‘’Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasını üstten ve üstünkörü okuyunca/dinleyince ‘Aaa bir Türk başbakanı ilk defa Kürtlerin yaşadığı acıları telaffuz ediyor’ denilebilir. Bu haliyle de alkışlamak gafletine düşülebilir.Bana göre Erdoğan’ın Diyarbakır konuşması tam anlamıyla ‘icraatın içinden’ programı oldu’’. |
3 Eylül günü, Recep Tayyip Erdoğan karargahın yeni şefi Işık Koşaner’le Ankara’da 50 dakika konuştu ve ardından asker korumasında Amed’e gitti. Ablukaya alınmış Kürtlerin bu politik kentinde ‘bindirilmiş kıtalar’ ve yandaşlarına 63 dakika konuştu. Erdoğan Ahmet Arif’ten şiirle başladı, geçmişte yaşananlara vurgu yaptı, acıdan söz etti ve 63 dakikalık konuşmasında bir tek vaat dillendirdi: ‘Eskisini yıkacağız ve yeni cezaevi yapacağız’ dedi.
Sonra, Kürt çocuklarını serbest bıraktıklarını söyledi ama Kürt çocuklarını kendisinin hapse attığına vurgu yoktu. ‘Kadında olsa çocukta olsa güvenlik güçleri gereğini yapacaktır’ sözünden sonra Ceylan Önkol, başta olmak üzere onlarca Kürt çocuğunun katledildiğini hatırlamadı bile...
‘Gece yarısı sokak ortasında ensesine kurşun sıkılarak katledilen faili meçhullerin acısını çok iyi biliriz’ dedi. Ancak Bulanık’ta Necmi Oral, Amed’te Aydın Erdem’i, Muğla’da Şerzan Kurt’un kendi döneminde öldürüldüğünü saman altı ediverdi.
Ape Musa’dan söz etti ama 2005 yılında 70 yaşında ki Hasan Şahin’in kendi döneminde infaz edildiği gerçeğini ise ustalıkla sakladı. Liste uzayıp gidiyor...
Ne yapacağız? Erdoğan’ın söylediklerine mi, yaptıklarına mı inanacağız. Durum bu. Bende bu durumu gazeteci yazar Nazım Alpman’la konuştum.
Erdoğan Diyarbakır’a gitmeden Işık Koşaner’le bir araya geldi. Bu bir mesaj mıydı?
Bu konuda özel bir bilgiye sahip değilim. Ancak söz konusu ziyaret edilecek yer Diyarbakır ise bir siyasinin genelkurmay başkanı ile gündem dışı görüşme yapması elbette spekülasyona açıktır.
Erdoğan Diyarbakır’da yol, elektirik ve sağlık ocağından söz etti. Konuşmasında OHAL ve DGM’leri kaldırdığını ifade etti. Ancak OHAL yerine ‘Geçici Güvenlik Bölgeleri’, DGM’lerin yerine de ‘Özel Yetkilerle’ donatılmış mahkemelere geçildiğini atladı ya da atlamak istedi....Bölgede kan ve savaş var iken tuhaf kaçmıyor mu bu söylem?
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasını üstten ve üstünkörü okuyunca/dinleyince ‘Aaa bir Türk başbakanı ilk defa Kürtlerin yaşadığı acıları telaffuz ediyor’ denilebilir. Bu haliyle de alkışlamak gafletine düşülebilir. Ki, Türk medyası böyle bir bakış açısıyla Erdoğan’a yine kocaman bir ‘bravo’ çaktı! Bana göre Erdoğan’ın Diyarbakır konuşması tam anlamıyla ‘icraatın içinden’ programı oldu. Tarım kredilerine kadar Hükümet’in imza attığı her şeyi, sanki Kürtlerin kazanımları gibi sundu. Bir anlamda aslında vermemiz gerekiyordu ama verdik, demeye getirdi. Bu haliyle de geleneksel ‘Ankara/Türk bakışının’ dışına çıkmadı. İnsan hakları konusunda Başbakan’ın sözleriyle bölge gerçekleri birbirleriyle 180 derece açı oluşturuyor.
Erdoğan’ın icraatlarından biri de acılardan bahsetmek ve ağlamak oldu son zamanlarda. Diyarbakır cezaevinden bahsederken bile kendi döneminde 1700 siyasetçinin tutuklandığını umarsamayan bir aymazlıkla zulümden ve işkenceden söz etti... Bunu nasıl izah etmeli?
Hapishaneler, işkenceler, geçmişte çekilen acılar, yaşanan zulümler… Bunların tümü sanki geçmişte kalmış gibi anlatılıyor. Oysa Diyarbakır’da eski ile günümüz arasında çok fazla mesafe bulunmuyor. Daha dün halkın oylarıyla seçilmiş belediye başkanları, meclis üyeleri plastik kelepçelerle savaş esirleriymişçesine sıraya dizildiler. Hapse atıldılar. Hala da serbest bırakılmadılar. Başbakan Erdoğan’ın dili ile eli arasında da fark var. Ninni söylerken çocuğunu döven hoyrat bir ebeveyne benziyor.
Erdoğan, demokrasi yolunda adım attık diyerek; Kürt çocukları için yasa çıkartık ve serbest kaldılar dedi. Ama çocukların hapse atılmasına neden olan yasayı kendisinin çıkartığını söylemedi.
Ben de tam bu gibi iki yüzlü yaklaşımdan söz ediyorum. Taş atan çocukların terörist kabul edilecekleri önceden ilan edildi, sonra yasa çıkartıldı. Ardından da küçük çocuklar hapishaneleri doldurdular. Referandum öncesinde insan hakları açısından bu hilkat garibesi durumu düzelttiler. Çocuklar tahliye oldu. Başbakan da çıkıp çocukları biz hapisten çıkarttık diyor. Peki onları kim hapse atmıştı? Diyarbakır’da Başbakan’ı öven kalemlere bunu sormak gerekiyor.
Şu cümleye ne dersiniz: ‘Gece yarısı sokak ortasında ensesine kurşun sıkılarak katledilen faili meçhullerin acısını çok iyi biliriz.’ Dedi. Bu doğru ama Bulanık’ta Necmi Oral, Aydın Erdem, Şerzan Kurt güpe gündüz öldürüldü. Bu da Erdoğan dönemiydi.
Genelde Güneydoğu Anadolu özelde de Kürtler söz konusu olduğunda insan hakları ihlalleri ‘normalmiş’ havası var Türkiye’de… Tıpkı dağda ölenler arasındaki ayrım gibi… Gerilla öldüğünde ‘normal’ kabul edilen insan kaybı, asker öldüğünde tam tersi bir atmosferde ilan ediliyor. AKP’nin iktidar yılları ile 12 Eylül sonrasındaki bütün iktidarlar arasında bu anlamda hiçbir fark bulunmuyor.
Bin yıllık kardeşlik dedi ama süren savaşı nasıl durduracağını söylemedi.
Bunu söylemeye yetkili olmadığı gibi bir izlenim veriyor. Bütün mesele muhataplık konusunda düğümleniyor. Savaşırken, çatışırken muhatap olan PKK barış ortamı için muhatap kabul edilmez deniliyor. Peki muhatap değilseniz o zaman dağda da çatışmaya girmeyin! Bu nasıl kaçınılmaz bir gerçek ise barış için de PKK ile masaya oturulması öyle bir gerçektir. Devlet bugüne kadar kaç kez pazarlık yaptı. Sendikalarla oturup toplu sözleşme pazarlığı yapıyor. Saat ücretleri üzerinden kuruş pazarlığı bile yapılıyor. Bunu yaparken devletin onuru zedelenmiyor, ölen canlar için masaya oturup pazarlık yapmak ağırına gidiyor. Kardeşlik meselesine gelince… Eğer Kürtler kendilerine verilen her şeye razı olurlarsa o zaman iyi kardeş oluyorlar. Eşitlik istediklerinde ise ortada ne kardeşlik kalıyor ne arkadaşlık…
Erdoğan Diyarbakır’dan önce Ağrı’daydı. O gün iki de gerilla cenazesi Ağrıdaydı. Erdoğan analar ağlamasın dediği saatlerde iki anne ağlıyordu.
Sanıyorum bu soruyu bir önceki yanıtımla yanıtladım. Kürtlerin evlatları, evlat acıları Türkler kadar değerli kabul edilmiyor. Acı ama ne yazık ki böyle!
Şimdi Erdoğan Diyarbakır’da konuştu ve döndü. Geride çözüm bekleyen Kürt sorunu kaldı. KCK’nin eylemsizlik kararı 20 Eylül’de son buluyor ve hükümetten adım yok. Sizce bu kez de fırsat kaçtı mı?
Eğer eskimiş bakış acısıyla yola devam edilecekse öyle sanıyorum ki, bu ateş-kes süreci de heba edilecek… Geçmişte PKK pek çok barışa fırsat tanıdı. Ama bu tavrı doğru dürüst kamuoyuna aktarılmadı. Türk medyası bu önemli adımları ya görmedi, ya da genelkurmay süzgecinden geçmiş halde gördü: Sözde ateş-kes dedi. Şimdi bu durum eskilerden biraz daha faklı oldu. PKK ateş kesi siyasi bir tavır olarak Türk kamuoyu ile yaygın medya tarafından paylaşıldı. Hatta bu tavrın önemli olduğunun altı çizildi. Geçmişte böyle ateş-kesleri görmezden gelen köşe yazarları değerlendirmeler yaptılar. Ama bir de şu var: Türkiye’de hem parlamento içinde hem de dışında son derece gerici bir muhalefet var. Kendilerini solcu olarak tanımlayan bazı siyasi akımlar bile düpedüz faşist bir çizgiye geldiler. Milliyetçileri saymıyorum artık… Bu durum Türkiye’nin talihsizliğidir.
KCK’nin dört talebi vardı. Bu taleplerden biri yüzde on barajıydı, operasyonun durması, 1700 Kürt siyasetçinin serbest bırakılmasıydı. Ama Erdoğan genel afa karşı çıkıyor. Kollektif haklar yok bireysel haklar var diyor. Peki sorun nasıl çözülür?
Çözülmez! Bu bakış açısıyla katiyen çözülmez. Kürtlerin, Kürtler tarafından yönetilmesini hazmedemeyen geleneksel Türk siyaseti ülkeyi cehenneme çevirdi. Bu durum yeni de değil. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren böyle… Eskiden Kürt yoktu, şimdi Kürt var ama Kürt yönetici yok! Kısıtlı imkanları kullanıp seçim sandıklarından çıkarlarsa o zaman da ya enselerinden tutulup parlamentodan atılıyorlar, ya da bileklerine kelepçe vurulup hapse konuluyorlar. Kürt hazımsızlığı olarak açıklanabilir.
Cüneyit Ülsever bir yazısında diyor ki: ‘Erdoğan sorunu çözmek istiyorsa PKK ve Öcalan’la görüşmek zorunda. Sorun ancak böyle çözülür. Yok sayarak çözülmez diyor. Siz katılıyor musunuz?
Katılıyorum. Kesinlikle doğru bir yaklaşım.
BDP’nin demokratik özerklik projesini nasıl buluyorsunuz? Bu sorunun çözümü için bir yol olabilir mi?
Türkiye’nin çok ilersinde bir siyasi proje olarak değerlendiriyorum. O kadar ki kendilerini çok ilerici çok demokrat olarak belletip, topluma kabul ettirmiş olanların bile ezberleri bozuldu. Bu bir talep… Kürtlerin ortaya attığı bir siyasi proje… Birlikte tartışalım. Ama öyle olmadı, çok ürpertici geldi herkese… Ben genel olarak böylesi siyasi açılımlara olumlu bakıyorum. Dünyada pek çok devlet var federasyon biçimde örgütlenmiş. Türkiyelilerin ikinci büyük nüfusu oluşturdukları Almanya’da kaç tane hükümet var değil mi? Almanya parçalanıyor mu? Tam tersine büyüdü bile… İki ayrı Almanya vardı, ikincisi birincine katıldı. İspanya da böyle… Türkiye kamuoyu konu hakkında bilgisiz olduğu için Kürtlerin çağdaş yönetim önerilerini dünyanın sonu gibi algılıyorlar.
Seçimlerle Kürt sorunu ipotek altına alınmış deniyor. Katılıyor musunuz? Zira hükümet hep bunu öne sürdü.
Örgütlü siyasi yapıların gücü kitleleri yönlendirebilmeleriyle doğru orantılıdır. Bu yetenek en fazla Kürt siyasi hareketinde var gibi gözüküyor. Bu da eleştiriliyor. Oysa bir başka partinin bu yöndeki kabiliyeti alkışlanıyor. Mesela AKP’nin 2007 Seçimlerindeki başarısı tabanına hakim oldu diye alkışlandı. Bunu Kürtler yapınca ‘ayıp’ oluyor!
Nazım Bey, projektörü daha geniş tutarsak karşımıza şu çıkıyor; Erdoğan sadece Kürtlerin sorununu değil, herkesin sorununu çözecekti ama çözmedi. Oyalama ve kandırmaca ile hesaplanan nedir?
Gerek Tayyip Erdoğan gerekse başında bulunduğu AKP demokrasiyi özümsemiş bir hareketten gelmiyor. Biat kültürünün egemen olduğu bir siyasi geçmişe sahipler. Bu yüzden demokrasi istemleri ancak kendi hedefleriyle sınırlı kalıyor. Kendileri de mağdur iseler o zaman diğerlerinin taleplerini benimsiyormuş görünebiliyorlar. Ama kendileri paçayı kurtarınca o zaman kimseleri gözleri görmüyor. Kürt sorununa da böyle bakıyorlar. Biz buradan oy alabilecek miyiz? Kürtleri AKP’ye monte edebilecek miyiz? Yoksa kendi başlarını alıp gidecekler mi? Bu soruların yanıtları AKP’nin siyasi manevra alanını belirliyor.
Gazeteciler, yazarlar ve aydınlar Kürt meselesini ne kadar bağımsız ele alabiliyor? Halen ‘kötülüğün kaynağı’ Kürtlerdir, diyenler çoğunlukta. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Genel olarak 1984 sonrasında yaşanan çatışmalı ortamlar milliyetçiliği körükledi. Savaş herkesi kirletir denilir ya, işte bunu en çok Türkiye’de görüyoruz. Savaş sadece askeri araç gereç mühimmat alıp satan kapitalist sistemi ve ondan beslenenleri kirlenmişliğiyle bırakmıyor, uzaktan bakanları içine alıyor. Zihinler de kirleniyor. Türkiye’de böylesi bir zihin kirliliği de söz konusu… Bu kadar çok insanını kaybetmiş bir ulusu böylesine hoyratça eleştirebilmek için başka türlüsüne imkan yok.
Peki sizce ne yapılması gerekiyor?
Ben siyasetçi değilim. Zaten böylesi konularda siyasi hareketlere rota çizecek kadar haddimi aşmış biri hiç olmadım. Bu yüzden ne yapacağız sorusuna doğru kesin vereceğim bir yanıt olmayabilir. Ama ‘’ne yapmamalıyız” konusunda -yaşadıklarımdan çıkartabildiğim- söyleyecek sözüm vardır sanıyorum.
Nedir o söz?
O söz şu; hepsinin önünde sosyalistlerin temel mücadele doğrularından kuşku duymamamız gerekiyor. Biz başta barış, demokrasi ve insan hakları gibi insanlığın evrensel değerlerini savunmak konusunda asla geri adım atmamalıyız. Deniliyor ki, bunlar geçen yüzyılın modasıydı, geçti. Bir hastalığa geçen yüzyılda şifa olmuş ve onu ortadan kaldırmış bir ilaç için modası geçti diyebiliyor muyuz? Tedavi yöntemleri başarıya ulaşmışsa o yöntemin eskiliğini tartışıyor muyuz? Bu yüzden en başa barışı koymalıyız. Barış ortak payda olduğunda diğerleri kendiliğinden gelecektir. 20. Yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de sol içinde Türk-Kürt farkı fark edilmiyordu. Yine öyle olmalıyız. Barış ve Demokrasi Partisi, TBMM’de grup oluşturabilmeyi başarmış bir yapı olarak bütün Türkiye solunun partisi olarak kucaklayıcı işlevselliğe sahip olabilir. Halkın istekleriyle solun istekleri arasında fark olmamalıdır. Halkın en önde gelen isteğiyse kirli savaşın bir an önce sona ermesidir. Bu yüzden “barış” en önde gelen şiarımızdı, yine öyle olmalıdır.
ERDAL ER
rojrost@hotmail.com
Sonra, Kürt çocuklarını serbest bıraktıklarını söyledi ama Kürt çocuklarını kendisinin hapse attığına vurgu yoktu. ‘Kadında olsa çocukta olsa güvenlik güçleri gereğini yapacaktır’ sözünden sonra Ceylan Önkol, başta olmak üzere onlarca Kürt çocuğunun katledildiğini hatırlamadı bile...
‘Gece yarısı sokak ortasında ensesine kurşun sıkılarak katledilen faili meçhullerin acısını çok iyi biliriz’ dedi. Ancak Bulanık’ta Necmi Oral, Amed’te Aydın Erdem’i, Muğla’da Şerzan Kurt’un kendi döneminde öldürüldüğünü saman altı ediverdi.
Ape Musa’dan söz etti ama 2005 yılında 70 yaşında ki Hasan Şahin’in kendi döneminde infaz edildiği gerçeğini ise ustalıkla sakladı. Liste uzayıp gidiyor...
Ne yapacağız? Erdoğan’ın söylediklerine mi, yaptıklarına mı inanacağız. Durum bu. Bende bu durumu gazeteci yazar Nazım Alpman’la konuştum.
Erdoğan Diyarbakır’a gitmeden Işık Koşaner’le bir araya geldi. Bu bir mesaj mıydı?
Bu konuda özel bir bilgiye sahip değilim. Ancak söz konusu ziyaret edilecek yer Diyarbakır ise bir siyasinin genelkurmay başkanı ile gündem dışı görüşme yapması elbette spekülasyona açıktır.
Erdoğan Diyarbakır’da yol, elektirik ve sağlık ocağından söz etti. Konuşmasında OHAL ve DGM’leri kaldırdığını ifade etti. Ancak OHAL yerine ‘Geçici Güvenlik Bölgeleri’, DGM’lerin yerine de ‘Özel Yetkilerle’ donatılmış mahkemelere geçildiğini atladı ya da atlamak istedi....Bölgede kan ve savaş var iken tuhaf kaçmıyor mu bu söylem?
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasını üstten ve üstünkörü okuyunca/dinleyince ‘Aaa bir Türk başbakanı ilk defa Kürtlerin yaşadığı acıları telaffuz ediyor’ denilebilir. Bu haliyle de alkışlamak gafletine düşülebilir. Ki, Türk medyası böyle bir bakış açısıyla Erdoğan’a yine kocaman bir ‘bravo’ çaktı! Bana göre Erdoğan’ın Diyarbakır konuşması tam anlamıyla ‘icraatın içinden’ programı oldu. Tarım kredilerine kadar Hükümet’in imza attığı her şeyi, sanki Kürtlerin kazanımları gibi sundu. Bir anlamda aslında vermemiz gerekiyordu ama verdik, demeye getirdi. Bu haliyle de geleneksel ‘Ankara/Türk bakışının’ dışına çıkmadı. İnsan hakları konusunda Başbakan’ın sözleriyle bölge gerçekleri birbirleriyle 180 derece açı oluşturuyor.
Erdoğan’ın icraatlarından biri de acılardan bahsetmek ve ağlamak oldu son zamanlarda. Diyarbakır cezaevinden bahsederken bile kendi döneminde 1700 siyasetçinin tutuklandığını umarsamayan bir aymazlıkla zulümden ve işkenceden söz etti... Bunu nasıl izah etmeli?
Hapishaneler, işkenceler, geçmişte çekilen acılar, yaşanan zulümler… Bunların tümü sanki geçmişte kalmış gibi anlatılıyor. Oysa Diyarbakır’da eski ile günümüz arasında çok fazla mesafe bulunmuyor. Daha dün halkın oylarıyla seçilmiş belediye başkanları, meclis üyeleri plastik kelepçelerle savaş esirleriymişçesine sıraya dizildiler. Hapse atıldılar. Hala da serbest bırakılmadılar. Başbakan Erdoğan’ın dili ile eli arasında da fark var. Ninni söylerken çocuğunu döven hoyrat bir ebeveyne benziyor.
Erdoğan, demokrasi yolunda adım attık diyerek; Kürt çocukları için yasa çıkartık ve serbest kaldılar dedi. Ama çocukların hapse atılmasına neden olan yasayı kendisinin çıkartığını söylemedi.
Ben de tam bu gibi iki yüzlü yaklaşımdan söz ediyorum. Taş atan çocukların terörist kabul edilecekleri önceden ilan edildi, sonra yasa çıkartıldı. Ardından da küçük çocuklar hapishaneleri doldurdular. Referandum öncesinde insan hakları açısından bu hilkat garibesi durumu düzelttiler. Çocuklar tahliye oldu. Başbakan da çıkıp çocukları biz hapisten çıkarttık diyor. Peki onları kim hapse atmıştı? Diyarbakır’da Başbakan’ı öven kalemlere bunu sormak gerekiyor.
Şu cümleye ne dersiniz: ‘Gece yarısı sokak ortasında ensesine kurşun sıkılarak katledilen faili meçhullerin acısını çok iyi biliriz.’ Dedi. Bu doğru ama Bulanık’ta Necmi Oral, Aydın Erdem, Şerzan Kurt güpe gündüz öldürüldü. Bu da Erdoğan dönemiydi.
Genelde Güneydoğu Anadolu özelde de Kürtler söz konusu olduğunda insan hakları ihlalleri ‘normalmiş’ havası var Türkiye’de… Tıpkı dağda ölenler arasındaki ayrım gibi… Gerilla öldüğünde ‘normal’ kabul edilen insan kaybı, asker öldüğünde tam tersi bir atmosferde ilan ediliyor. AKP’nin iktidar yılları ile 12 Eylül sonrasındaki bütün iktidarlar arasında bu anlamda hiçbir fark bulunmuyor.
Bin yıllık kardeşlik dedi ama süren savaşı nasıl durduracağını söylemedi.
Bunu söylemeye yetkili olmadığı gibi bir izlenim veriyor. Bütün mesele muhataplık konusunda düğümleniyor. Savaşırken, çatışırken muhatap olan PKK barış ortamı için muhatap kabul edilmez deniliyor. Peki muhatap değilseniz o zaman dağda da çatışmaya girmeyin! Bu nasıl kaçınılmaz bir gerçek ise barış için de PKK ile masaya oturulması öyle bir gerçektir. Devlet bugüne kadar kaç kez pazarlık yaptı. Sendikalarla oturup toplu sözleşme pazarlığı yapıyor. Saat ücretleri üzerinden kuruş pazarlığı bile yapılıyor. Bunu yaparken devletin onuru zedelenmiyor, ölen canlar için masaya oturup pazarlık yapmak ağırına gidiyor. Kardeşlik meselesine gelince… Eğer Kürtler kendilerine verilen her şeye razı olurlarsa o zaman iyi kardeş oluyorlar. Eşitlik istediklerinde ise ortada ne kardeşlik kalıyor ne arkadaşlık…
Erdoğan Diyarbakır’dan önce Ağrı’daydı. O gün iki de gerilla cenazesi Ağrıdaydı. Erdoğan analar ağlamasın dediği saatlerde iki anne ağlıyordu.
Sanıyorum bu soruyu bir önceki yanıtımla yanıtladım. Kürtlerin evlatları, evlat acıları Türkler kadar değerli kabul edilmiyor. Acı ama ne yazık ki böyle!
Şimdi Erdoğan Diyarbakır’da konuştu ve döndü. Geride çözüm bekleyen Kürt sorunu kaldı. KCK’nin eylemsizlik kararı 20 Eylül’de son buluyor ve hükümetten adım yok. Sizce bu kez de fırsat kaçtı mı?
Eğer eskimiş bakış acısıyla yola devam edilecekse öyle sanıyorum ki, bu ateş-kes süreci de heba edilecek… Geçmişte PKK pek çok barışa fırsat tanıdı. Ama bu tavrı doğru dürüst kamuoyuna aktarılmadı. Türk medyası bu önemli adımları ya görmedi, ya da genelkurmay süzgecinden geçmiş halde gördü: Sözde ateş-kes dedi. Şimdi bu durum eskilerden biraz daha faklı oldu. PKK ateş kesi siyasi bir tavır olarak Türk kamuoyu ile yaygın medya tarafından paylaşıldı. Hatta bu tavrın önemli olduğunun altı çizildi. Geçmişte böyle ateş-kesleri görmezden gelen köşe yazarları değerlendirmeler yaptılar. Ama bir de şu var: Türkiye’de hem parlamento içinde hem de dışında son derece gerici bir muhalefet var. Kendilerini solcu olarak tanımlayan bazı siyasi akımlar bile düpedüz faşist bir çizgiye geldiler. Milliyetçileri saymıyorum artık… Bu durum Türkiye’nin talihsizliğidir.
KCK’nin dört talebi vardı. Bu taleplerden biri yüzde on barajıydı, operasyonun durması, 1700 Kürt siyasetçinin serbest bırakılmasıydı. Ama Erdoğan genel afa karşı çıkıyor. Kollektif haklar yok bireysel haklar var diyor. Peki sorun nasıl çözülür?
Çözülmez! Bu bakış açısıyla katiyen çözülmez. Kürtlerin, Kürtler tarafından yönetilmesini hazmedemeyen geleneksel Türk siyaseti ülkeyi cehenneme çevirdi. Bu durum yeni de değil. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren böyle… Eskiden Kürt yoktu, şimdi Kürt var ama Kürt yönetici yok! Kısıtlı imkanları kullanıp seçim sandıklarından çıkarlarsa o zaman da ya enselerinden tutulup parlamentodan atılıyorlar, ya da bileklerine kelepçe vurulup hapse konuluyorlar. Kürt hazımsızlığı olarak açıklanabilir.
Cüneyit Ülsever bir yazısında diyor ki: ‘Erdoğan sorunu çözmek istiyorsa PKK ve Öcalan’la görüşmek zorunda. Sorun ancak böyle çözülür. Yok sayarak çözülmez diyor. Siz katılıyor musunuz?
Katılıyorum. Kesinlikle doğru bir yaklaşım.
BDP’nin demokratik özerklik projesini nasıl buluyorsunuz? Bu sorunun çözümü için bir yol olabilir mi?
Türkiye’nin çok ilersinde bir siyasi proje olarak değerlendiriyorum. O kadar ki kendilerini çok ilerici çok demokrat olarak belletip, topluma kabul ettirmiş olanların bile ezberleri bozuldu. Bu bir talep… Kürtlerin ortaya attığı bir siyasi proje… Birlikte tartışalım. Ama öyle olmadı, çok ürpertici geldi herkese… Ben genel olarak böylesi siyasi açılımlara olumlu bakıyorum. Dünyada pek çok devlet var federasyon biçimde örgütlenmiş. Türkiyelilerin ikinci büyük nüfusu oluşturdukları Almanya’da kaç tane hükümet var değil mi? Almanya parçalanıyor mu? Tam tersine büyüdü bile… İki ayrı Almanya vardı, ikincisi birincine katıldı. İspanya da böyle… Türkiye kamuoyu konu hakkında bilgisiz olduğu için Kürtlerin çağdaş yönetim önerilerini dünyanın sonu gibi algılıyorlar.
Seçimlerle Kürt sorunu ipotek altına alınmış deniyor. Katılıyor musunuz? Zira hükümet hep bunu öne sürdü.
Örgütlü siyasi yapıların gücü kitleleri yönlendirebilmeleriyle doğru orantılıdır. Bu yetenek en fazla Kürt siyasi hareketinde var gibi gözüküyor. Bu da eleştiriliyor. Oysa bir başka partinin bu yöndeki kabiliyeti alkışlanıyor. Mesela AKP’nin 2007 Seçimlerindeki başarısı tabanına hakim oldu diye alkışlandı. Bunu Kürtler yapınca ‘ayıp’ oluyor!
Nazım Bey, projektörü daha geniş tutarsak karşımıza şu çıkıyor; Erdoğan sadece Kürtlerin sorununu değil, herkesin sorununu çözecekti ama çözmedi. Oyalama ve kandırmaca ile hesaplanan nedir?
Gerek Tayyip Erdoğan gerekse başında bulunduğu AKP demokrasiyi özümsemiş bir hareketten gelmiyor. Biat kültürünün egemen olduğu bir siyasi geçmişe sahipler. Bu yüzden demokrasi istemleri ancak kendi hedefleriyle sınırlı kalıyor. Kendileri de mağdur iseler o zaman diğerlerinin taleplerini benimsiyormuş görünebiliyorlar. Ama kendileri paçayı kurtarınca o zaman kimseleri gözleri görmüyor. Kürt sorununa da böyle bakıyorlar. Biz buradan oy alabilecek miyiz? Kürtleri AKP’ye monte edebilecek miyiz? Yoksa kendi başlarını alıp gidecekler mi? Bu soruların yanıtları AKP’nin siyasi manevra alanını belirliyor.
Gazeteciler, yazarlar ve aydınlar Kürt meselesini ne kadar bağımsız ele alabiliyor? Halen ‘kötülüğün kaynağı’ Kürtlerdir, diyenler çoğunlukta. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Genel olarak 1984 sonrasında yaşanan çatışmalı ortamlar milliyetçiliği körükledi. Savaş herkesi kirletir denilir ya, işte bunu en çok Türkiye’de görüyoruz. Savaş sadece askeri araç gereç mühimmat alıp satan kapitalist sistemi ve ondan beslenenleri kirlenmişliğiyle bırakmıyor, uzaktan bakanları içine alıyor. Zihinler de kirleniyor. Türkiye’de böylesi bir zihin kirliliği de söz konusu… Bu kadar çok insanını kaybetmiş bir ulusu böylesine hoyratça eleştirebilmek için başka türlüsüne imkan yok.
Peki sizce ne yapılması gerekiyor?
Ben siyasetçi değilim. Zaten böylesi konularda siyasi hareketlere rota çizecek kadar haddimi aşmış biri hiç olmadım. Bu yüzden ne yapacağız sorusuna doğru kesin vereceğim bir yanıt olmayabilir. Ama ‘’ne yapmamalıyız” konusunda -yaşadıklarımdan çıkartabildiğim- söyleyecek sözüm vardır sanıyorum.
Nedir o söz?
O söz şu; hepsinin önünde sosyalistlerin temel mücadele doğrularından kuşku duymamamız gerekiyor. Biz başta barış, demokrasi ve insan hakları gibi insanlığın evrensel değerlerini savunmak konusunda asla geri adım atmamalıyız. Deniliyor ki, bunlar geçen yüzyılın modasıydı, geçti. Bir hastalığa geçen yüzyılda şifa olmuş ve onu ortadan kaldırmış bir ilaç için modası geçti diyebiliyor muyuz? Tedavi yöntemleri başarıya ulaşmışsa o yöntemin eskiliğini tartışıyor muyuz? Bu yüzden en başa barışı koymalıyız. Barış ortak payda olduğunda diğerleri kendiliğinden gelecektir. 20. Yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de sol içinde Türk-Kürt farkı fark edilmiyordu. Yine öyle olmalıyız. Barış ve Demokrasi Partisi, TBMM’de grup oluşturabilmeyi başarmış bir yapı olarak bütün Türkiye solunun partisi olarak kucaklayıcı işlevselliğe sahip olabilir. Halkın istekleriyle solun istekleri arasında fark olmamalıdır. Halkın en önde gelen isteğiyse kirli savaşın bir an önce sona ermesidir. Bu yüzden “barış” en önde gelen şiarımızdı, yine öyle olmalıdır.
ERDAL ER
rojrost@hotmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder