Emrah Göker
Hrant
Dink kararına bir dizi küfür saydırdım ama, devlet dersinde
öldürülmesinin 5. yılını doldurduğumuz şu gün, karar ve suikast hakkında
yazasım gelmedi. Affınıza sığınarak, kararın aklıma düşürdüğü ilintili
ama başka bir şey hakkında birkaç notum var. Öyle çok organize bir
şeyler yazamayacağım; bazı araştırmaların bulgularını toparlayıp
Türkiye’nin hukuk alanındaki vaziyete dikkat çekeceğim. Zira, kararı
“devletin cinayetini bilinçli örtbas etmesi” diye yargıç pratiğine veya
savcı gönülsüzlüğüne isnat etmeden önce, alanın nasıl çalıştığını,
arızaların nerede olduğunu anlamak gerekiyor. Bir-iki aktörün bilinçli
faaliyetiyle ortaya çıkmış bir adaletsizlik değil bu.
Başta Dink ailesi olmak üzere konunun öfkeli tüm tarafları, temyiz gibi geriye kalan diğer araçları kullandıktan ve başarısız olduktan sonra (şu noktada yasa oyunuyla ne kadar “büyük” bir zafer kazanılabilir ki?), AİHM’ye başvuracaklar. Oradan başlayalım. Hukuk alanımızın yurttaşı kollayamayan en temel arızalarını, Türkiye aleyhine alınan ihlal kararları gösteriyor. Altta, AİHM sitesinden çevirdiğim, 1959-2010 arasında ülkeler için alınan aleyhte kararların sayısı ve hangi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi maddelerinin kaç kere ihlal edildiği tablosu var. (Büyütmek için ayrı bir pencerede açmak gerekiyor.)
Sistemde 1959′dan beri bulunan ülkeler var, örneğin İtalya’nın karnesi çok kötü ama 50 yıldır sistemde. Hukuk fiyaskosunda birinci sırada olan Türkiye, 1986′dan 2010′a kadar 24 yılda sözleşmeyi 2245 kez ihlal etmiş. Ayrıca her sözleşme maddesi (madde başlıklarının hemen altındaki sayılar maddelere işaret ediyor) altındaki sıralamasına bakarsanız (bir kararda birden çok ihlal olabildiğini unutmayın) şu yorumu yapmak mümkün: Hukuk alanı, adil yargılamada, mülkiyet hakkını korumada; yurttaşın başta özgürlük ve güvenlik olmak üzere, bir dizi diğer temel hakkını savunmada büyük zaaflar içinde. En rezil durum iki ihlal türünde: İnsanlık dışı muamele ile ilgili ihlalde, Rusya ile Türkiye başabaş tüm diğer ülkeleri sollamışlar. İfade özgürlüğünün ihlalinde derdine hukuk alanı içinde çare bulamamış yurttaşlar, Türkiye’yi 201 kez mahkum ettirmişler ve bu kategoride tüm diğer ülkeleri sollamışız.
["Gospel according to Mahçupyan": Türkiye'ye muhafazakârların omzunda yükselecek esaslı demokrasinin gelmesini sürekli engelleyen BDP'yi ve PKK'yı temizledikten, diğer zararlı cemiyet mensuplarını da içeri attıktan sonra AİHM'yi de terk etsek fena olmaz. Hükümete halel gelmesin.]
Bu mahkumiyetlere yol açan mekanizmaları anlayabildiğimi sanmıyorum. Ama anlayabilmek için, en önce kolluk-savcı-hâkim çekim alanına yerleşmiş sabitfikiri, alışkanlıkları, yargılama / peşin hüküm yatkınlıklarını ifşa etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Hukukun işlemesi, asla bir hâkimin bireysel “tarafsız” ve “bağımsız” yorumuna indirgenebilecek bir şey değil.
Başta Dink ailesi olmak üzere konunun öfkeli tüm tarafları, temyiz gibi geriye kalan diğer araçları kullandıktan ve başarısız olduktan sonra (şu noktada yasa oyunuyla ne kadar “büyük” bir zafer kazanılabilir ki?), AİHM’ye başvuracaklar. Oradan başlayalım. Hukuk alanımızın yurttaşı kollayamayan en temel arızalarını, Türkiye aleyhine alınan ihlal kararları gösteriyor. Altta, AİHM sitesinden çevirdiğim, 1959-2010 arasında ülkeler için alınan aleyhte kararların sayısı ve hangi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi maddelerinin kaç kere ihlal edildiği tablosu var. (Büyütmek için ayrı bir pencerede açmak gerekiyor.)
Sistemde 1959′dan beri bulunan ülkeler var, örneğin İtalya’nın karnesi çok kötü ama 50 yıldır sistemde. Hukuk fiyaskosunda birinci sırada olan Türkiye, 1986′dan 2010′a kadar 24 yılda sözleşmeyi 2245 kez ihlal etmiş. Ayrıca her sözleşme maddesi (madde başlıklarının hemen altındaki sayılar maddelere işaret ediyor) altındaki sıralamasına bakarsanız (bir kararda birden çok ihlal olabildiğini unutmayın) şu yorumu yapmak mümkün: Hukuk alanı, adil yargılamada, mülkiyet hakkını korumada; yurttaşın başta özgürlük ve güvenlik olmak üzere, bir dizi diğer temel hakkını savunmada büyük zaaflar içinde. En rezil durum iki ihlal türünde: İnsanlık dışı muamele ile ilgili ihlalde, Rusya ile Türkiye başabaş tüm diğer ülkeleri sollamışlar. İfade özgürlüğünün ihlalinde derdine hukuk alanı içinde çare bulamamış yurttaşlar, Türkiye’yi 201 kez mahkum ettirmişler ve bu kategoride tüm diğer ülkeleri sollamışız.
["Gospel according to Mahçupyan": Türkiye'ye muhafazakârların omzunda yükselecek esaslı demokrasinin gelmesini sürekli engelleyen BDP'yi ve PKK'yı temizledikten, diğer zararlı cemiyet mensuplarını da içeri attıktan sonra AİHM'yi de terk etsek fena olmaz. Hükümete halel gelmesin.]
Bu mahkumiyetlere yol açan mekanizmaları anlayabildiğimi sanmıyorum. Ama anlayabilmek için, en önce kolluk-savcı-hâkim çekim alanına yerleşmiş sabitfikiri, alışkanlıkları, yargılama / peşin hüküm yatkınlıklarını ifşa etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Hukukun işlemesi, asla bir hâkimin bireysel “tarafsız” ve “bağımsız” yorumuna indirgenebilecek bir şey değil.
Hâkim ne (Gadamer’in inandığı gibi) özenli ve sadık biçimde kuralın yorumsamasını yapar, ne de (Motulsky’nin inandığı gibi) kendi “gerçekleştirme yönteminin” çıkarımcı kuvvetine bağımlı bir mantıkçıdır. Yargı kararının içinden çıkan yasanın pratik içeriği, eşitsiz teknik becerileri ve sosyal etkileri olan profesyoneller arasındaki simgesel mücadelenin bir ürünüdür. Onlar böylece, davayı kazanmak için, “olası kuralların” araştırılması ve sömürülmesi yardımıyla mevcut hukuki kaynakların harekete geçirilmesinde ve simgesel silahlar olarak etkin kullanılmasında eşitsiz kabiliyetlere sahiptirler. Yasanın hukuki etkisi – onun gerçek anlamı – profesyoneller arasındaki özgül iktidar ilişkisi ile keşfedilebilir. [Pierre Bourdieu, "The Force of Law: Toward a Sociology of the Juridical Field", Hastings Law Journal 38 (5), s. 827]Savcının iddiaya biçim vermesi, polisin kanıt üretim tarzına ve savcıyı yönlendirebilme yatkınlıklarının tarihine bağlı. Ya da hâkimin önüne koyulan dosyanın, savcının söyleminin, yargısını koşullandırabilme olanaklarının tarihini ortaya çıkarmak lazım. Örneğin, Birikim 273′te (Ocak 2012) Tanıl Bora’nın Çağdaş Hukukçular Derneği Başkanı Selçuk Kozağaçlı ile söyleşisinde çok önemli ipuçları bulmak mümkün:
Paralel bir sonuca, TESEV‘in yeni yargı reformu raporunda da (Osman Doğru, “‘Sanık Öğüten Çarklar’: İnsan Hakları Açısından Türkiye’de Ceza Adalet Sistemi“) rastladım:
Örgüt üyeliği, yasadışı örgüt üyeliği suçlamaları için klasik bir form vardır. Kolluk görevlisi gayet iyi bilir: Neler yasadışı örgüt üyeliği için iyi emaredir? Nerelerdeki fotoğraflarını hangi açıdan çekersem, evde bulunan hangi kağıtlara, hangi kitaplara el koyarsam bu iş daha sempatik olur? Böyle bir polisi 3000 kitaplık bir kütüphaneye koyduğunuzda 14-15 tanesini seçecektir sadece. Götürecektir ve yargıç “Nasıl yani, bu 15 kitap da tamamı yasaklanmış, toplatılmış, türlü kötülükler barındıran bu 15 kitap aynı anda bu adamın elinde miydi?” diyecektir.
Bu çalışma sırasında, Türkiye’de kolluğun (polis ve jandarmanın) ceza adalet mekanizmasının bütünü içindeki ağırlığını gözlemlemek mümkün olmuştur. Suç soruşturmasının başladığı andan itibaren hem delillerin toplanmasında hem de şüpheliyle ilgili alınacak tedbirlerde kolluğun açık etkisi görülmektedir. Kolluğun bireyin hak ve özgürlüklerine müdahale eden veya müdahale için yargıdan yetki isteyen taleplerine, yargı organı tarafından hukuki kriterlere göre karşılık verilememesi ve taleplerin geldiği gibi kabul edilmesi en esaslı sorunlardan birini oluşturmaktadır (s. 107).Ekmek kırıntılarını takip etmeye devam edelim. Hapsedilme oranlarını inceleyen var mı?
Hapsedilme oranı (rate of incarceration), basitçe bir yıl için, toplam ceza infaz kurumları nüfusunun (hükümlüler ve tutuklular) o yılki toplam nüfusa bölünmesinden ibaret. “Her 100.000 nüfusa düşen mahkum sayısı” olarak ifade ediliyor. Verisine erişilebilen Avrupa Birliği ülkeleri için şöyle yaptım: Eurostat’tan 1991-2008 arası nüfus ve cezaevi nüfusu istatistiklerini toparladım. Türkiye için 2009 istatistiklerini, TÜİK’in Ceza İnfaz Kurumu İstatistikleri 2009yayınından aldım. 2010 sonuna ait cezaevi nüfusu istatistiklerini bulamadım, bir tahmin için Mayıs 2011′de yayımlanmış World Prison Population List’ikullandım. 2011 sonuna ait istatistikler, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü sayfasında.
[Meraklısı için, adalet sistemi ilintili diğer iki ana istatistik kaynağı: TÜİK'in ilgili sayfası ve Adalet Bakanlığı'nın istatistik portalı.]
Karşılaştırmalı tablo altta.
[google docs]
Buraya ABD gibi içeri tıkma rekortmenlerini (100.000 kişiye 743 mahkum ile 2009′da 1. sıradaydı) katmadım, Avrupa’da oranları Türkiye’den yüksek İspanya, İngiltere gibi nüfusu kalabalık ülkeler var. Ancak Türkiye’nin ayrıksı yanı, oranları aynı zaman diliminde en hızlı yükselmiş ülke olması: 1991′den 2011′e 20 yılda hapsedilme oranı tam 4 katına çıkmış. Daha yakından bakalım:
Aralık 2000 sonundaki afla azaltılan mahkum nüfusu, 2005′ten itibaren devreye giren Özel Görevli Mahkemelerin de katkısıyla (bu katkı mahkeme kararlarının istatistikleriyle ölçülebilir, ama o kadarına girişemedim) hızlı bir artışa geçmiş. Şu aralar yasalaşan ve çek yüzünden hapse girmeyi kaldıran düzenlemeyle birlikte, orta vadede cezaevi nüfusunda ciddi bir azalma görülebilir. TÜİK’in “suç türüne göre” ayırdığı tabloları incelerseniz, bir yılda infaz kurumlarına yeni giren kişilerin büyük bir çoğunluğunun İcra İflas Kanunu’na muhalefet suçu işlediğini görebilirsiniz.
Diğer taraftan, demokrasiye yine milli güvenlik ile ayar çekildiği son yıllarda, “teröristlik” suçunun çok kolay isnat edilebildiğini biliyoruz. Çok muğlak bağlantıların polisin teknolojik marifetleriyle çok “bölücü” gösterilmesiyle isyan ettirecek uzunlukta mahkumiyet kararları veriliyor. Özellikle KCK soruşturmaları sürecinde saçımızı başımızı yolduk, yolmaya devam edecek gibiyiz.
Associated Press’in dünyada terör suçundan hüküm giyenlerle ilgili yaptığı veri toplama çalışmasını (Eylül 2011) tekrar hatırlamakta fayda var. Dünya nüfusunun % 70′ini temsil eden 66 ülkede veri kaynaklarına erişerek bir haber yapmışlardı (ama sunum kötü, ne bir görsel var, ne ülkelere göre dağılım). Buna göre 2001-2011 arasında 66 ülkede terörist diye suçlanıp hüküm giyen 35.117 kişi var, % 37′si Türkiye’de “avlanmış.” Bizden daha ceberrut bir milli güvenlik devleti olan Çin, ikinci sırada geliyor, 7.000 “terörist” ile.
Adalet Bakanlığı’nın 31 Kasım 2011′de yaptığı bir açıklamaya göre o tarih itibariyle cezaevi nüfusunda 8.190 “terörist” var (toplam tutuklu+hükümlü nüfusunun % 6.4′ü).
Planlanan yargı reformlarını olumlu bulanlar var ama, aynı hukuki sermaye birikiminin, aynı yatkınlıklar yapısının üstüne daha ışıklı bir teknokratik yapı koyunca polis-savcı-hakim networkünde ne değişecek? Retorik olsun diye sormuyorum — henüz kavrayamadım.
Kaynak: http://istifhanem.com/
ANF NEWS AGENCY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder