözüm sürecine dönüşebilir. Fakat bu konuda olumluya yorumlanacak pek fazla veri yoktur. Pratikte yaşanan yansımalar yeni bir karara gittiği yönünde herhangi bir izlenim bırakmıyor. Yakından izleyen tüm çevreler bunu bilmektedirler. Başbakan’ın daha 2-3 gün önce yaptığı konuşmalar, her gün güçlerimize dönük gerçekleştirdikleri operasyon ve saldırılar, yine KCK adı altındaki soykırım politikalarının pervasızca yürütülmesi, vb. vb. buna örnek olarak gösterilebilir. Diyorlar ki, “bazı ülkelerde hem çatışma olur, hem görüşmeler olur.” Hadi diyelim, öyle olsun; peki o zaman çözüm projeniz nedir? Yani devlet bir politika değişikliğine gitmiş midir, gitmemiş midir? AKP resmen “ben artık Kürt sorununda şiddeti kullanmaktan vazgeçiyorum, kimseyi şiddetle bastırmayacağım, bu sorunu artık diyalogla ve demokratik yöntemlerle çözmeye karar verdim” diyor mu? Başbakan bunu diyebilecek durumda mıdır? İşte bu nokta çok önemlidir.

Şimdi bize “silah bırakılsın” deniliyor. Bir kere bu sorunun çözümünde şiddeti esas alan devletin kendisidir. Sen bir toplumsal kesime karşı sürekli devlet gücünü ve şiddeti kullanacaksın, ondan sonra da “kimse buna karşı ses çıkarmasın, silahlar bırakılsın” diyeceksin. Bu böyle olmaz. Senin öncelikle şiddeti kullanmaktan vazgeçip vazgeçmediğini netleştirmen gerekiyor. Bu konuda çok büyük ciddiyete ve sorumluluğa ihtiyaç vardır. Tekrardan birtakım hesaplar çerçevesinde oyalama taktikleri geliştirerek Kürt sorununun çözümünü değil de PKK’nin çözülmesini hedeflemeye dönük amaçlar güden politikalar geliştirilirse yazık edilmiş olur. Çünkü bu konu yeterince tahriş edildi ve bir güven bunalımı yaratıldı. Bir kez daha tahriş edecek politik manevra ve tahriklerden uzak durulmalıdır. Oldukça ciddi olan bu konu, aynı ciddiyete denk düşen bir tutarlı yaklaşımı gerektiriyor. Açık ki, bir çözüm sürecinin gelişmesi için öncelikle Türk devletinin böyle bir kararlaşmaya ulaşmış olması gerekmektedir.

İLK ADIMI DEVLETİN ATMASI LAZIM

Bununla birlikte ilk adımı devletin atması lazım. Madem devlet ve hükümet Türkiye’nin bu temel sorununu çözme kararı almışsa ve çözecek olan kendisiyse, evvela pratik bir adım atmalı ve bununla birlikte çözüm projesini ortaya koymalıdır. Yani çözmek istiyor da, nasıl çözmek istiyor, projesi nedir? Böyle bir proje ortaya konulmadan sağlıklı bir tartışma, diyalog ve müzakere zemini oluşamayacağı gibi herhangi bir çözüm stratejisi de geliştirilemez. Sürekli ''entegre stratejisi''nden söz ediliyor ama bunun ne olduğunu açıklayan kimse yok. Yani Türk devleti Kürt sorununda çözüm için ne gibi adımlar atmayı düşünüyor? Bunu, Kürt tarafı olarak biz bilmek istediğimiz gibi, kamuoyu da bunu bilmek istiyor.

Peki, sizin bu konuda daha önce sunduğunuz projeler…

Tabii ki kendi projemiz önemli. Biz, çözüm projemizi protokollerle sunduk. Önderliğimiz, Oslo ve İmralı süreci tartışmalarının bir sonucu olarak 5 Mayıs 2011’de Başbakan’a sunulmak üzere Türk heyetine protokoller sunmuştur. Kürt tarafı olarak bizim çözüm projemiz bu protokollerdir. Ayrıca Önderliğimizin hazırladığı ''Yol Haritası'' var. Yani bizim projemiz vardır, Türk tarafının projesinin de açığa çıkması, ortaya konulması gerekmektedir.

Çözüm için bunlara ihtiyaç vardır. Bunlar olmadan, peşinen, “silah bırakılacak, silah bırakma hedeflenecek” gibisinden yaklaşımlarla herhangi bir yere varılamaz. Kimse bu silahları eğlenmek için ya da farklı keyfi bir amaç için eline almadı. Bu silahlı güçlerin varlığının bir nedeni vardır.

Yine bu güç, 3-5 kişiden oluşan bir silahlı güç değildir. Güçlü bir örgütlenme ve bir sistemdir. “Birden bire bunların hepsi devre dışı edilsin” demekle sonuç alınamaz. Bu, işi yokuşa sürmek olacağı gibi, bunlar ancak bir çözüm projesi çerçevesinde tartışılacak hususlardır. Ancak Kürt sorununun çözümünde atılacak olan birtakım adımlarla paralel gelişebilecek bir süreç olabilir. Bunlar, bir yol haritasının belirlenmesi temelinde adım adım yapılacak olan şeylerdir. Yani Kürt sorununun çözümü sadece ''silahların bırakılması'' değildir ve bazılarının yapmaya çalıştığı gibi “Kürt sorunu ayrı PKK’nin silahlı güçleri ayrı” türünden değerlendirmelerin hiçbir değeri yoktur. Eğer Kürt sorunu ve silahlı mücadele bu kadar iç içe olmasaydı şimdiye kadar silahlı güç mü kalırdı? Uluslararası güçlerin çok çeşitli konseptlerine dayanan, bütün hamlelerine rağmen eğer bugün güçlenen bir silahlı yapı söz konusuysa, bunun dayandığı güçlü bir toplumsal temel vardır. Dolayısıyla birbirinden ayrı düşünülemez. Bu açıdan, deyim yerindeyse arabayı atın önüne koymamak gerekiyor. Atı arabanın önüne koyup arabayı sürmek ve her kademede yapılacak olanları yaparak sonuca gidilebilir.

DEVLETİN BİZDEN İSTEDİĞİ SİLAH BIRAKILMASI DEĞİL, TÜRKİYE SINIRLARIN DIŞINA ÇIKARILMASI

Yeri gelmişken şunu da açıkça söyleyeyim: Türk tarafının bizden istediği şey silah bırakmak değildir. Yani basına öyle açıklıyor olabilirler, ona bir şey demem. Fakat bizden istenen o değildir. Altını çizerek belirtiyorum; hem Oslo-İmralı sürecinde hem de şimdi bizden istenen şey silah bırakmak değil, silahlı güçlerimizin Türkiye sınırlarının dışına çıkarılmasıdır. Devletin bizden istediği budur.

Peki, nereye çekeceğiz? Güney Kürdistan’a. Her gün Güney Kürdistan bombalanıyor. Zaten orada bir kısım güçlerimiz var. Bir de Kuzey’dekilerin hepsini oraya götürürsek bir yerde toplamış oluyoruz, bunun güvencesi nedir? Ama bize deniliyor ki, “ Ezber bozan bir karar verin, 1999'daki gibi güçlerinizi çekin. Bu sefer Başbakan ve hükümet kararlıdır. Onlar da adım atacaktır.” Güzel ama ön adımlarını şimdi atsın. Niye şimdi atılmıyor? Israrlı bir biçimde gelişen, “önce güçler sınırın dışına çıksın, sonra adım atarız” söylemine nasıl güvenebiliriz? Bunun güvencesi nedir? Bu ciddi bir konu. Mesela bu konuda, “99 yılı gibi olmaması için gerekli tedbirleri alırız” diyorlar. Yani “güçlerinize ta Karadeniz’den, Dersim’den, Bingöl’den, Erzurum’dan, Kars’tan rahatlıkla Güney’e geçebilecek şekilde kolaylık sağlarız, operasyon yaptırmayız” anlamında söylüyorlar. Hayır, eğer bu sorunu çözmeye karar vermişseniz buyurun ilk adımlarını atın. Diğer hususları bir takvime bağlayabiliriz.

DİYALOĞUN ÖCALAN’LA BAŞLAMIŞ OLMASI ÖNEMLİ VE İSABETLİ

Böylesi bir durumda devletin atması gereken ilk adımlar neler olabilir?

Öncelikle ilk önce Önder Apo’yla diyalogun başlatılmış olması çok önemli ve isabetli bir girişimdir. Çünkü Önder Apo, bu hareketin ve Kürt Özgürlük Mücadelesi diye tanımladığımız, onun illegal-legal bütün bileşenlerinin kabul ettiği bir Önderliktir. Dolayısıyla devletin oradan işe başlaması çok doğru, çok isabetli ve yerinde bir tutumdur. Ama öyle bir kamuoyu yaratılıyor ki, sanki top İmralı’ya atıldı ve oradan gelecek cevaba göre her şey hallolacak. Burada önemli olan önce devletin ne yapacağıdır. Ama biz bunun da öyle bir taktik yaklaşım olarak geliştirildiğini görüyoruz. Bizzat Başbakan ve ardından danışmanı açıkladı; görüşmelerin olduğunu belirttiler. Evet, görüşmeler var ama sizin bu konudaki çözüm projeniz nedir, Allah için ona ilişkin de birkaç cümle söyleyin. Ama çözüm projelerinin ne olduğuna dönük herhangi bir şey ortaya konulmuyor.

Önder Apo bir halkın lideridir ve siz bu halkın esaretten kurtulması için bir ciddiyet ortaya koymazsanız tabii ki o karar vermez. Ama böyle bir adım atma için zorlayıcılık doğru değildir. Bir kere bu konuda hükümetin tutumu, daha net ve çözümleyici olmalıdır. Ancak mevcut durumda adeta, “işte biz görüştük, çözüm gelecek” diyorlar. Hayır, görüşme çözüm için ilk yapılacak şey. Bu doğru. Ama senin de atacağın adımlara ihtiyaç vardır. Bu temelde ilk atılacak olan adım Önderliğin İmralı’daki pozisyonunun değiştirilmesidir. İlk adımı soruyorsunuz, ilk adım bu olabilir. Ve zaten sürecin ilerlemesi için de buna kesinlikle ve kesinlikle ihtiyaç vardır.

BİZİM DİREKT ÖNDERLİKLE DİYALOGTA OLMAMIZ LAZIM

Şimdi bölge kaynıyor, silahlanma her tarafta gelişiyor. Sivil-sıradan insanlar bile, Suriye’de, Irak’ta, Kürdistan’da ve Ortadoğu’nun hemen her yerinde silahlanıyor. Bu konuda böylesine devindirici gelişmeler yaşanırken, PKK’nin silah bırakmasını tartışmak kolay değildir. Bu güçlerin devletin tutarlılığına ilişkin ikna edilmesi gerekmektedir. Önderlik İmralı Tecrit Sistemi altında bulunduğu sürece sen devletin tutarlılığına ilişkin, tek bir kişiyi bile ikna edemezsin. Bu konuda evvela Önderliğin pozisyonu değişecek, serbest hareket etme koşulları oluşacak. Ardından BDP'lilerle görüşmüş olması ve görüşebilmesi elbette ki çok önemli. Bu, siyasi yapının iknası ve çalışmaları için gereklidir. Ancak esas önemli olan silahlı güçlerdir. Bunun için bizim direk Önderlikle diyalogda olmamız gerekiyor. Sadece yönetimle değil, geniş komutanlık kademesi ve savaşçı yapısının ikna edilmesi sorunu vardır. Dolayısıyla eğer devlet ve hükümet gerçekten çözümde samimiyse önce Önderliğin önünü açması gerekiyor. Önderliğimizin de dediği gibi, “havuz var, içinde su yok, bana yüz diyorsunuz. Nasıl yüzerim?” Aynen durum odur. Madem Önderliğimizin önemli bir aktör olduğunu belirtiyorlar -ki bu doğrudur- o zaman önünü açmanız lazım. Evvela devletin atacağı adım bu olmalı. Çözüm için bu gereklidir.

Bu konuda sadece DTK'lilerin Önder Apo ile görüşmesinin sorunu çözeceği düşünülüyorsa yanlıştır. Elbette ki siyasi alanın sürece dahil edilmesi çok önemli ve gereklidir. Görüşen heyetin aracı gibi bir rol üstlenmesi düşünülebilir ki bu da uygundur. Mevcut heyet içerisindeki insanlar güvenilir insanlardır. Ancak savaşçı yapının ikna edilmesi ayrı bir olaydır, bizleri de aşan bir durumdur. Bu nedenle Önderliğin İmralı'daki pozisyonu hakkında bir değişiklik yapılmadan ve Önderliğin bir biçimde doğrudan ilişki kurma olanakları yaratılmadan sonuç alınabileceğini sanmıyorum. Kesin sonuç alınmak isteniliyorsa, böyle bir durumun gerekliliği anlaşılmalıdır. Atılacak ilk adım bu çerçevede, yani serbest hareket etme olanaklarının yaratılması biçiminde formüle edilebilir.

İkinci husus olarak ise, bir proje olur ve o proje temelinde müzakere süreci resmen gündeme girerek yapılması gereken hususlar ve atılması gereken adımlar taraflarca bir takvim temelinde pratikleştirilebilir. Açık ki Kürt sorunu, anayasal bir sorundur. Madem anayasanın da yeniden yapılması gündemde, O zaman çözüm perspektifini anayasaya da yansıtmak lazım ve bu biçimde kalıcı-köklü çözüm temelinde toplumsal uzlaşmanın temelini yeniden atmak gerekiyor. Yeni yapılacak anayasada Kürt halkının varlığına da yer verilerek demokratik ulus perspektifinde bir çözümün önünün açılması önemli bir yaklaşım olacaktır. Böyle ciddi bir yaklaşıma kesinlikle ihtiyaç vardır. AKP hükümetinde böyle ciddi bir yaklaşım gelişirse, biz de hareket olarak demokratik çözüm sürecinin gelişmesi için elimizden geleni yaparız. Ama şimdi görülen şey bu değildir. Yani bu çizdiğim çerçevedeki bir yaklaşımı yansıtan herhangi bir izlenim henüz açığa çıkmış değildir. Bir tek görüşmeler var. Umarım önümüzdeki birkaç gün içerisinde bu yönlü bazı netleşmeler geliştirilir. Daha çok onu bekliyoruz. Yani net, samimi ve dürüst yaklaşımların gelişmesi halinde bu konuda somut, gözle görülür bir adım ve net çözüm çerçevesi ortaya konulduğunda bu süreç önemli oranda çözüm sürecine girmiş demektir.

HÜKÜMET NE KADAR ÇÖZÜME HAZIR KUŞKULAR VAR

Sizce bu gelişir mi?

Belirttiğim gibi bu, ancak önümüzdeki günlerde netleşebilecek bir husus ve tamamen AKP’nin tutumu ve politikasıyla alakalı bir durumdur. Biz Kürt tarafı olarak buna açığız ama hükümet buna ne kadar açık ve hazırdır, bu konuda şu an itibarıyla herhangi bir şey belirtecek durumda değilim. Ortada bir girişim ve geliştirilmiş bir diyalog var ama pratik adımlara da ihtiyaç olduğu açıktır. Ayrıca Önderliğimizin bu konudaki düşüncesi ve çizilen ortak çerçeve, yine Önderliğimizin yanına giden BDP'li heyetle tartışma çerçevesi de bizim için önemlidir. Şimdi bu sorunu çözmesi gereken devletin hiçbir somut-pratik adım atmadan bizden mevziilerin terk edilmesi ya da pozisyonumuzu zayıflatacak dayatma ve isteklerde bulunması, saflarımızda, toplumumuzda ve kamuoyunda çok ciddi kuşkulara yol açacaktır. Halen bu kuşkular egemen olan yan durumundadır. Biz bu konuda erkenden bir şey söylemek istemiyoruz ama “Kürt sorununu çözme kararı ve politikası”ndan ziyade “Kürt Özgürlük Güçleri’ni çözme, etkisiz kılma, güçten düşürme ve böylece zoraki bir biçimde kendi çözüm çizgisine dahil etme konsepti”nin olduğu yönünde bulgu ve tespitler vardır.

Bu konuda özellikle Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay tarafından sık sık “bir entegre stratejisi çerçevesinde tüm enstrümanlar kullanılmaktadır. Bunun iç-dış bütün enstrümanları devrede olacaktır” mealinde demeçler veriliyor. Bununla neyi kastediyor?

Her şeyden önce şunu söyleyeyim: Yani toplum mühendisliği mantığıyla yaklaşarak, mevcut olan bu tarihsel-toplumsal sorunu mekanik bir olgu olarak ele alıp düşünme ve bunu bazı aletleri kullanarak yola getirme zihniyetini yansıtan, bu enstrüman kavramını doğru görmüyorum. Bu, küçümseyici ve teknikleştiren bir zihniyetin sonucu olarak ifade edilen bir husustur. Ortada Türkiye’nin en temel toplumsal sorunu olan bir ulus sorunu vardır. İnkar edilmiş ve bu yüzden 90 yıldır her türlü trajediye muhatap olmuş bir ulus vardır. Eğer bunu kabul ediyorsan, oturup bu tarihsel hatayı düzelten köklü bir yaklaşım geliştirerek bu sorunu çözersin. Yani bu bir “enstrümanlık iş” değildir.

Ama aynı demeçlerde ve yine pratikte yürütülen bütün diğer hükümet ve devlet çabalarında şunu rahatlıkla görmek mümkündür: AKP hükümeti geçen yıl Temmuz’dan sonraki süreçte bizi tasfiye etme kararı aldı. Boşuna Tamil örneğini vermedi. Yani AKP hükümeti de tıpkı Sri Lanka’nın çeşitli dış güçlerin desteğiyle, Tamil gerillalarında yarattığı parçalanma ve ardından da tasfiye ve katliam konsepti gibi bir konsepti önüne koydu. Bunun için paralı-özel ordu kurdu, ABD’den daha fazla istihbarat ile teknoloji desteği için çok çabalar sergiledi ve bunu önemli oranda da sağladı. Bu temelde çok kapsamlı imha edici operasyonlar yaptı. Kesin bir biçimde imhayı hedefleyen operasyonlar geliştirildi. Onların o zamana kadar ki politikası Haziran’a kadar sonuç almaktı. İşte bunun için Önderliğimize tecrit geliştirildi. KCK adı altındaki operasyonlar hızlandırıldı, gerillaya dönük yapılan operasyonlar yaygınlaştırıldı, büyük bir sindirme hareketi gündemleştirilerek sonuç alınmak istenildi. Ama 2012’nin baharıyla birlikte hareketimiz de bu tasfiye ve saldırı dalgasına karşı bir direniş hattı ve strateji geliştirdi. İmralı’da Önderliğimiz bir duruş sergiledi. Ardından ise halkımız ve Kürt siyaseti bütün baskılara rağmen yılmadı, güçlü bir duruş ortaya koydu. Cezaevlerindeki yoldaşlarımız, en son koydukları 68 günlük açlık grevinde de görüldüğü gibi büyük bir direniş hamlesi geliştirdi. Ve bunların yanı sıra Kürdistan Özgürlük Gerillası AKP’nin bu tasfiye konseptini tersine çevirmek üzere kapsamlı bir hamle geliştirdi. Aslında yeni bir taktik yaklaşım ortaya konularak AKP’nin öngördüğü o tasfiye etme ve katliamdan geçirme projesini tümüyle sonuçsuz bıraktı.

İKİ AYAKLI BİR KONSEPTİ YÜRÜTÜYORLAR

Devlet şimdi bunu itiraf etmiyor ama bir yenilgi aldılar, yıl planlamasında geliştirilen planlamada tamamen sonuçsuz kaldılar. Bu bir gerçek. Hani her gün o özel paralı askerlerden bahsediliyordu? Hani her gün TOKİ’nin yaptığı karakollardan bahsediliyordu? O karakolların önemli bir kısmı yine basıldı, peki niye şimdi konuşulmuyor? Çünkü onlar tedbir değildi. Ne özel-paralı askerlerin örgütlendirilmesi, ne TOKİ’nin karakol yapması, ne de ABD’nin verdiği ve vereceği teknik bu sorunu çözemez. Bu, 2012 yılı içerisinde açığa çıkan büyük bir gerçekliktir.

Ama kalkıp da bizim verdiğimiz kayıpları 4’e katlayarak, kendi kayıplarını da oldukça azaltarak kimse kamuoyunu yanıltamaz. Şimdi biz bundan hareketle farklı sonuçlara gitmiyoruz. Ben şunu da söylemek istiyorum: AKP’nin geçen yıl geliştirdiği tasfiye konsepti sonuç almamıştır, başarısız kalmıştır. Çünkü bu, tek yönlü ve sadece şiddete dayalı bir imha konseptiydi. Şimdi ise bu konsept yeniden ama farklı bir biçimde, daha da zenginleştirilmiş olarak güncellenmektedir.

Tıpkı geçen yıl gibi, bu yıl da Haziran ayına kadar sonuç alma hedefi konulmuştur. “Tüm enstrümanlar kullanılacak” denilmekte ya! Ne demek bu? Geçen yılki konsept sadece şiddet eksenli bir konseptti, şimdi 2 ayaklı bir konsept yürütülecek. Bu konseptin birinci ayağının siyasi konsept, ikinci ayağının ise askeri konsept biçiminde formüle edildiği görülmektedir. Bütün enstrümanların kullanılmasından kastedilen, Türk devletinin bu her iki ayağa dayalı olarak elindeki bütün olanakların harekete geçirmesi ve kullanmasıdır.

Bakınız, iki ayrı sahada aynı amaçları güden bir konsept durumu vardır. Şimdi askeri ve siyasi alana dönük operasyonlar devam ediyor, Önderlik üzerindeki tecrit devam ediyor, başta Tekirdağ ve Şakran Cezaevi olmak üzere baskı ve şiddet çeşitli cezaevlerinde neredeyse 12 Eylül’ü aratmayacak bir düzeyde sürdürülüyor. Yani devlet kendi sindirmeyi öngören tarzını yürütüyor. Psikolojik savaş araçlarının tümünü devrede tutuyor. Bununla birlikte öncelikle Beşir Atalay (ne hikmetse bu işle birinci düzeyde ilgilenen kişi olarak), ardından, Şubat ayında da Başbakan Erdoğan ABD’ye gidecek. Tabi ki ABD’ye yeni taleplerle gidecekler.

Nedir bu talepler?

Şimdi bölgede Türkiye'nin, ABD'nin de öngördüğü rolü oynayabilmesinin önünde PKK engel olarak görülüyor. Bu nedenle PKK'nin ya tasfiye edilmesi ya da mücadelesini durdurması gerekiyor. Onların çıkarları bunu gerektiriyor. İşte ABD'ye bunu izah edecekler. "PKK'nin tasfiye edilmesi veya savunma savaşını durdurması için şimdiye kadar sağladığınız askeri ve teknik destek yetmemektedir. Daha fazlasına ihtiyaç var” diyerek, PKK’nin lider kadrosuna dönük bir harekatın gerekliliğini izah edeceklerdir. Nasıl ki 1999'da bizzat ABD devreye girdi ve Önder Apo'yu komployla esir alarak Türkiye'ye teslim etti ve ardından savaş durduruldu. Şimdi de böyle bir sürece ihtiyaç olduğunu belirtecekler. "Ya birlikte yapalım ya da silahlı predatör vb. imkanları bize sağlayın, biz yapalım" diyeceklerdir. Bunu çok iyi biliyoruz. Tabi bununla Önderliğimiz ile hareketimizi zorlamayı ve güçlerimizi Haziran’a kadar sınır dışına çekmesini sağlamayı amaçlamaktadır. İkinci çalışma konsepti bu olmaktadır. Eğer diyalog süreciyle güçlerin yurtdışına çekilmesi sağlanamazsa, baharla birlikte konseptin askeri ayağını hayata geçirmeyi deneyeceklerdir.
Kısaca görülen o ki, şimdi 2 ayaklı bir konsept gündemdedir. Her ikisinin amacı da aynıdır; PKK'nin askeri güçlerini sınırların dışına çekmek, mevziilerin dışına çıkarılmış bu gücü siyasi ve askeri yöntemlerle etkisizleştirmek. Kısaca bizim gördüğümüz husus daha çok budur.

Bunun için Türkiye Başbakanı Erdoğan bize, “ya tek millet, tek devlet, tek vatan ülkümüzü kabul edip, yani Türkleşmeyi kabul edip teslim olacaksınız ya da çekip gidersiniz. Nereye gidiyorsanız gidin. Gitmezseniz de inlerinizde kalmaya mahkum olursunuz, gelip sizi orada da buluruz ve imha ederiz” demiştir. Erdoğan’ın bu demeci, özünde bu konseptin bir biçimde ifadeye kavuşturulmasıdır. Burada kimse çocuk değildir. Eğer böyle değilse (ki hemen “böyle değil” diyerek, bu değerlendirmenin abartılı, yanlış olduğunu söyleyeceklerdir) bütün dünya kamuoyu önünde TC Devleti adına Başbakan Erdoğan çıksın, demin söylediğim gibi, “biz artık Kürt sorununun çözümü konusunda şiddeti kullanmayacağız, şiddet ve imhayı esas almayacağız. Biz sorunu diyalog yöntemleriyle çözmeyi önümüze koyuyoruz” desin. Bunu açıkça kamuoyu önünde deklere ederlerse o zaman ciddi ve samimi yaklaştıklarını biz de anlamış oluruz ve dolayısıyla bir güven ortamı oluşmaya başlar.

CİDDİYSENİZ BUYURUN DEĞİLSENİZ ÖYLE YAĞMA YOK!

Kısaca AKP hükümetinin yürüttüğü hazırlıkları, geliştirdiği iç-dış çalışmaları ve yaptığı konuşmaları dikkate aldığımızda bu yönde bir konseptin geliştiğini görmüş oluruz. Bu nedenle biz temkinli yaklaşmak zorundayız. Tüm halkımız ve dostlarımız da temkinli yaklaşmalıdırlar. Bununla birlikte pratik adımlara da bakmak lazım. Özellikle Önderliğimizle yürütülen diyalogun içeriğini ve mahiyetini bütün boyutlarıyla anladığımızda bu konuda kesin değerlendirmeler yapabiliriz. Bu açıdan DTK heyetinin yaptığı görüşme de önemlidir. Özellikle konunun bütün boyutlarıyla anlaşılması ve Kürt siyasetinin sürece dahil edilmesi açısından önem taşımaktadır. Bütün bu hususların netleşmesi için istişarelere ihtiyaç vardır.

Kısaca biz değerlendirmeye açığız fakat karşı tarafın niyetini de iyi anlamak durumundayız. Bu konuda herkesi bir kez daha samimiyete ve ciddiyete davet ediyorum; ciddiyseniz buyurun, değilseniz öyle yağma yok. Kimse karşı taraftan hiçbir adım atılmadan kalkıp da kendi güçlerini çekip tuzağa yönlendiremez. Bunu bize dayatarak, sonradan da çözümsüzlük gelişince, işte “PKK adım atmadı” diyecek hesaplar yapılmamalı. Çünkü her şey açık ve nettir.

Eğer belirttiğiniz gibi çözmeyi hedeflemiyorsa o zaman İmralı'daki görüşme sürecini başlatmasının amacı ne olabilir?

Kürt sorunu, Türkiye'nin en temel bir sorunu olduğu gibi, aynı zamanda tarihsel geçmişi olan bir sorundur. Ciddi bir sorundur. Bunu çözecek olan liderlik, tarihe geçecek bir liderlik olur. Bu açıdan bunu çözecek olan liderlik riski göze almalı, öncelikle risk göze almaya cesaret etmelidir. Şimdi bize diyorlar ki, “Erdoğan’da o cesaret var.” Erdoğan’da o cesaret var ama bunu pratikte görmedik. Erdoğan daha çok anketlere göre hareket ediyor. Hem kendisi toplumu yönlendiriyor, işte bizlere ve BDP’ye ağır hakaretler ederek Kürtleri adeta ötekileştiriyor, sonra da o yönlendirdiği toplum üzerinde anket yapıyor. Ancak böylesi bir yönlendirme olduğu için toplumun refleksi tabi ki farklı olabilir. Sonra anketlerin sonucu farklı olunca bakıyorsun tutum değiştiriyor.

Mesela diyelim, o çokça bahsedilen Habur süreci. Habur süreci, bizzat Başbakan’ın bizden talebiydi ve biz de bir grup dağdan bir grup Maxmur’dan olmak üzere 2 grup hazırladık, gönderdik. Ben kendim günlerce konuştum, hazırlanmasıyla uğraştım ve yolcu ettim. Ama şimdi o insanlar içeridedir. Evet, bazıları durumu fark etti ve kendisini yakalatmadı ama barış için gönderdiğimiz bu insanlarımız şimdi cezaevindedir.

İşte o zaman CHP’nin ve MHP’nin tavır alması, yine karşı durmasıyla bir kamuoyu oluştu. Ardından yapılan anketlerde kamuoyunun da karşı olduğu görülünce hemen AKP çark etti. Yoksa AKP ilk gün sahiplendi. Ama üçüncü-dördüncü günde çark etti ve suçu bize yükledi. Hayır, bizim bunda bir suçumuz yok. Mesela diyorlar ki, “askeri elbiseler niye giydirilmiş?” Siz koskoca bir devletsiniz, savcınız ve hakiminiz orada var; bu insanlar oradan kendi elbiseleriyle geçerek gittiler. Sorumlusu sizsiniz. Yine diyorlar ki, “vay, halk niye çok kitlesel karşılamış?” Bu halk Kürdistan halkıdır. Kürdistan halkı sürekli gerillanın cenazelerini karşılamış, bu sefer canlı görünce milyonlar sokağa döküldü. Yani bu kimsenin planladığı bir şey değildi; doğal, kendiliğinden gelişen bir durumdu. Ama burada esas olan şey, AKP’nin çıkarcı yaklaşımıdır. Bir baktı ki kamuoyunun önemli bir kısmı farklı düşünüyor, derhal politikasını değiştirdi. Şimdi de eğer böyle bir yaklaşım söz konusu olacaksa hiç başlamasın. Ama amacının tekrar farklı bir biçimde aynı çerçevede olduğu hissiyatını bütün veriler gösteriyor.

Mesela Erdoğan'ın siyasi danışmanı olarak bilinen Yalçın Akdoğan'ın ve Taha Akyol gibi Türkçü bazı yazarların çizdiği çerçeve ekseninde yaklaşırlarsa, vahim yanılgılara yol açabilir. Ne diyorlar? "PKK 2012 yılında hezimete uğradı. 1450 kayıp verdi, umduklarını bulamadı, vs, vs" Bununla şuraya getiriyorlar; “PKK başarısız olduğu için dayattıklarımızı kabul etmek zorundadır.” Halbuki gerçek bunun tersidir. Kendileri gerçekten belirttiklerine inanıyorlar mı, yoksa propaganda olsun diye mi böyle söylüyorlar, onu tam anlayamadım. Gerçek şu ki, Kürdistan'da son 15 yıl içinde savaşın en çok yükseldiği yıl 2012 yılıydı. Ve bunda gerilla güçleri daha baskın ve daha başarılıydı. Gerillanın yıllık kaybı, Akdoğan'ın belirttiği gibi, 1450 değil, 314 idi. Ve Akdoğan'ın övünerek belirttiği son 10 şehitle birlikte 2012 yılında gerilla kayıp sayısı 324'tür. Bunun karşılığında gerillanın tespitlerine göre Türk devletinin kayıpları ise tam 7 katıdır.

Gerillanın hezimete uğrayıp uğramadığını gerçekten anlamak istiyorlarsa, bu kişiler İç İşleri Bakanı'na neden Dağlıca'ya gidemediğini sorabilirler. Çünkü Dağlıca'daki bir Alaylık askeri güç, 6 ay boyunca kuşatma altındaydı ve çevresindeki Cîlo ile Çarçella dağlarına Türk devleti giremiyordu. Bu çok geniş bir sahadır. Bu nedenle büyük kayıplar vererek ulaştıkları 2 sefer dışında bu alaya 6 ay boyunca ne erzak ne de başka bir şey götürülememiştir. İhtiyaçlarını köydeki korucuların gizli yollardan değişik biçimlerde sağlamaları suretiyle kendilerini idare edebilmişlerdir. Ne havadan ne de karadan bu alana Türk devleti giriş yapıp gerilla kuşatmasını kıramamıştır. Gerçek budur ve bu gerçek tek başına birçok şeyi göstermektedir. Buna rağmen kalkıp da PKK'nin hezimete uğradığını, kendilerinin de başarılı olduklarını söylemelerinin gerçekle hiçbir alakası yoktur. Gerillanın ve Özgürlük Hareketi’nin sağladığı bu tür başarıları ve gücünü kamuoyundan gizleyerek, farklı göstererek Türkiye kamuoyunu da sürekli yanlış yerlere yönlendiriyorlar. Gerçek şu ki PKK onların çokça dediği gibi sıkışmış bir terör örgütü değil, oldukça tecrübeli, yetkinlik kazanmış, kitle temeline dayanan etkili bir gerilla gücüdür. Bu gerillayı yenmek asla mümkün değildir. İşte gerçek budur.

Bu yapılanlar, AKP’nin daha çok böyle bir çıkışla kopma sürecinde olan Kürtleri tutma ve Kürt kitlesini bir süre daha götürmeye dönük bir hamlesi gibi düşünülebilir.

Bununla birlikte yani kendi etrafındaki Kürtleri tutma ile birlikte Özgürlük Hareketi’nin yörüngesindeki kitleyi ve kadroları da beklentiye sokma amacı vardır. Bunun ön planda olduğu görülmektedir. Özellikle kamuoyuna yansıtmaları da biraz da bu amaçlarının ön planda olduğunu gösteriyor. Yani tamam, bir görüşme süreci var, bu iyi bir adım. Ama bunu bir psikolojik savaş malzemesi gibi kullanma tutumu gelişti ki -bu bizde çok ciddi bir kuşku yaratıyor- tekrardan bir taktik psikolojik savaş sürecinin başladığı görüntüsünü olduğu gibi gözler önüne seriyor. Yani bu konuda AKP’nin ciddi ve tutarlı olmadığı, samimi davranmadığı yönündeki olgular daha fazla ön plandadır. Tekrar, önümüzdeki sürecin seçim hesapları ve hem bir taraftan şoven-milliyetçi kesimleri tatmin edecek söylemleri sürekli pompalama hem de öbür taraftan Kürt kesimleri de böylece tutma girişimi gibi olduğu daha çok görülmektedir. Şimdi görünen niyetleri budur. Umarım farklı olur ama gözüken gerçeklik daha çok bu yöndedir.

DEVAM EDECEK…


ANF 

Hiç yorum yok: