5 Haziran 2012 Salı

Türkiye Solunun Darbelerle İmtihanı- 2.BÖLÜM

Şaban İBA
12 Eylül 1980 koşullarında askeri müdahaleye karşı durabilecek ve onu geriletebilecek devrimci güçlerden başka örgütlü bir güç yoktu. Ancak devrimcilerin bölünmüşlüğü ve parçalanmışlığı nedeniyle ortak bir tutum alınamamış, askeri cuntaya karşı devrimci bir cephe kurulamadığı için açık diktatörlüğün hüküm sürdüğü 12 Eylül dönemi çok yönlü ve ağır bir yenilgiye dönüşmüştü.


Solun çok yönlü yenilgisi


12 Eylül 1980 sabahı TRT’den okunan “Milli Güvenlik Konseyi” bildirisinde ifade edildiği gibi, “Türk Silahlı Kuvvetli, İç Hizmet Kanunu’nun verdiği Türkiye Cumhuriyetini kollama ve koruma görevini yüce Türk milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararı alarak ülke yönetimine el koymuştu.”   


12 Eylül Darbesi ordunun hiyerarşi ve disiplin gelenekleri korunarak Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının denetiminde, İç Hizmet Yasası’nın “Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma” göreviyle, emir komuta zinciri içinde ve “emirle’”gerçekleştirilmişti.


12 Eylül 1980 koşullarında askeri müdahaleye karşı durabilecek ve onu geriletebilecek devrimci güçlerden başka örgütlü bir güç yoktu. Ancak devrimcilerin bölünmüşlüğü ve parçalanmışlığı nedeniyle ortak bir tutum alınamamış, askeri cuntaya karşı devrimci bir cephe kurulamadığı için açık diktatörlüğün hüküm sürdüğü 12 Eylül dönemi çok yönlü ve ağır bir yenilgiye dönüşmüştü.


Solun önemli bir kesimi şu ya da bu şekilde teslimiyetçiliği tercih ederken, bir kesim bilinçli olarak ya da zorunluluğun dayatması nedeniyle esas olarak kadrolarını koruma çabasıyla geri çekilme politikaları uyguladılar. 12 Eylül’e cepheden karşı çıkarak mücadele edenler bir şekilde varlıklarını ve sürekliliklerini koruyabildiler. PKK’nin 1984’de silahlı eyleme geçmesi ise yeni bir devrimci atılım dönemini başlattı. Önemli bir kesim ise, 1990’lı yıllara kadar süren uzun kesintili süreçlerde siyasal ve örgütsel faaliyete ara vermek zorunda kaldılar.


Direniş geleneğinin devamı


12 Eylül döneminden çıkışın başlangıç aşamasında Kürt Özgürlük Hareketi’nin başlattığı atılım ise, 15-16 Haziran ve 12 Mart direnişlerinin bir devamı niteliğindeydi.

12 Eylülcüler askeri gücün devlet içindeki özerkliğinin genişlemesi ve politikada etkili olması için anayasal ve yasal düzenlemeler yapmışlardı. Bunlardan biri ve en önemlisi, Milli Güvenlik Kavramı’nın ideolojik düzeyde ele alınması, genişletilmesi ve tarif edilmesiydi. Bu müdahale biçimi, 27 Mayıs’la başlayan askeri müdahaleler döneminin ve 20 yıllık militarizasyon sürecinin mantıki bir sonucuydu.


12 Eylül’de ordu, devleti ve toplumu yukarıdan aşağıya doğru yeniden “düzenleme ve denetleme fonksiyonunu” üstlenerek askeri darbe hukukuna dayanan ve olağanüstü standartlarının geçerli olduğu yeni bir rejim kurdu. 12 Eylülcüler bir anlamda 12 Mart’ın devamı, bir başka anlamda da 27 Mayıs’ın “karşıtı” bir anayasa yaptılar. Bu anayasa, Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini artıran, hükümetin Meclis denetimini azaltan ve yürütmeyi eskiye göre güçlendiren ve bir bütün olarak “baskı Anayasası’” niteliğindeydi.


12 Eylülcülerin devlet ve toplum hayatındaki düzenlemeleri, Kemalizm’in bürokratik ve militer geleneklerine, tekelci sermayenin siyasal tercihlerine ve benzer ülkelerde (Güney Amerika, G. Kore, Filipinler vb.) görüldüğü gibi, “Milli Güvenlik Devleti” ideolojisine uygundu. Milli Güvenlik İdeolojisi’nin temel kavramları haline gelen “Askeri gücün özerkleşmesi, devletin ve toplumun militarizasyonu” 12 Eylül Anayasası’nın temel hükümleri haline getirildi.  Anayasanın yürürlüğe girmesi ile birlikte, ordunun devlet içindeki özerkliği daha da pekiştirildi. Artık ordu günlük politika içerisinde olmaya, her olaya karışmaya, her sorunla doğrudan ilgilenecek, devleti ve toplumu sıkı bir şekilde denetleyeme başlamıştı.


Kenan Evren 1982 yılında yaptığı bir konuşmada, “Biz bu anayasayı bir daha askeri müdahale olmasın diye böyle yapıyoruz” demişti. Ancak Evren’in “bir daha askeri müdahale olmayacak” öngörüsü gerçekleşmedi. 28 Şubat 1997’de yeni bir askeri müdahale oldu.


28 Şubat 1997 Darbesi


28 Şubat 1997 darbesi diğerlerinden biraz farklı tarzda yapıldı. “Laik Cumhuriyet rejiminin ciddi bir tehditle” karşı karşıya olduğu iddiasıyla yoğun bir ideolojik ve politik kampanya başlatan 28 Şubatçılar, Kemalist laikliği benimseyen bütün güçleri siyasal İslam’a karşı saflaştırarak hükümeti istifaya zorladı.


28 Şubatçıların devlet ve toplum hayatında kısa süreli bir ideolojik ve siyasal hegemonya kurmaları, başta düzen partileri olmak üzere, solu ve sosyalist güçleri de böldü. Bu süreçte solun önemli bir kesimi “milli ve laik”  kulvara destek verdi, bir kısmı siyasal İslam’ın yanına savruldu ve bir kısmı da taraf olmaktan kaçınmaya çalışarak pasifize oldu. Sol ve sosyalist hareketin küçük bir kesimi işin farkında olarak asıl hedefin militarizm olduğu gerçeğinden hareketle cılız da olsa askeri vesayete karşı tutum sergiledi.


Hiçbir sol parti 28 Şubat’a karşı cepheden bir karşı çıkışı gerçekleştiremedi. Solda etkisini sürdüren Kemalist ideolojiden dolayı militarizme değil, 28 Şubatçıların istediği gibi siyasal İslam’a karşı tutum alındı. Böylelikle 28 Şubatçılar, toplumsal bir destek görünümü yaratarak siyasal İslam’ı kolaylıkla denetim altına alınmasını ve sonra da bölünmesini sağladılar.


Askeri ve bürokratik elitin kısa zamanda kurduğu ideolojik ve siyasal hegemonya, sol ve sosyalist hareketin de tasfiyesi ile sonuçlandı. Sol ve sosyalist hareket hâlâ bu sürecin dramatik etkisini taşıyarak bölünmüşlük, parçalanmışlık ve statükoculuk halini sürdürüyor.


Milli Güvenlik Siyaset Belgesi


Bu süreçte HADEP, CHP ve ÖDP andıçlandı. RP’nin ardından CHP, daha sonra da ÖDP’de bölünmeler yaşandı. Her askeri müdahalede yoğun olarak Türk milliyetçiliğinin saldırısına uğrayan Kürt Özgürlük Hareketi bu kez de nasibini aldı. RP’den sonra HADEP kapatıldı. Daha sonra da PKK Lideri Abdullah Öcalan uluslararası bir komployla yakalanarak Ecevit hükümetine bir seçim hediyesi olarak teslim edildi.


28 Şubat kararlarının bir maddesi Kürt Özgürlük Hareketi’ne ayrılmıştı. Çünkü 28 Şubat müdahalesi aynı zamanda Kürt Özgülük Hareketi’ne karşı da yapılmıştı. Müdahale ortamında yaratılan Kemalist laiklik çığırtkanlığı, sol ve sosyalist hareketin bu gerçeği gözden kaçırmasına neden oldu. Oysa bu dönemde yeniden güncelleştirilen Türkiye’nin gizli anayasası niteliğindeki Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB)’nde “Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden temel unsurlar, irtica, bölücülük ve aşırı sol akımlar” olarak belirlenmişti.


28 Şubatçılar toplumu laik ve anti-laik şeklinde saflaştırdı. MGSB’de siyasal İslam ile Kürt Özgürlük Hareketi’ni aynı düzeyde ele alarak milli güvenliği tehdit eden risk önceliklerini oluşturdu. Böylelikle ordunun siyasete müdahalesi meşru hale getirilerek militarizm gizlendi ve esas olarak da statüko korundu. Başka bir deyişle statüko savunucuğu üzerinden “milli ve laik Türk tarz-ı siyasetinin” hegemonyası yeniden kuruldu.


Toplumu “laik-antilaik” saflaşmaya sokan, Kürt sorununu siyasal İslam’la birlikte aynı kefeye koyan Türk militarizminin bu geleneksel tavrı, solun statükoculuğunu yeniden şekillendirerek siyasal bir çizgi haline gelmesini sağlamıştı.


Daha önce HEP ve DEP kapatılırken, milletvekilleri apar topar meclisten atılırken seyirci kalan sol ve sosyalist hareketin büyük bir kesimi, 28 Şubat sürecinde RP’nin iktidardan uzaklaştırılmasını da onaylar bir tavır takındı. Halkın oylarıyla iktidar olmuş bir parti Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının baskıyla düşürülüp ardından kapatılırken, “Ne Refahyol, Ne Hazırol” sloganı popüler hale getirilerek, statükoculuğa ve postmodern askeri darbeye destek verilmişti.


Sonuç yerine bazı vurgular


27 Mayıs’la başlayan ordunun siyasete müdahaleleri, amaçları, hedefleri ve sonuçları bakımından irdelendiğinde, 50 yıllık bir tarihsel süreçte, “askeri otoritenin sivil iradeye” tabi olmadığı ve ordunun, halkın oylarıyla iktidar olan partilerle devlet yönetimini paylaştı. Ordunun devleti ve toplumu denetleyici bir fonksiyon üstlendiği bu uzun dönemde, siyasetin toplumsallaşması ve toplumun özgürleşmesi engellendi. Bu nedenle militarizm, ülkenin demokratik geleceği ve yeniden yapılanmasının önündeki en büyük engeli oluşturdu.


Her seçim döneminde sistemin çığırtkanlığını yapan düzen partileri, tank paletleriyle biraz daha pekiştirilmiş olan siyasal/toplumsal zeminde bir “emanetçi” ve “vesayetçi” gibi siyaset yaptılar. Askeri müdahaleleri önleyecek anayasal ve yasal tedbirler almaya yönelmediler. Genelkurmay ile iktidarı paylaşan siyasal iktidarlar, askeri darbeleri bir görev haline getiren “Ordu Dahili Hizmet Kanunu”nun değiştirilmesi için girişimde bulunmadılar. Halkın oylarıyla seçilmiş Meclis ve hükümetler darbe olma ihtimalini ortadan kaldıramadıkları için, hiçbir zaman kendi geleceklerinden emin olamadılar.


Askeri müdahalelerden herkesten daha çok etkilenmelerine karşın sol ve sosyalist partilerin/örgütlerin büyük çoğunluğu da, devletin resmi ideolojisi olan Kemalizm’den kopamadıkları için tutarlı bir anti-militarist mücadele anlayışına sahip olamadılar.


27 Mayıs, DP ve yandaşlarına karşı yapılmış ve başta CHP olmak üzere DP iktidarına karşı olan tüm muhalifler tarafından desteklenmişti. Bu desteğin içinde tüm sol ve sosyalist kesimler de bulunuyordu. 12 Mart 1971 müdahalesi, AP iktidarına karşı verilmiş, fakat devlete karşı gelişen silahlı sol ve sosyalist kesimlerin tasfiyesi üzerine oluşmuştu. Bu dönemde bazı cuntacı kesimler dışında 12 Mart’ı destekleyen pek olmamıştı. 12 Eylül 1980 müdahalesi de AP iktidarı döneminde yapılmış, birbiriyle bazı farklılıkları olsa da bütün partilere karşı tutum alınmasına karşın, 12 Eylül esas olarak sol ve sosyalist kesimlerin ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesi üzerine kurgulanmıştı.


ABD ve NATO’nun desteği


Bütün darbelerin ardında ABD ve NATO’nun desteği vardı. Sadece Türkiye’de değil, Türkiye gibi benzer birçok ülkedeki darbeler, ABD’nin uluslararası stratejik çıkarlarına göre yapıldı. Tüm darbe planlarının birinci önceliği, anayasa ve yasaları değiştirerek “Toplumun demografisinde, sosyal dokusunda, tarihten gelen yapısında değişiklikler yapmak, kitleleri yönlendirmek ve kontrol altında tutmak” şeklinde tanımlanabilecek olan “Toplum mühendisliği” şeklinde gerçekleşti.


Her askeri müdahale döneminde Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’nde Türk Ceza Yasası (TCK)’nın (eski) 125. (“Devletin istiklalini tenkise veya birliğini bozmağa veya Devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını Devlet idaresinden ayırmağa matuf bir fiil işlemekten”) ve 146. maddelerini ihlalden (“Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanununun tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya teşebbüs etmekten”) davalar açılarak yüzlerce devrimci, demokrat ve yurtsever, idamla veya müebbetle cezalandırıldı.


Kürtler 125. madde ile yargılanarak “bölücülükle”, sol ve sosyalistler de 146. madde ile yargılanarak anayasayı “ilga etmekle” suçlandılar. Oysa 27 Mayıs’tan günümüze kadar devam eden tüm askeri müdahale süreçlerinde TCK’nin bu iki maddesini ihlal edenler hep askerlerdi. Genel hukuk normlarına göre yaptıkları her müdahale anayasayı tağyir, tebdil ve ilga etmekti. Yani, anayasayı bozmak, değiştirmek ve ortadan kaldırmaktı.


12 Mart’ta Denizler, Mahirler ve diğer devrimciler suçlandıkları bu maddelere şiddetli itirazlar ederek, “Bu ülkede Anayasa’yı en fazla savunanlar bizleriz. Anayasa’yı ihlal edenlerse bizi burada yargılayanlardır” dediler. Benzer savunmalar 12 Eylül’ün ağır koşullarında da yapıldı. Ancak, 27 Mayıs’ın, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün ve 28 Şubat’ın hukuken suç işleyen cuntacıları ve onlara çanak tutan siyasetçiler, medya organları, meslek örgütleri, sendikalar, sivil toplum örgütleri, aydınlar vb. yargılanmadılar.


Siyasal İslam’ın yükselişi


27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden itibaren siyasal İslam, her askeri müdahale döneminden güçlenerek ve iktidara biraz daha yaklaşarak çıktı. 12 Eylül ve 28 Şubat dönemleri ise siyasal İslam iktidar yürüyüşünde birer dönüm noktaları oldu. Bu bakımdan ANAP, 12 Eylül’ün, AKP’de 28 Şubat’ın ürünü olarak ortaya çıkan siyasal hareketlerdir. 28 Şubatçıların düzenin sınırları içine çektiği ve ABD’nin ılımlı İslam çizgisine yönlendirdiği AKP iktidarının üçüncü dönemini yaşaması bu sürecin geldiği aşamayı göstermektedir.


AKP başarıya ulaşmamış veya deşifre olmuş darbe girişimleri ile 12 Eylül ve 28 Şubat’ın sembolik isimlerini göstermelik yargılamalar yapması onun militarizme ve askeri vesayetçliğe karşı olduğu anlamına gelmiyor. Yapılması gereken, tüm darbecileri ve onlara yardım eden tüm unsurları ile sorunu Meclis’e taşımak ve kurulacak komisyonlar aracılığıyla işlenmiş tüm suçları soruşturmak ve yargılanmalarını sağlamaktır.


Hangi gerekçelerle olursa olsun hiçbir askeri darbe savunulamaz. Herhangi bir darbeyi haklı görmek, ileride başka bir darbe olmasını da savunmak anlamına gelir. Hiçbir darbe girişimi demokratik hak olarak görülemez. Genel olarak demokrasiye ve demokratik haklara inanmış, kendisine devrimciyim, demokratım, yurtseverim, sosyalistim vb. diyen herkesin askeri darbelere karşı çıkması gerekir.


Darbecilerle ve totaliter rejim heveslileri ile hesaplaşmadan ne demokratik değerler yaşatılabilir ve ne de demokrasi bilinci ve kültürü geliştirilebilir. Bu konuda unutulmaması gereken şey basitçe şudur:


Genel olarak eşitlik ve özgürlük anlamına gelen ve aynı zamanda bir devlet biçimi olan demokrasi, ancak demokratik usullerle korunabilir ve geliştirilebilir.


BİTTİ

Hiç yorum yok: