Dünyada Kürt ulusundan başka 40 milyonluk nüfusa ulaşmış ama ulus
olarak varlığının devamı için en temel ihtiyacı olan devletleşmeyi
gündemleştiremeyen, üstelik sürekli buna karşı gerek sol, gerekse İslami
cepheden argümanlar üreten başka bir ulus yoktur. Bu konuda o kadar
maharetliyiz ki İsmail Beşikçi gibi bir bilim adamına dahi: " Bu nasıl
uluslararası anti-Kürt bir düzendir ki yıllardır Kürtlerin üstüne
çullanıyorlar? Benim tahminlerime göre dünya üstünde 50 milyon Kürt
yaşıyor. Ve bir devletleri yok.Bu nasıl bir haksızlıktır? Ama burada
BDP'nin de payı var. Biz bağımsızlık istemiyoruz diyorlar. Eğer siz
bayrak ve devlet istemiyorsanız sizde bir sakatlık var!"
dedirtebiliyoruz. İsmail Hoca'nın söylediklerine karşı aynı salonda
bulunan Sebahat Tuncel gazeteci Ezgi Başaran'a " Ben Beşikçi Hoca'ya
katılmıyorum. Kürt hareketi ulus devleti sadece Kürtler için istemiyor
değil, bu kavrama tamamen karşı. Bu nedenle de çok ilerici kalıyor."
diyebiliyor. Ört ki ölem dedikleri böyle birşey olsa gerek.
Bir kaç yıl evvel Mersin'deki bir Newroz kutlamasında eline mikrofon geçiren yarı-aydınlardan biri Kürtleri ve onların mücadelesini bırakın Ortadoğu'yu, tüm dünyayı özgürleştirip, sosyalizme kapı açacak,emperyalizmin planlarını bozacak bir mücadele olarak nitelemişti. Bu konuşmanın yapıldığı tarihte Kürdistan'da Kürt çocukları okullarda "Ne Mutlu Türküm Diyene" - "Varlığım Türk Varlığına Armağan Olsun" diye bağırtılıyordu ve evet, hala öyle bağırtılıyor. Yeryüzünün hiçbir yerinde uygulanmamış sömürge altı bu politikaya muhatap Kürdistan halkı kendi sorunlarını çözmüş gibi bir de dünyanın sorunlarına el attırılıyor. Üstelik de yukarıda anlattığım her iki olay da Abdullah Öcalan'ın emperyalizmin ağababası ABD tarafından Türkiye'ye tesliminden onbeş yıl gibi ulusların tarihinde çok kısa olan bir süre geçmeden yapılabiliyor. Hala aynı kafa yapısının Kürt siyaset sınıfında varolduğunu görmek üzücü olmaktan da öte. İnsan bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür diye düşünmeden edemiyor.
Soru şu ki bu tahsili Kürt legal siyaset sınıfına kim veriyor? Kendi somut sorunlarını çözemez durumdayken dünyanın soyut sorunlarına el atma cüreti nereden kaynaklanıyor? Ben şahsen bu tahsili ve cüreti bir kurum olarak PKK'nin verdiğini düşünmüyorum, Abdullah Öcalan'ın parti ortamı dışında, esaret koşullarında ve denklemleri kavrama şansı olmadan ürettiği teorilerini dışarıda tutarak. Zaten ABD tarafından Türkiye'ye şartlı teslim edildiği tarihten bu yana doğru yöntem PKK ve Öcalan'ı iki ayrı entite olarak değerlendirmektir. Bu nedenle bu çelişkili durumu Abdullah Öcalan'ın "yeni" teorileri ve Ankara koşullarında Kürt legal siyaset sınıfının yarattığını düşünmek, Ankara koşullarında bu politikanın takip edilmesinin gerektiği konusunda Türk egemenlerinin, siyaset sınıfının, bürokrasisinin ve şüphesiz en büyük sömürgeci asker olan Türk medyasının görünür ve görünmez baskısıyla kendi kendilerini ikna ettiklerini düşünmek bana daha rasyonel geliyor.
Bu duruma uygun düşen kelime paradoks. Hatta belki oksimoron. Uluslaşıyorsunuz,ulusal kurumlarınızı oluşturuyorsunuz ve bu kurumların oluşumunu önemsiyorsunuz;ama anlamı bu kurumların tümünü kapsayan koordinasyon merkezi olan devlete,devletleşmeye karşısınız. Ülkenizi Kürdistan olarak tanımlıyorsanız, Kürdistan'da egemen olmak istiyorsanız ve bu egemenliği bir hukuk düzeni aracılığıyla kulanmak istiyorsanız, sizin istediğiniz şeyin adı devletleşmedir. Ve korkmayın,devletleşmeyi istemek kesinlikle günah değildir. Gerçi siz ulus devleti sadece Kürtler için istemiyor değilsiniz,bu kavrama tamamen karşısınız. Kapitalizmin ilk aşamalarında kaçınılmaz olan ve emeğin yerini alıp onu işsiz ve aç bırakan makinalaşmaya, yani kaçınılmaza olan tepkilerini makina kırıcılıkla gösteren Luddistler vardı, şu an iktisat tarihinde bir satırbaşıdırlar sadece.
Uluslaşan bir halka,üstelik bunu neredeyse demografik bir devrimle yapan bir halka devletleşme yolunu göstermeyip,onun yerine palyatif önerilerde bulunanların herhangi bir tarihte bir satırbaşı olarak bile yeralabileceklerinden emin değilim. Çelişkiler, çelişkilerle çözülür önermesi çok güçlü bir önermedir ve hala kimse yanlışlığını kanıtlayamamıştır. Eğer ulus devlet bir çelişkiyse ve her halktan Kürdistan ulusunun çektiği acılar bunun sonucuysa ,bu çelişkinin çözümü de Kürdistan devletinin inşasıdır. Samimi Kürt devrimcisinin görevi de öncelikle bu inşa sürecine katılmak,ikincil olarak da bu devletin demokratik, insan/kadın/azınlık ve girişimcilik haklarını gözeten modern bir devlet olmasına çalışmaktır. Bu inşa süreci zaten çok önce başlamıştır, ekolojik devrimcilere rağmen devam etmektedir ve onların rızası hilafına da olsa sonuçlanacaktır. Haritaya bakmadan,bir bütün olarak Kürdistan'ın dünyanın neresinde durduğunu bilmeden Kürdistan devrimcisi olunamayacağı da ortadadır, taktik ilminin sınırlarınının daha fazla zorlanmasının bir faydasının olamayacağı da.Ki ne yazık ki bizimkiler taktiği strateji yerine ikame etme konusunda pek gönüllü ve de yetenekliler.
Emin olabiliriz ki, şu anki tüm kafa karışıklıklarına ve aralarındaki çelişkilere ragmen, Ankara da,Şam da, Bağdat ta, Tahran da stratejik akıl konusunda bizim legal siyaset sınıfımızdan da,İmralı'dan da, Kandil'den de, ve hatta Erbil'den de daha deneyimlidir, daha organizedir ve daha mahirdir.Kürdistan'ın parçalanmasını organize eden Büyük Britanya ve Fransa'nın ve hepsinden önemlisi ABD'nin bu konudaki yeteneklerini anlatmaya gerek yoktur sanırım. Paris'te 3 Kürdistanlı devrimcinin öldürülmesi bile bu stratejik aklın yürürlükte olduğunun kanıtıdır. Bu toplu cinayetin en önemli sonucu tüm Kürdistan kurumlarının TC devletinin istihbarat kurumuyla yapılan görüşmelerin "barış müzakereleri" olduğuna ikna edilmesi ve "barış" ın haklı ya da haksız olduğuna bakılmadan zarfın mazrufun önüne geçmesidir.Bu durumu en özlü şekilde ifade eden ve Türk medyasınca özellikle öne çıkarılan bir pankartın Sakine, Fidan ve Leyla'nın Amed'deki cenaze töreninde taşındığını gördüm: "Savaşın kazananı,barışın kaybedeni olmaz!". Oysa hem savaşların hem de barışların kazanan ve kaybedenleri vardır.Ne yazık ki mevcut "parametreler" dahilinde yapılacak müzakereler sonucu gelecek bir "barış"ın ve "kardeşlik" in en büyük kaybedeni Kürdistan olacaktır. Yine de ulusal kurtuluş hareketinin bütünlüğü korunarak,bölünüp parçalanmadan yapılacak kaybettirici bir barış; bugünün koşullarında ulusal kurtuluş hareketinin bölünmesine neden olabilecek bir savaş devamından iyidir. Kürdistan halkının bugün kaybetse bile yarın kazanacağı kesindir. Bu hükmü kesinleştiren demografik,sosyolojik,ekonomik faktörleri ülkemizi bölüp paylaşanlar bizden daha iyi biliyor, bunu bilmek onlardan çok bizim işimiz olduğu halde.
Demografik faktöre ana veri kaynağı TC Başbakanı Erdoğan'ın her gün ısrarla vuguladığı en az 3 çocuk politikası ve daha önemlisi Milliyet Gazetesi'nin 18 Aralık 1996'da yayınladığı Bakanlıklararası Takip ve Yönlendirme Kurulu'na sunulmak için hazırlanan MGK Raporu'ndaki aşağıdaki satırlardır. Bu rapor TC'nin demografik kaygıları konusunda ders vericidir:"Bölgedeki doğurganlık oranının yüksekliği ve hızlı nüfus artışı diğer bölgelere nazaran yüksek. Bu artış Kürt milliyetçiliğinin içte ve dışta canlı tutulmasıyla nüfus dengelerinin değişmesi durumunda uzun vadede bir tehdit olarak ortaya çıkabilir. Araştırmalara göre Kürt nüfusu oranı 2010'da toplum nüfusun yüzde 40'ına, 2025'te yüzde 50'nin üzerine çıkma eğiliminde. Bu oranla birlikte Kürt milliyetçiliğinin de ön plana çıkması ve bunun da milletvekili sayısına oranlanması ileride vahim sonuçlara yol açabilir.
Bölgede nüfus planlaması seferberliği elzemdir. Az çocuğa prim ve çok çocuğa vergi gibi radikal önlemler gereklidir."
Ekonomik faktör konusunda da aşağıdaki satırlar Kürtlerin nasıl bir zenginliğin üzerinde oturduklarını gösterme anlamında zihin açıcıdır:
"Tahminlere göre Kürdistan Bölgesel Yönetimi sahalarında 45 milyar varil petrol ve 3,5 trilyon metreküp gaz yerüstüne çıkarılmayı bekliyor. Bu miktarlar,eğer doğruysa Avrupa'nın Rusya'ya karşı seçenek umudu olan Azeri-Türkmen, yani Hazar havzası potansiyelinin altı katı kadar.Eski BP, yeni Genel Enerji Başkanı Tony Hayward, " o petrol bir şekilde pazara çıkacak" diyor, siyasi sorunlar sorulduğunda." (Murat Yetkin'in köşeyazısı, Radikal,13.12.2012)
İşin kilit noktası da bu."O petrol bir şekilde pazara çıkacak." Nokta...
Bu petrol pazara,ya da daha net bir söyleyişle en yakın limana ulaşmak zorunda. Bu liman çok büyük bir Baniyas ya da Haifa sürprizi yaşanmazsa ya Lazkiye'dir ya da Yumurtalık/Ceyhan. Baniyas seçeneği Irak ve Suriye sınırları içerisinde katettiği güzergahı itibariyle ancak Irak'ta Kürtlerle Arapların ayrıldığı ve Kerkük petrollerinin Araplar'da kaldığı bir senaryoda önemli hale gelebilir. Kerkük petrollerini Baniyas'a ulaştıran ancak uzun yıllardır kullanılmayan bir petrol boru hattının ve Baniyas'ta bir petrol rafinerisinin varlığına rağmen Kürtlerin Kerkük'ü, yani Kürdistan'ın kalbini bırakabilecekleri olasılığı üzerine konuşmak gereksizdir. Haifa seçeneği de Araplar dahil Müslümanlarla İsrail arasındaki yoğun çelişkilerden kaynaklı olarak çok yakın gelecekte mümkün görünmemektedir.
Hangi limanın tercih edileceği tamamıyla güç dengelerine,emperyalistler arası boğuşmanın boyutlarına, İran'la Batı'nın ilişkilerine, Güney Kürdistan yönetiminin yönelimlerine ve PKK'nin nerede mevzileneceğine bağlı. Kuzey ve Batı Kürdistan da bütün bu mücadelenin cereyan edeceği ana savaş alanı.
ABD'nin öngördüğü,Güney Kürdistan yönetiminin gerçekleşmesi için çalıştığı, TC'nin de "cömert" bir "müzakere" süreciyle destek verdiği seçenek Kürdistan petrollerinin Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı üzerinden pazara ulaşmasıdır. 1977'de devreye alınan 986 km.lik 1. Hat ve 1987'de devreye giren 890 km.lik 2. Hat bu proje için emre amadedir ve yıllık 70 milyon ton ham petrol taşıma kapasitesine sahiptir. Irak devlet sınırlarındaki kısmı Kürdistan'dan çok Irak topraklarından geçtiğinden ötürü Irak Arapları'nın da bu projeye onay vermesi gerekmektedir ve bana göre projenin en aksayan kısmı budur. Bu arada yılda 10 milyar metreküp doğalgaz taşıma kapasitesine sahip olacak yeni bir hattın Kürdistan'dan geçecek kısmına ait fizibilite çalışmaları BOTAŞ tarafında başlatılalı çok oldu ve belki bu fizibilite bizim henüz bilmediğimiz Kerkük petrollerini Arap topraklarından geçmeden Kuzey Kurdistan'a bağlayan yeni bir ara hattı da projeliyor olabilir.
Bu vesileyle Güney Kürdistan'da devletleşmenin ilk yıllarında "Kürtlerin iki sorunu var: Kerkük ve İskenderun" diyen Vanlı yoldaşımı da yadetmek isterim. Herhalde Kürdistan'ın kurtuluş projesi olarak gördüğü bu projenin ABD'nin,Güneyli Kürtlerin ve TC'nin birlikte kotardığı bir projeye dönüşeceğini hiç hesaplamamıştı.Oysa ABD petrol fiyatlarına çok duyarlı bir ülke ve Hürmüz Boğazı kartını kullanarak sık sık petrol fiyatlarını manipule etme imkanını İran'ın elinden almak ve diğer petrol üreticisi ülkelere de bir gözdağı vermek istiyor ve güvenliğin sağlanıp tam kapasite çalışabildiği koşullarda Kürdistan petrolleri ve Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı dünya petrol piyasalarında ham petrolun fiyatını düşürecek etkiye fazlasıyla sahip.Bu arada Irak ile Türkiye arasındaki petrol boru hattı anlaşmasının süresinin Mart 2010'da sona erdiğini ve tekrar 15 yıl süreyle uzatıldığını da belirtmek lazım.
Petrol boru hattının güvenliği ve Güney Kürdistan-Batı Kürdistan sınırlarından yürüyecek yeni bir Kürdistan-Lazkiye petrol hattının siyasi onayında PKK çok ciddi bir öneme sahiptir. Her ne kadar son yıllarda onlar da siyasi ve ekonomik analizlerden "ekolojik" analizlere savrulma yaşamışsa da PKK aklı bu sürecin içinde önemli bir karar verici konumundadır.
Umarım şu ana kadar anlattıklarımız Paris'te 3 Kürdistan devrimcisinin katledilme nedenlerini de açıklama yolunda bir derinliğe sahiptir. Üzücü olan artık Kürtlerin siyasi-ekonomik analizler yapmaması, bunun yerini ise beyaz leçek-beyaz kaşkol-barış-müzakere analizlerinin almasıdır. Anadilde eğitim ve anadilde savunma hakkı gibi tartışılamayacak kadar temel insan haklarını vermek için dahi ayak sürüyen Roboski katliamı faili/suç ortağı TC-AKP iktidarıyla mücadeleyi bu kavramlar üzerinden sürdürüyorsanız ve dünyayı okuma biçiminiz gerçekten buysa biz daha çok Kürt katliamına tanık oluruz. TC-AKP iktidarı bu konuda o kadar pervasızdır ki "müzakere" dedikleri süreç devam ederken dahi Lice'de, Nusaybin'de ve Kandil'de Kürdistan ulusal kurtuluşçularını katliama uğratabilmektedir. Biz bu konularda PKK'yi eleştirir ve bilgilendiririz de asıl zor olan bunu ekmeğini anti-PKK li olmaktan çıkaran,Türk televizyonlarının müdavimlerine anlatmak.Üstelik bunların en azından bir kısmı Kürdistan meselesinin aslının içinde Bitlis ve Cizre beyliklerinin başı çektiği Kürt beyliklerinin de jure özerkliğinin/de facto bağımsızlığının yok edilip Kürdistan'ın merkezi idareye merkezden atanan yöneticiler aracılığıyla bağlanması ve bu süreçlerde Kürdistan'ın adım adım askeri işgal altına alınması olduğunu "bir zamanlar" biliyorlardı.Artık unuttuklarını varsayabiliriz.
Ne yazık ki sömürgeci devletin "Kürt asıllıları" ve "aydınları" dışındaki Kürtler de anti-sömürgeci mücadelenin ana argümanlarını uzun yıllardır unuttular.Askeri işgal,işgalin sona erdirilmesi için gerekli devrimci şiddet,Kürdistan'ın yeraltı ve yerüstü kaynaklarının sömürgeciler ve onların işbirlikçilerince talan edilmesi,kültürel ve ahlaki yozlaşma,v.b. kavramlar artık pek revaçta değil.
Ulus devlet için savaşmak aslında Kürdistan toplumunun dünyaya eklemlenmesi için savaşmaktır, evet, kapitalizm için savaşmaktır; hatta kapitalizmin Kürdistan'a üzerinde girdiği eşeğin sırtından indirilerek modern ulus devletin görevlerini yerine getirebilmesi için olmazsa olmazdır. Ulus devletin Kürdistan'da üstleneceği pek çok görev vardır ve Kürdistan'da bebek ölüm oranlarının azaltılmasından tutun da çevre sorunlarına kadar pek çok problem çözme kapasitesine sahiptir. Merak ve itiraz edenler Güney Kürdistan'daki yarı-devletleşme öncesi ve sonrası istatistikleri karşılaştırmakla işe başlayabilirler.
Tekrar petrol boru hatları ve alternatif variş noktalarına dönersek Kürtlerin önünde izlenebilecek kabaca 2 yol bulunmaktadır.
Birinci yol: Güney Kürdistan ve TC'nin ABD'nin koordinatörlüğünde ve gerektiğinde verdiği "ince ayarlar" (Sakine'lerin öldürülmesi de acaba bu ince ayarlardan biri midir,öyle çıkarsa şaşırmayacağımı belirtmek isterim.) yardımıyla kotarmaya çalıştıkları büyük ortak TC-küçük ortak Güney Kürdistan ekonomik birliğidir.Bu birliğin varoluş koşullarında Kuzey Kürdistan kültürel haklarla yetinecek,statü talebinde bulunsa da sonuçlandırması oldukça zorlaşacaktır.Kürdistan ulusal kurtuluşunun en diri kolu durumunda bulunan PKK de bu rasyonellerin içine ekolojik toplum-statü talebinin reddi-özgür toplum paradigması-kardeşleşme-barış-v.b. kavramlarla alınmaya,bir başka deyişle teslim alınmaya çalışılacaktır.Batı Kürdistan'da da PKK'nin herhangi bir statü oluşturmasına izin verilmeyecek,dört parçadaki Kürdistan ulusal uyanışları buna izin vermeyecek noktaya gelirse bile bu görevi PKK yerine KDP'nin üstlenmesi tercih edilecektir.
İkinci yol: Haritaya daha dikkatli baktığımızda ortaya çıkabilme potansiyeli taşıyandır. Batı Kürdistan'ın özgürleşme koşullarında Derik'ten başlayıp Afrin'e kadar uzanan ve İskenderun'a dayanan bir hat sözkonusudur. Ya da bir diğer deyişle Kürdistan'ın denize kavuşmasının altyapısı tam da buradadır. Bu hatta özgürleşme koşulları yakalandığında Güney Kürdistan'la birleşme de gündeme gelecektir. Bu hattın denize çıkışı 2 yoldan olabilir.İlki TC ile işbirliği dahilinde İskenderun, ikincisi de oluşması öngörülen Nusayri devleti ile işbirliği dahilinde Lazkiye üzerinden. Kürtler petrol ve doğalgaz hatlarını da bu düzlemde oluşturabilirlerse tarih sahnesine hiç olmadıkları kadar güçlü çıkabilirler. Bu altyapı 21.yy'ın Kürtlere armağanıdır.Ne mutlu değerlendirebilene.
Burada belki de konuşulması gereken üçüncü bir yol daha var.Bu da Batısı, Güneyi ve en önemlisi Kuzeyi ile Kürdistan'ın Türkiye ile yapacağı tarihi bir ittifak ve belki de konfederasyonal bir yapıdır. Buunun önünde ciddi anlamda 3 engel bulunmaktadır.
İlk engel emperyalizmin Türkler ve Kürtler arasındaki sorunların devamından medet umması ve bariz bir şekilde bu sorunda TC'yi desteklemesidir. Ayrıca böylesi bir gerçek barış ve kardeşlik projesinin Ortadoğu'nun emperyalistlerce yönetilmesini/karıştırılmasını zorlaştırıcı etkisiyle pek çok engelle karşılaşacağı ortadadır.
İkinci engel Türk Sorunu'dur. "Bir Türk Dünyaya Bedeldir" ırkçı mülahazası ile yetişmiş, eşekleştirici bir ırkçı-Kemalist eğitim sisteminden geçirilmiş yarı lümpen bir halka bu projeyi anlatmak ve sonuç alıp ikna etmek ne yazık ki deveye hendek atlatmaktan zordur.
Üçüncü engel de bizatihi Güney Kürdistan yönetimidir. Güneyliler, özellikle egemen sınıflarının gelenekselleştirdikleri parçacı bakış açılarıyla kendilerinden daha fazla nüfusa, daha fazla etkinliğe sahip Kuzey Kürdistan ile birleşmekten pek de hoşlanmayacaklardır. Dileriz bu tercih yeni bir Muini ya da Dr.Şivan olayı olarak cereyan etmez. Kuzeylilere silah teslimini bir plan olarak öneren Güneyliler de bilmelidir ki bunun Saddam döneminde Kuzeylilerin Güney Kürdistan hareketine Saddam'a silahları teslim etme teklifi götürmelerinden bir farkı yoktur. Ve evet,ne yazık ki o günlerden bu yana dünya da Kürdistan da değişmemiştir, aynı ilkel sömürgeci bakış ve askeri zor gündemdedir, sadece algımız daha profesyonelce manipule edilmektedir.
Algılarımızın profesyonelce manipule edilmesine son örnek Van'daki bir toplantı vesilesiyle gündeme getirilen ve çokça işlenen Kürt şehit ailesiyle çocuğunu kaybetmiş Türk asker ailesinin acıda buluşması haberidir. İşgalciyle ülkesi işgal edilenin acısını ve mücadelesini aynı kefeye koymak çağın en büyük ahlaksızlığıdır. Hitler'in SS birlikleriyle Yunanistan'da Alman işgaline karşı savaşıp cephaneleri bitince sirtaki oynayarak uçurumdan atlayıp topluca intihar eden Yunan komünistlerini aynı kefeye koymak kadar ahlak yoksunudur.
Çok uzun süredir devam ettiği için artık bilincimizden kaçan bir diğer ahlaksızlık ta Van,Bitlis,Hakkari, Dersim,Amed gibi halkın nerdeyse tamamının Kürtçe konuştuğu Kürdistan illerine tek kelime Kürtçe bilmeyen,bilmediği gibi Kürt halkının kendisinden ve dilinden nefret eden sömürgeci zihniyetli yöneticilerin gönderilmesidir. Bu adamların İngilizlerin Hindistan'a,Fransızların Cezayir'e veya İtalyanların Ömer Muhtar'ın Libya'sına gönderdikleri sömürge memurlarından bir farkı var mıdır? Kürtlerin bilip de unuttukları bu gerçeği tekrar hatırlayarak bilince çıkarmaları bir namus borcudur.Bu vesile ile Eğitim-Sen Bitlis Şube Başkanı Savaş Ülkü ve Şube Sekreteri Fatih Işık'a Bitlis valisi Veysel Yurdakul'u ziyaretlerinde kendisine hediye ettikleri Kürtçe Öğrenme Seti için müteşekkir olduğumu belirtmek istiyorum.Keşke BDP li dostlarımız her Kürdistan ilinin valisine böyle bir Kürtçe Öğrenme Seti hediye etse.
Evet, Kürdistan'a gerçek anlamıyla barış ve refah gelebilir, Kürdistan buna fazlasıyla layıktır. Ama bunun en asgari koşulu tüm halklardan Kürdistanlıların kendi topraklarında kendilerini idare edecek mekanizmaları kurmaları, kendi güvenliklerini kendilerinin sağlaması, Kürdistan'ın o bölgesinde hangi lehçe/dil konuşuluyorsa tereddütsüz bir biçimde eğitimin de o dilde/lehçede yapılması ve ideal bir demokraside sahip olunan hakların tamamına sahip olmalarıdır. Böylesi bir Kürdistan idealine ulaşmak için gerekli Kürdi altyapı,sınıfların konumlanması,kapitalizmin gelişerek aşiretler yerine sınıflardan bahseder hale gelmemiz, nüvelerini gördüğümüz Kürdistan burjuvazisi,Kürdistan orta sınıfları ve Kürdistan işçi sınıfını cesametiyle görebilmemizin bir zaman meselesi olduğunun da farkındayım ama bu tamamıyla ayrı bir yazının konusu.Kürdistan ekonomisinin kapitalizmin girdiği eşeğin sırtından indirilerek modern kapitalist rasyonellere kavuşturulması her sınıftan Kürdistanlının önünde acil bir görev olarak durmaktadır. Bu rasyonellere kavuşup ülkemizin şehirlerini dünya şehirleriyle,hatta ne yazık ki geçtiğimiz yüzyılın başında sosyal ve ekonomik olarak daha ilerisinde bulunduğumuz Türkiye şehirleriyle boy ölçüşecek seviyeye getirmek üzerinde durmamız ve sürekli tartışmamız gereken bir konudur.Yoksa Kürtler Kürdistan'ı sevip,yatırımlarını Türkiye şehirlerine yapmaya,bizim Türkiyeci Kürtçülerimiz de " biz enayimiyiz ki İstanbul'u Bodrum'u Türklere bırakıp Hakkari'yle yetinelim" demeye devam edecekler.
Saygılarımla,
Zilan AZEW, 17.01.2013
Bir kaç yıl evvel Mersin'deki bir Newroz kutlamasında eline mikrofon geçiren yarı-aydınlardan biri Kürtleri ve onların mücadelesini bırakın Ortadoğu'yu, tüm dünyayı özgürleştirip, sosyalizme kapı açacak,emperyalizmin planlarını bozacak bir mücadele olarak nitelemişti. Bu konuşmanın yapıldığı tarihte Kürdistan'da Kürt çocukları okullarda "Ne Mutlu Türküm Diyene" - "Varlığım Türk Varlığına Armağan Olsun" diye bağırtılıyordu ve evet, hala öyle bağırtılıyor. Yeryüzünün hiçbir yerinde uygulanmamış sömürge altı bu politikaya muhatap Kürdistan halkı kendi sorunlarını çözmüş gibi bir de dünyanın sorunlarına el attırılıyor. Üstelik de yukarıda anlattığım her iki olay da Abdullah Öcalan'ın emperyalizmin ağababası ABD tarafından Türkiye'ye tesliminden onbeş yıl gibi ulusların tarihinde çok kısa olan bir süre geçmeden yapılabiliyor. Hala aynı kafa yapısının Kürt siyaset sınıfında varolduğunu görmek üzücü olmaktan da öte. İnsan bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür diye düşünmeden edemiyor.
Soru şu ki bu tahsili Kürt legal siyaset sınıfına kim veriyor? Kendi somut sorunlarını çözemez durumdayken dünyanın soyut sorunlarına el atma cüreti nereden kaynaklanıyor? Ben şahsen bu tahsili ve cüreti bir kurum olarak PKK'nin verdiğini düşünmüyorum, Abdullah Öcalan'ın parti ortamı dışında, esaret koşullarında ve denklemleri kavrama şansı olmadan ürettiği teorilerini dışarıda tutarak. Zaten ABD tarafından Türkiye'ye şartlı teslim edildiği tarihten bu yana doğru yöntem PKK ve Öcalan'ı iki ayrı entite olarak değerlendirmektir. Bu nedenle bu çelişkili durumu Abdullah Öcalan'ın "yeni" teorileri ve Ankara koşullarında Kürt legal siyaset sınıfının yarattığını düşünmek, Ankara koşullarında bu politikanın takip edilmesinin gerektiği konusunda Türk egemenlerinin, siyaset sınıfının, bürokrasisinin ve şüphesiz en büyük sömürgeci asker olan Türk medyasının görünür ve görünmez baskısıyla kendi kendilerini ikna ettiklerini düşünmek bana daha rasyonel geliyor.
Bu duruma uygun düşen kelime paradoks. Hatta belki oksimoron. Uluslaşıyorsunuz,ulusal kurumlarınızı oluşturuyorsunuz ve bu kurumların oluşumunu önemsiyorsunuz;ama anlamı bu kurumların tümünü kapsayan koordinasyon merkezi olan devlete,devletleşmeye karşısınız. Ülkenizi Kürdistan olarak tanımlıyorsanız, Kürdistan'da egemen olmak istiyorsanız ve bu egemenliği bir hukuk düzeni aracılığıyla kulanmak istiyorsanız, sizin istediğiniz şeyin adı devletleşmedir. Ve korkmayın,devletleşmeyi istemek kesinlikle günah değildir. Gerçi siz ulus devleti sadece Kürtler için istemiyor değilsiniz,bu kavrama tamamen karşısınız. Kapitalizmin ilk aşamalarında kaçınılmaz olan ve emeğin yerini alıp onu işsiz ve aç bırakan makinalaşmaya, yani kaçınılmaza olan tepkilerini makina kırıcılıkla gösteren Luddistler vardı, şu an iktisat tarihinde bir satırbaşıdırlar sadece.
Uluslaşan bir halka,üstelik bunu neredeyse demografik bir devrimle yapan bir halka devletleşme yolunu göstermeyip,onun yerine palyatif önerilerde bulunanların herhangi bir tarihte bir satırbaşı olarak bile yeralabileceklerinden emin değilim. Çelişkiler, çelişkilerle çözülür önermesi çok güçlü bir önermedir ve hala kimse yanlışlığını kanıtlayamamıştır. Eğer ulus devlet bir çelişkiyse ve her halktan Kürdistan ulusunun çektiği acılar bunun sonucuysa ,bu çelişkinin çözümü de Kürdistan devletinin inşasıdır. Samimi Kürt devrimcisinin görevi de öncelikle bu inşa sürecine katılmak,ikincil olarak da bu devletin demokratik, insan/kadın/azınlık ve girişimcilik haklarını gözeten modern bir devlet olmasına çalışmaktır. Bu inşa süreci zaten çok önce başlamıştır, ekolojik devrimcilere rağmen devam etmektedir ve onların rızası hilafına da olsa sonuçlanacaktır. Haritaya bakmadan,bir bütün olarak Kürdistan'ın dünyanın neresinde durduğunu bilmeden Kürdistan devrimcisi olunamayacağı da ortadadır, taktik ilminin sınırlarınının daha fazla zorlanmasının bir faydasının olamayacağı da.Ki ne yazık ki bizimkiler taktiği strateji yerine ikame etme konusunda pek gönüllü ve de yetenekliler.
Emin olabiliriz ki, şu anki tüm kafa karışıklıklarına ve aralarındaki çelişkilere ragmen, Ankara da,Şam da, Bağdat ta, Tahran da stratejik akıl konusunda bizim legal siyaset sınıfımızdan da,İmralı'dan da, Kandil'den de, ve hatta Erbil'den de daha deneyimlidir, daha organizedir ve daha mahirdir.Kürdistan'ın parçalanmasını organize eden Büyük Britanya ve Fransa'nın ve hepsinden önemlisi ABD'nin bu konudaki yeteneklerini anlatmaya gerek yoktur sanırım. Paris'te 3 Kürdistanlı devrimcinin öldürülmesi bile bu stratejik aklın yürürlükte olduğunun kanıtıdır. Bu toplu cinayetin en önemli sonucu tüm Kürdistan kurumlarının TC devletinin istihbarat kurumuyla yapılan görüşmelerin "barış müzakereleri" olduğuna ikna edilmesi ve "barış" ın haklı ya da haksız olduğuna bakılmadan zarfın mazrufun önüne geçmesidir.Bu durumu en özlü şekilde ifade eden ve Türk medyasınca özellikle öne çıkarılan bir pankartın Sakine, Fidan ve Leyla'nın Amed'deki cenaze töreninde taşındığını gördüm: "Savaşın kazananı,barışın kaybedeni olmaz!". Oysa hem savaşların hem de barışların kazanan ve kaybedenleri vardır.Ne yazık ki mevcut "parametreler" dahilinde yapılacak müzakereler sonucu gelecek bir "barış"ın ve "kardeşlik" in en büyük kaybedeni Kürdistan olacaktır. Yine de ulusal kurtuluş hareketinin bütünlüğü korunarak,bölünüp parçalanmadan yapılacak kaybettirici bir barış; bugünün koşullarında ulusal kurtuluş hareketinin bölünmesine neden olabilecek bir savaş devamından iyidir. Kürdistan halkının bugün kaybetse bile yarın kazanacağı kesindir. Bu hükmü kesinleştiren demografik,sosyolojik,ekonomik faktörleri ülkemizi bölüp paylaşanlar bizden daha iyi biliyor, bunu bilmek onlardan çok bizim işimiz olduğu halde.
Demografik faktöre ana veri kaynağı TC Başbakanı Erdoğan'ın her gün ısrarla vuguladığı en az 3 çocuk politikası ve daha önemlisi Milliyet Gazetesi'nin 18 Aralık 1996'da yayınladığı Bakanlıklararası Takip ve Yönlendirme Kurulu'na sunulmak için hazırlanan MGK Raporu'ndaki aşağıdaki satırlardır. Bu rapor TC'nin demografik kaygıları konusunda ders vericidir:"Bölgedeki doğurganlık oranının yüksekliği ve hızlı nüfus artışı diğer bölgelere nazaran yüksek. Bu artış Kürt milliyetçiliğinin içte ve dışta canlı tutulmasıyla nüfus dengelerinin değişmesi durumunda uzun vadede bir tehdit olarak ortaya çıkabilir. Araştırmalara göre Kürt nüfusu oranı 2010'da toplum nüfusun yüzde 40'ına, 2025'te yüzde 50'nin üzerine çıkma eğiliminde. Bu oranla birlikte Kürt milliyetçiliğinin de ön plana çıkması ve bunun da milletvekili sayısına oranlanması ileride vahim sonuçlara yol açabilir.
Bölgede nüfus planlaması seferberliği elzemdir. Az çocuğa prim ve çok çocuğa vergi gibi radikal önlemler gereklidir."
Ekonomik faktör konusunda da aşağıdaki satırlar Kürtlerin nasıl bir zenginliğin üzerinde oturduklarını gösterme anlamında zihin açıcıdır:
"Tahminlere göre Kürdistan Bölgesel Yönetimi sahalarında 45 milyar varil petrol ve 3,5 trilyon metreküp gaz yerüstüne çıkarılmayı bekliyor. Bu miktarlar,eğer doğruysa Avrupa'nın Rusya'ya karşı seçenek umudu olan Azeri-Türkmen, yani Hazar havzası potansiyelinin altı katı kadar.Eski BP, yeni Genel Enerji Başkanı Tony Hayward, " o petrol bir şekilde pazara çıkacak" diyor, siyasi sorunlar sorulduğunda." (Murat Yetkin'in köşeyazısı, Radikal,13.12.2012)
İşin kilit noktası da bu."O petrol bir şekilde pazara çıkacak." Nokta...
Bu petrol pazara,ya da daha net bir söyleyişle en yakın limana ulaşmak zorunda. Bu liman çok büyük bir Baniyas ya da Haifa sürprizi yaşanmazsa ya Lazkiye'dir ya da Yumurtalık/Ceyhan. Baniyas seçeneği Irak ve Suriye sınırları içerisinde katettiği güzergahı itibariyle ancak Irak'ta Kürtlerle Arapların ayrıldığı ve Kerkük petrollerinin Araplar'da kaldığı bir senaryoda önemli hale gelebilir. Kerkük petrollerini Baniyas'a ulaştıran ancak uzun yıllardır kullanılmayan bir petrol boru hattının ve Baniyas'ta bir petrol rafinerisinin varlığına rağmen Kürtlerin Kerkük'ü, yani Kürdistan'ın kalbini bırakabilecekleri olasılığı üzerine konuşmak gereksizdir. Haifa seçeneği de Araplar dahil Müslümanlarla İsrail arasındaki yoğun çelişkilerden kaynaklı olarak çok yakın gelecekte mümkün görünmemektedir.
Hangi limanın tercih edileceği tamamıyla güç dengelerine,emperyalistler arası boğuşmanın boyutlarına, İran'la Batı'nın ilişkilerine, Güney Kürdistan yönetiminin yönelimlerine ve PKK'nin nerede mevzileneceğine bağlı. Kuzey ve Batı Kürdistan da bütün bu mücadelenin cereyan edeceği ana savaş alanı.
ABD'nin öngördüğü,Güney Kürdistan yönetiminin gerçekleşmesi için çalıştığı, TC'nin de "cömert" bir "müzakere" süreciyle destek verdiği seçenek Kürdistan petrollerinin Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı üzerinden pazara ulaşmasıdır. 1977'de devreye alınan 986 km.lik 1. Hat ve 1987'de devreye giren 890 km.lik 2. Hat bu proje için emre amadedir ve yıllık 70 milyon ton ham petrol taşıma kapasitesine sahiptir. Irak devlet sınırlarındaki kısmı Kürdistan'dan çok Irak topraklarından geçtiğinden ötürü Irak Arapları'nın da bu projeye onay vermesi gerekmektedir ve bana göre projenin en aksayan kısmı budur. Bu arada yılda 10 milyar metreküp doğalgaz taşıma kapasitesine sahip olacak yeni bir hattın Kürdistan'dan geçecek kısmına ait fizibilite çalışmaları BOTAŞ tarafında başlatılalı çok oldu ve belki bu fizibilite bizim henüz bilmediğimiz Kerkük petrollerini Arap topraklarından geçmeden Kuzey Kurdistan'a bağlayan yeni bir ara hattı da projeliyor olabilir.
Bu vesileyle Güney Kürdistan'da devletleşmenin ilk yıllarında "Kürtlerin iki sorunu var: Kerkük ve İskenderun" diyen Vanlı yoldaşımı da yadetmek isterim. Herhalde Kürdistan'ın kurtuluş projesi olarak gördüğü bu projenin ABD'nin,Güneyli Kürtlerin ve TC'nin birlikte kotardığı bir projeye dönüşeceğini hiç hesaplamamıştı.Oysa ABD petrol fiyatlarına çok duyarlı bir ülke ve Hürmüz Boğazı kartını kullanarak sık sık petrol fiyatlarını manipule etme imkanını İran'ın elinden almak ve diğer petrol üreticisi ülkelere de bir gözdağı vermek istiyor ve güvenliğin sağlanıp tam kapasite çalışabildiği koşullarda Kürdistan petrolleri ve Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı dünya petrol piyasalarında ham petrolun fiyatını düşürecek etkiye fazlasıyla sahip.Bu arada Irak ile Türkiye arasındaki petrol boru hattı anlaşmasının süresinin Mart 2010'da sona erdiğini ve tekrar 15 yıl süreyle uzatıldığını da belirtmek lazım.
Petrol boru hattının güvenliği ve Güney Kürdistan-Batı Kürdistan sınırlarından yürüyecek yeni bir Kürdistan-Lazkiye petrol hattının siyasi onayında PKK çok ciddi bir öneme sahiptir. Her ne kadar son yıllarda onlar da siyasi ve ekonomik analizlerden "ekolojik" analizlere savrulma yaşamışsa da PKK aklı bu sürecin içinde önemli bir karar verici konumundadır.
Umarım şu ana kadar anlattıklarımız Paris'te 3 Kürdistan devrimcisinin katledilme nedenlerini de açıklama yolunda bir derinliğe sahiptir. Üzücü olan artık Kürtlerin siyasi-ekonomik analizler yapmaması, bunun yerini ise beyaz leçek-beyaz kaşkol-barış-müzakere analizlerinin almasıdır. Anadilde eğitim ve anadilde savunma hakkı gibi tartışılamayacak kadar temel insan haklarını vermek için dahi ayak sürüyen Roboski katliamı faili/suç ortağı TC-AKP iktidarıyla mücadeleyi bu kavramlar üzerinden sürdürüyorsanız ve dünyayı okuma biçiminiz gerçekten buysa biz daha çok Kürt katliamına tanık oluruz. TC-AKP iktidarı bu konuda o kadar pervasızdır ki "müzakere" dedikleri süreç devam ederken dahi Lice'de, Nusaybin'de ve Kandil'de Kürdistan ulusal kurtuluşçularını katliama uğratabilmektedir. Biz bu konularda PKK'yi eleştirir ve bilgilendiririz de asıl zor olan bunu ekmeğini anti-PKK li olmaktan çıkaran,Türk televizyonlarının müdavimlerine anlatmak.Üstelik bunların en azından bir kısmı Kürdistan meselesinin aslının içinde Bitlis ve Cizre beyliklerinin başı çektiği Kürt beyliklerinin de jure özerkliğinin/de facto bağımsızlığının yok edilip Kürdistan'ın merkezi idareye merkezden atanan yöneticiler aracılığıyla bağlanması ve bu süreçlerde Kürdistan'ın adım adım askeri işgal altına alınması olduğunu "bir zamanlar" biliyorlardı.Artık unuttuklarını varsayabiliriz.
Ne yazık ki sömürgeci devletin "Kürt asıllıları" ve "aydınları" dışındaki Kürtler de anti-sömürgeci mücadelenin ana argümanlarını uzun yıllardır unuttular.Askeri işgal,işgalin sona erdirilmesi için gerekli devrimci şiddet,Kürdistan'ın yeraltı ve yerüstü kaynaklarının sömürgeciler ve onların işbirlikçilerince talan edilmesi,kültürel ve ahlaki yozlaşma,v.b. kavramlar artık pek revaçta değil.
Ulus devlet için savaşmak aslında Kürdistan toplumunun dünyaya eklemlenmesi için savaşmaktır, evet, kapitalizm için savaşmaktır; hatta kapitalizmin Kürdistan'a üzerinde girdiği eşeğin sırtından indirilerek modern ulus devletin görevlerini yerine getirebilmesi için olmazsa olmazdır. Ulus devletin Kürdistan'da üstleneceği pek çok görev vardır ve Kürdistan'da bebek ölüm oranlarının azaltılmasından tutun da çevre sorunlarına kadar pek çok problem çözme kapasitesine sahiptir. Merak ve itiraz edenler Güney Kürdistan'daki yarı-devletleşme öncesi ve sonrası istatistikleri karşılaştırmakla işe başlayabilirler.
Tekrar petrol boru hatları ve alternatif variş noktalarına dönersek Kürtlerin önünde izlenebilecek kabaca 2 yol bulunmaktadır.
Birinci yol: Güney Kürdistan ve TC'nin ABD'nin koordinatörlüğünde ve gerektiğinde verdiği "ince ayarlar" (Sakine'lerin öldürülmesi de acaba bu ince ayarlardan biri midir,öyle çıkarsa şaşırmayacağımı belirtmek isterim.) yardımıyla kotarmaya çalıştıkları büyük ortak TC-küçük ortak Güney Kürdistan ekonomik birliğidir.Bu birliğin varoluş koşullarında Kuzey Kürdistan kültürel haklarla yetinecek,statü talebinde bulunsa da sonuçlandırması oldukça zorlaşacaktır.Kürdistan ulusal kurtuluşunun en diri kolu durumunda bulunan PKK de bu rasyonellerin içine ekolojik toplum-statü talebinin reddi-özgür toplum paradigması-kardeşleşme-barış-v.b. kavramlarla alınmaya,bir başka deyişle teslim alınmaya çalışılacaktır.Batı Kürdistan'da da PKK'nin herhangi bir statü oluşturmasına izin verilmeyecek,dört parçadaki Kürdistan ulusal uyanışları buna izin vermeyecek noktaya gelirse bile bu görevi PKK yerine KDP'nin üstlenmesi tercih edilecektir.
İkinci yol: Haritaya daha dikkatli baktığımızda ortaya çıkabilme potansiyeli taşıyandır. Batı Kürdistan'ın özgürleşme koşullarında Derik'ten başlayıp Afrin'e kadar uzanan ve İskenderun'a dayanan bir hat sözkonusudur. Ya da bir diğer deyişle Kürdistan'ın denize kavuşmasının altyapısı tam da buradadır. Bu hatta özgürleşme koşulları yakalandığında Güney Kürdistan'la birleşme de gündeme gelecektir. Bu hattın denize çıkışı 2 yoldan olabilir.İlki TC ile işbirliği dahilinde İskenderun, ikincisi de oluşması öngörülen Nusayri devleti ile işbirliği dahilinde Lazkiye üzerinden. Kürtler petrol ve doğalgaz hatlarını da bu düzlemde oluşturabilirlerse tarih sahnesine hiç olmadıkları kadar güçlü çıkabilirler. Bu altyapı 21.yy'ın Kürtlere armağanıdır.Ne mutlu değerlendirebilene.
Burada belki de konuşulması gereken üçüncü bir yol daha var.Bu da Batısı, Güneyi ve en önemlisi Kuzeyi ile Kürdistan'ın Türkiye ile yapacağı tarihi bir ittifak ve belki de konfederasyonal bir yapıdır. Buunun önünde ciddi anlamda 3 engel bulunmaktadır.
İlk engel emperyalizmin Türkler ve Kürtler arasındaki sorunların devamından medet umması ve bariz bir şekilde bu sorunda TC'yi desteklemesidir. Ayrıca böylesi bir gerçek barış ve kardeşlik projesinin Ortadoğu'nun emperyalistlerce yönetilmesini/karıştırılmasını zorlaştırıcı etkisiyle pek çok engelle karşılaşacağı ortadadır.
İkinci engel Türk Sorunu'dur. "Bir Türk Dünyaya Bedeldir" ırkçı mülahazası ile yetişmiş, eşekleştirici bir ırkçı-Kemalist eğitim sisteminden geçirilmiş yarı lümpen bir halka bu projeyi anlatmak ve sonuç alıp ikna etmek ne yazık ki deveye hendek atlatmaktan zordur.
Üçüncü engel de bizatihi Güney Kürdistan yönetimidir. Güneyliler, özellikle egemen sınıflarının gelenekselleştirdikleri parçacı bakış açılarıyla kendilerinden daha fazla nüfusa, daha fazla etkinliğe sahip Kuzey Kürdistan ile birleşmekten pek de hoşlanmayacaklardır. Dileriz bu tercih yeni bir Muini ya da Dr.Şivan olayı olarak cereyan etmez. Kuzeylilere silah teslimini bir plan olarak öneren Güneyliler de bilmelidir ki bunun Saddam döneminde Kuzeylilerin Güney Kürdistan hareketine Saddam'a silahları teslim etme teklifi götürmelerinden bir farkı yoktur. Ve evet,ne yazık ki o günlerden bu yana dünya da Kürdistan da değişmemiştir, aynı ilkel sömürgeci bakış ve askeri zor gündemdedir, sadece algımız daha profesyonelce manipule edilmektedir.
Algılarımızın profesyonelce manipule edilmesine son örnek Van'daki bir toplantı vesilesiyle gündeme getirilen ve çokça işlenen Kürt şehit ailesiyle çocuğunu kaybetmiş Türk asker ailesinin acıda buluşması haberidir. İşgalciyle ülkesi işgal edilenin acısını ve mücadelesini aynı kefeye koymak çağın en büyük ahlaksızlığıdır. Hitler'in SS birlikleriyle Yunanistan'da Alman işgaline karşı savaşıp cephaneleri bitince sirtaki oynayarak uçurumdan atlayıp topluca intihar eden Yunan komünistlerini aynı kefeye koymak kadar ahlak yoksunudur.
Çok uzun süredir devam ettiği için artık bilincimizden kaçan bir diğer ahlaksızlık ta Van,Bitlis,Hakkari, Dersim,Amed gibi halkın nerdeyse tamamının Kürtçe konuştuğu Kürdistan illerine tek kelime Kürtçe bilmeyen,bilmediği gibi Kürt halkının kendisinden ve dilinden nefret eden sömürgeci zihniyetli yöneticilerin gönderilmesidir. Bu adamların İngilizlerin Hindistan'a,Fransızların Cezayir'e veya İtalyanların Ömer Muhtar'ın Libya'sına gönderdikleri sömürge memurlarından bir farkı var mıdır? Kürtlerin bilip de unuttukları bu gerçeği tekrar hatırlayarak bilince çıkarmaları bir namus borcudur.Bu vesile ile Eğitim-Sen Bitlis Şube Başkanı Savaş Ülkü ve Şube Sekreteri Fatih Işık'a Bitlis valisi Veysel Yurdakul'u ziyaretlerinde kendisine hediye ettikleri Kürtçe Öğrenme Seti için müteşekkir olduğumu belirtmek istiyorum.Keşke BDP li dostlarımız her Kürdistan ilinin valisine böyle bir Kürtçe Öğrenme Seti hediye etse.
Evet, Kürdistan'a gerçek anlamıyla barış ve refah gelebilir, Kürdistan buna fazlasıyla layıktır. Ama bunun en asgari koşulu tüm halklardan Kürdistanlıların kendi topraklarında kendilerini idare edecek mekanizmaları kurmaları, kendi güvenliklerini kendilerinin sağlaması, Kürdistan'ın o bölgesinde hangi lehçe/dil konuşuluyorsa tereddütsüz bir biçimde eğitimin de o dilde/lehçede yapılması ve ideal bir demokraside sahip olunan hakların tamamına sahip olmalarıdır. Böylesi bir Kürdistan idealine ulaşmak için gerekli Kürdi altyapı,sınıfların konumlanması,kapitalizmin gelişerek aşiretler yerine sınıflardan bahseder hale gelmemiz, nüvelerini gördüğümüz Kürdistan burjuvazisi,Kürdistan orta sınıfları ve Kürdistan işçi sınıfını cesametiyle görebilmemizin bir zaman meselesi olduğunun da farkındayım ama bu tamamıyla ayrı bir yazının konusu.Kürdistan ekonomisinin kapitalizmin girdiği eşeğin sırtından indirilerek modern kapitalist rasyonellere kavuşturulması her sınıftan Kürdistanlının önünde acil bir görev olarak durmaktadır. Bu rasyonellere kavuşup ülkemizin şehirlerini dünya şehirleriyle,hatta ne yazık ki geçtiğimiz yüzyılın başında sosyal ve ekonomik olarak daha ilerisinde bulunduğumuz Türkiye şehirleriyle boy ölçüşecek seviyeye getirmek üzerinde durmamız ve sürekli tartışmamız gereken bir konudur.Yoksa Kürtler Kürdistan'ı sevip,yatırımlarını Türkiye şehirlerine yapmaya,bizim Türkiyeci Kürtçülerimiz de " biz enayimiyiz ki İstanbul'u Bodrum'u Türklere bırakıp Hakkari'yle yetinelim" demeye devam edecekler.
Saygılarımla,
Zilan AZEW, 17.01.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder