6 Mayıs 2012 Pazar

16 Yaşımdan Halil Berktay’a Cevap

Halil Berktay’ın 1 Mayıs’la ilgili iddiaları büyük yankı uyandırdı. Kamuoyunun sol muarızı ne kadar aydını varsa hemen hepsi Berktay’ı ya “tabu kıran”, ya “cesur” ya da “tarihçi” olarak ilan etti. Berktay’ın tarihçiliğine itirazımız olmasa da bir tarihçi ve akademisyene yakışmayacak bir üslup savurganlığı ve saygısızlıkla 1 Mayıs 1977'de devletin rolü olmadığını, solun kepazeliği olduğunu iddia etti. Gerekçesi ise “Oradaydım, ben ateş edildiğini görmedim” şeklindeydi. Yani Berktay görmemişse tarihsel olgular da anlamını ve önemini yitiriyordu. Berktay üstelik bu açıklamayı 1 Mayıs’ın belki de Taksim’deki en kitlesel buluşmasının ardından yapıyor, o meydana duygusal ve siyasal bir aidiyeti olanları rencide edebileceğini düşünmüyordu. Berktay son dönemde sosyalizm ve Marksizm’le ilgili yepyeni kuramsal ve eleştirel bir paradigma oluşturuyor. Bir aydın olarak sorgulayan, araştıran ve özeleştirel bir tutum takınıyor. Neticede geleneksel sol ile olan tarihsel bağını kestiği izlenimi uyanıyor. Bunda sorun yok. Yeni sorular ve sorunları öne çıkarmak anlamlı bir tartışmanın kapısını aralayabilir.[» Dönemin savcısı Yetkin: 'Olay sol içi çatışmadan kaynaklanmadı...' // » 1 Mayıs'77 katliamı derin devletin, 12 Eylül’ü hazırlayan generallerin işi / Doğan Tarkan ]
Ancak sorun, geçmişle arasındaki ideolojik bağı koparacak bir aydının solun tarihindeki en önemli kırılma noktalarından birini malumatfuruşlukla kendi pratiğine indirgemesidir. Bu sürece dair yazılmış onca kitap, açılmış onca dava ve tanıklık varken o meydandaki 100 binden fazla insana rağmen Berktay’ın tanıklığının bu kadar öne çıkarılması bile Berktay’ın dönüp arkasındaki destekçileri bir kez daha sorgulamasını gerektirir.
Uzun lafa gerek yok. Ancak şu gerçeği teslim etmek gerekiyor. 12 Eylül’den bu yana sosyalist sol bu ülkenin günah keçisi oluverdi. “Anarşi, terör, aşırı mihrak, dış destekli güçler, bölücüler” vb. suçlamalarla yaftalandı. Bir jenerasyon 12 Eylül işkenceleri, zindanları ve hukukuyla yok edildi. Böylesi bir atmosferde sosyalist solun kitleselleşmesi imkânsızdı. Solun tarihi iyi analiz edememesinden de kaynaklanan bu sürecin sonunda sosyalist sola dönük eleştiri yapmak, geçmişin günahlarını sola yüklemek kolay ve basitti. Berktay da “sizi gidi komünistler” korosuna katılmış görünüyor.

PEKİ GERÇEK NE?


Halil Berktay’ın hatırlamadıklarını ve bilmediği halde ortaya attığı iddiaları birer birer konuşalım.


1.
Halkın Sesi/Aydınlık Grubu provokasyonu görmüş ve meslek örgütleriyle katılmaya karar vermişti.

Doğrusu; bu bir zorunluluktu. Zira “üçlü ittifak” diye tanınan, sonraları kamuoyunda Maocu veya ‘halkın sülalesi’ diye bilinen Halkın Yolu-Halkın Kurtuluşu-Halkın Birliği ve Halkın Gücü (TKP ML) adlı gruplar Saraçhane’de toplanacaktı. Bu gruplar Aydınlık/Halkın sesi gruplarını en az TKP/İGD kadar düşman gördüğü için Aydınlıkçıların Saraçhane’den yürümesi olanaksızdı. Öte yandan Beşiktaş’ta toplanan TKP/DİSK ve diğer gruplarla da kavgalı olan Aydınlıkçılar yalnızlaştırılmıştı. Dolayısıyla bulunan çözüm provokasyon sürecini daha da ağırlaştırmamış olmakla birlikte bir zorunluluğun ürünüydü.

Yine Berktay ve Çalışlar’ın hafızasını yanıltan bir başka gelişme ise 1977 Mayıs’ında “Maocu” gruplar henüz Çin ve Arnavutluk yanlıları olarak bölünmemişti. Bu bölünme sonraki aylarda “3 Dünya Teorisi” nedeniyle gerçekleşti. O gruplarla Aydınlık grubunun arasını açan Aydınlık’ın diğer sol gruplara dönük ihbar da içeren hasmane tutumuydu.

2.
Sular İdaresi’nden ateş edildiğini Halil Berktay görmemişti.
Alandakilerin neredeyse tamamına yakını görmüştü. Ama sadece mağdurlar değil, ne ilginçtir ki 1 Mayıs’la ilgili açılan davada ifade veren devlet görevlileri de görmüştü. İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen 1 Mayıs davası bize çok çarpıcı bilgi ve belgeler sunuyor. İşte telsiz konuşmaları;

- 6 Numara 20’ye

- Merkez 20 dinliyorum
- Su deposunun üstünde silahlı kimseler olduğu söyleniyor. Bu adamları burayı çevirip de onları yakalayalım.
- Anlaşıldı
- Merkez 176, müdürüm; Sular İdaresi’nin üstünde. Müdürüm oraya gittik, toplum kuvvetleri şu anda girdi içeriye, bir kısım kimseler yakalandı ve arama yapıyorlar, tamam.
- Anlaşıldı...

Polis
Sular İdaresi’nden ateş açılmasından itibaren 20. dakikada burayı kontrol altına alabilmişti. Polis memurları da mahkemede verdikleri ifadede Sular İdaresi’nden ateş açıldığını teyit ediyordu.
 
2621 yaka numaralı toplum polis memuru Mehmet Ordu; “… ve bu silah seslerinden sonra Sular İdaresi’ne ait binanın üst kısmından da ateş edilmeye başlandı.”
 
2855 yaka numaralı toplum polis memuru Besim Yeten; “İlk atış sesi Tarlabaşı istikametinden geldi. Onu takiben Sular İdaresi’nin üstünden 20-30 kişi aniden ateş etmeye başladı.”

Devam edelim. Sırada Jandarma Komando Birlik Komutanı Üsteğmen A
bdullah Erim’in ifadesi var. “Bu esnada su deposunun üzerinden silah seslerinin geldiğini ve dinamit atıldığını, el bombası, taş, sopa fırlattıklarını görerek bölüğümle deponun üzerine koştum.”
 
Astsubay Üstçavuş Mehmet Çağlar’ın ifadesi; “Su deposunun üzerinde… bir kalabalık vardı, bağırıp çağırıyorlardı, bomba şeklinde patlayıcı madde, tabanca sesleri bu yerden geliyordu.”
Komando Bölük Komutanlığı emrindeki Onbaşı Fikret Altın’ın ifadesi; “… Biz su deposunun bulunduğu yere komando bölüğü ile gittik. Deponun üzerinde 200’den fazla insan vardı. Tabancalar atılıyor, patlayıcı maddeler iş’al (ateşleniyordu) ediliyordu.”
 
Öylesine ölüm kalım anıydı ki, kürsüde yoğun ateş altında olanlar bile mikrofondan polise, Sular İdaresi’nden ateş edildiğini anons ediyordu.

İşin ilginç yanı olay yerinde hiçbir boş kovana rastlanmamış, siyasi polis tarafından yapılan aramalarda da silah bulunamamıştı.

Sular İdaresi’ne ilk çıkanlar
askerlerdi. Siyasi Polis şefi Mete Altan da olaylardan 20-25 dakika sonra polisin Sular İdaresi’ne geldiğini söylemektedir. İdare’nin teknisyeni ve bekçisi de polisin sonradan intikal ettiğini doğrulamaktadır. Zanlıları askerler yakalamış ve polise teslim etmiştir. Sonrasında ise bu kişilerle ilgili yapılan işlem çok ilginçtir. Sular İdaresi’nde yakalanan kişilerin kimlik tespiti yapılmamış ve hepsi serbest bırakılmıştır.
 
Çok çarpıcı bir başka tespit, İdare’nin 28 yıllık makinisti İhsan Demirdöven’in tanıklığıdır. Demirdöven Taksim’de benzer eylemler gerçekleştiğinde her defasında bir subayın gelip telsizle talimat verdiğini, ancak ilk kez 1 Mayıs’ta olay çıkana kadar hiçbir resmi görevlinin gelmediğini vurgulamaktadır.

12 Eylül Belgeseli dolayımıyla yaptığımız mülakatlarda
DİSK Avukatı Rasim Öz, Sular İdaresi üzerinde çelik yelekli ve tüfekli kimseler gördüğünü ve Tarlabaşı sonrasında silah seslerinin buradan geldiğini söylemektedir.

Kemal Türkler’in eşi Sabahat Türkler, “Gözümle gördüm 2-3 kişiydi. Çünkü herkes o tarafa bakıyordu. Oradan ses geldiği için herkes o tarafa bakıyordu” demektedir. O yıllarda sendikacı olan ve kürsüye yakın olan Nazım Alpman ise alanın üç noktadan yoğun ateş atına alındığını, kurşun çekirdeklerinin leblebi gibi aşağı düştüğünü anlatmaktadır.

Dönemin Cumhuriyet Savcısı Çetin Yetkin’e göre 1 Mayıs soruşturmasında neredeyse hiç soruşturma açılmamıştır. Şöyle demektedir:

“- Yaralıların durumları izlenmemiş, içlerinden aldığı yaralar yüzünden ölen olup olmadığı araştırılmamış, kesin ya da hiç olmazsa geçici raporları alınmamıştı.

- Ele geçirilen tabancalarla ve 2000’e yakın mermi çekirdeği ve kovanla ilgili ekspertiz raporları alınmamış, mermilerin bu tabancalardan ateşlenip ateşlenmediği, başka silahların kullanıp kullanılmadığı araştırılmamıştı.

- Olay öncesinde, sırasında ve hemen sonrasında çekilen fotoğraflar ve filmler incelenmemiş, silahla ateş ederken fotoğrafları çekilen ve yüzleri açıkça görülen kişilerin bu fotoğrafları polis arşivlerinde bulunanlarla karşılaştırılmamış, bunların kim oldukları araştırılmamıştı.

- Görevlilerden kimlerin kusur, ihmal ya da kasıtları bulunduğu, iddianamenin 36. ve 39. sayfalarında bazı kamu görevlileri açıkça suçlandıkları halde bunların kim oldukları ve ne yaptıkları belirtilmemiş ve haklarında hiçbir işlem yapılmamıştı.

- Polis telsiz konuşmaları değerlendirilmemişti.”


Eğer sol içinde
“bir kepazelik” yaşandıysa toplum içindeki anti-komünist eğilimleri güçlendirmek amacıyla bile olsa( ki devletin sevdiği bir iştir bu) bu sorulara yanıt aranması gerekmez miydi?

INTERCONTINENTAL'DEN AÇILAN ATEŞ ŞEHİR EFSANESİ Mİ?


Devam edelim.

Sırada Halil Berktay’a göre bir “şehir efsanesi” olan Intercontinental Oteli’nden (şimdiki The Marmara) ateş açılması var.

1 Mayıs’ı araştırmakla görevli dönemin Cumhuriyet Savcısı ’na sözü bırakalım.

“Bu arada Intercontinental’de 2-3 gün evvel bütün rezervasyonlar iptal ediliyor. Fakat ne olduğu belirsiz bir grup, ben onun havayollarından listesini getirttim, aynı gün geliyor ve aynı gün olayları takiben Türkiye’yi terk ediyor. Bunlar kim? İsimlerini aldım, bir sürü ecnebi ismi. Ama gerçek ismi değil.”


Ama içlerinde bir tane de Türk var.
Mehmet Akzambak adlı bir şahıs 1 Mayıs olaylarından kısa bir süre önce emekli olmuştur. Otelin 12 ya da 13. katında bulunmaktadır. Cenkdağ, “Ne gördünüz?” sorusuna “otelin üst tarafından denize bakan yerden etrafı seyrettiği” yanıtını vermektedir. “Onca olay olurken nasıl olur da denizi seyredersiniz” sorusuna ise tatmin edici bir yanıtı yoktur.

Dönemin savcılarına ifade veren otelin Güvenlik Müdürü Timuçin Alganer 2. katta 215 ve 216. odalarda, gazeteciler yine 2. katta 213 nolu odada ve güvenlik görevlileri 7. katta 713 nolu odalardaydı. Otelin baş dedektifi Kudret İnal ise 510 no’lu odada MİT mensuplarının bulunduğunu doğruluyordu.

2 Mayıs tarihli Adli Komiser Muavini Ali Okumuş, polis memuru Salim Yılmaz ve otel personelinden Erdem Orhun’un imzaladığı “Görgü ve Tespit Varakası”nda 512 ve 613 no’lu odalarda kurşun deliği olduğu belirtilmektedir. Savcı Cenkdağ, yaptığı yorumda
“Bu katlarda camlarda delikler bulundu. Dışarıdan ateş edildiği gibi bu demektir ki buradan da oraya ateş edilmiş. Durup dururken o meydandakiler niye o binaya ateş ediyorlar?”

İlginç olan ve gözlerden ırak tutulmaması gereken Amerikalı olduğu sanılan grubun isimlerini sahte beyan etmeleridir. Olayın sabahında ise oteli terk etmişlerdir. Neden bu isimler gelmiş, neden sahte isim beyan etmiş ve neden hemen ertesi sabah ülkeyi terk etmiştir? Bu kişilerin gelişine ilişkin bir polis telsiz kaydı da bulunmaktadır.


Polis telsizi
, 2.bant, çözüm s.1’de şu konuşma yer almaktadır:

“- Havalimanına soralım gelecek misafirlerin saati belli oldu mu?

- Merkez 144 anlaşıldı.
....
- 132.
- 132 dinliyorum.
- Havalimanına soruldu. Misafirlerin saat 14.00’de geleceği söylendi.”

BEYAZ RENAULT YANILSAMA MI?


Son olarak yine Berktay’ın iddiasına göre
solun yanılsamaları içinde yer alan “Beyaz Renault” bahsine de açıklık getirelim. Olaylar başladığında Gümüşsuyu’nda AKM önünden bir Beyaz Renault’daki kişiler, kitleyi paniğe sevk edecek ve o oradan kaçışlarını engelleyecek biçimde yoğun ateşe başlarlar.

Bu da sonraları sol tarafından uydurulmuş bir iddia olabilir mi?

12 Eylül Belgeseli’nde dönemin Mali Polis Müdürü Recep Ordulu yanıtlasın:

“Bizim kendini bilmez ekipler, o beyaz Renault dediğimiz. Renault elini çıkarmış şeyden havaya ateş ediyor. O arkadaşımız şimdi bir büyük ilde emniyet müdürüdür. Rütbeli, 1. Şube’nin o zamanki ekipler amiri şahıstı.”


Ve panzerler paniği ve ölümü artıran en önemli araçlar. Dönemin İl Jandarma Alay Komutanı Albay
Ömer Öziskender ilk ifadesinde alandakilerin üzerine eylemciler tarafından dinamit atıldığını söyleyecek, ancak 4 Mayıs tarihli ifadesinde çok çarpıcı iddiada bulunacaktır.

“Benim duyduğum sese göre bu patlamadan mütevellit o bölgede muhakkak tahribat bulunması lazımdır. Eğer dinamit olsa dahi bir iz bırakması gerekir. Ben bomba ve dinamit atıldığını zannettiğim yerleri dolaştım. Bundan mütevellit bina ve sair yerlerde tahribat görmedim… Büyük gürültü çıkaran patlayıcı maddeler panzerlerde görevli emniyet mensuplarında bulunmaktadır.”


Dönemin Mali Polis Müdürü
Recep Ordulu ise bu ses bombalarının ve panzerlerin işlevini yıllar sonra şöyle değerlendirmektedir:

“Bir panik yani, kimin ne yaptığı çıkmış şeyden. İşte bu arada panzerlere emir verildi. İşte panzer müdürü tarafından panzerler başladı şeyin etrafında dönmeye, heykelin etrafında dönmeye. Polisin orada yaptığı tek şey paniği artırıp, ölü adedini artırmaktı yani bir teskinlik şeyi görülmedi.”


Savcı
Çetin Yetkin, Sular İdaresi’nde fotoğrafları çekilenler de dahil, bütün bu kişilerin fotoğraflardaki kişilerin tek tek kimliklerinin belirlenmesi ve yukarıda yer alan işlem yapılmayan konularla ilgili soruşturmanın derinleştirilmesi için bir talepte bulunur. Gelen cevapta görevden alınmıştır!

Dönemin milletvekillerinden Süleyman Genç, en çok ölüm hadisesinin yaşandığı Kazancılar Yokuşu girişinde ele geçirilen bombalarla evine atılan bombaların menşeinin aynı olduğuna dikkati çekmektedir. Aynı bombalar daha sonra İstanbul Üniversitesi ve Halkevleri’nin bombalanmasında da kullanılmıştır.

Dönemin Savcısı
Muhittin Cenkdağ, paniği artıran bu bombalardan yüzlercesinin ele geçtiğini söylerken, dava dosyası ve dosya içindeki konu ile ilgili yazışmalarda bu bombaların delil olarak saklanmadığını, örneğin tehlikeli bulunup imha edilip edilmediği konusunun bile bilinmediğini vurgulamaktadır.

Alanda yaşamını yitiren 34 kişiden 5’i ateşli silahla vurulmuştur. Çetin Yetkin 3-4 kişinin daha baş ve göğüs bölgesinden ateşli silahla ölümcül yaralar aldığını ama önceden hazırlıklı bulunan ve alana çok yakın olan Beyoğlu İlkyardım Hastanesi’nin anında müdahalesi ile ölü sayısının artmadığını belirtmektedir.


Bütün bu olguların ışığında
Berktay’ın söyledikleri bütünüyle kendi hayal dünyasını resmetmektedir. “Sol içindeki çatışma ortamı olmasaydı, 1 Mayıs’ta katliam yaşanmayacaktı!” Zira aynı mantığa göre 16 Mart’ta 7 öğrencinin ölümünden, okullara grup halinde girip çıkan solcular, Maraş’ta iki öğretmenin cenazesinin kaldırılmasını savunarak “halkı galeyana getiren” solcular sorumlu olabilir.

Bu kadar uzun ve ayrıntılı bir yazıyı okur sonuna kadar okuyabilmiş midir, bilmiyorum. Ama Halil Berktay’ın bu yazıyı sonuna kadar okuması gerekir.


Bu ülkede neredeyse 30 yıldır ideolojik hegemonyalarını yitirdi. Uluslararası gelişmeler ve 12 Eylül sürecinin yanı sıra sosyalistlerin değişen
dünyayı yeterince okuyamamaları da buna etken oldu. Hâl böyle olunca da sosyalistlere dönük ahkâm kesmek, onları ideolojik olmanın yanı sıra değerleri ve tarihiyle sorgulamak, kimi zaman da saldırmak vaka-i adiyeden oldu.

O eleştirilerin bir bölümüne sosyalistler belki yeterince yanıt veremedi. Belki yeterince donanım ve (öz)eleştirel bir süzgeçten geçmemişlerdi. Ancak günümüz konjonktüründe hemen her taşın altında derin devlet arayanların
Berktay’ın arkasında saf tutup, 12 Eylül öncesinin sağ liderine nazire yaparcasına “Solcular adam öldürttü diyemezsiniz” türü sarkastik ve rövanşist mantaliteleri ilginçtir.

Zira
1 Mayıs 1977 Türkiye sosyalistlerinin ortak hafızasıdır. 70’li yıllarda kitleselleşen, halkı büyük ölçüde etkileyen sol düşünce 1 Mayıs sonrası alanlardan çekilmiş ve solun etkinliklerine katılanların başına gelebilecekler konusunda ibret vesikası olarak tarihe geçmiştir. 1978’de darbeciler ilk çalışma gruplarını kurup darbe projesini olgunlaştırmaya başlamıştır.

İlginç olan, olayların çıkacağını ilk olarak
Ahmet Kabaklı’nın “Yarın 1 Mayıs… Polisle vuruşmalar muhtemeldir. Cinayetler işlenebilir, mallara, canlara kıyabilirler” şeklinde tahmin edebilmesi, Rauf Tamer’in ise “…Arabalar tahrip edilecek. Camlar kırılacak. İnşallah aldanırız ama kanlar akacak” kehanetinde bulunmasıdır. 

Bu sağ aydınlar sol içi çelişkileri çok iyi bildikleri için mi, yoksa “iyi haber aldıkları” için mi bu tahminde bulunabilmektedir?

Hiç kimse dönemin sol anlayışları arasındaki uzlaşmaz çelişkileri, şiddete dönük bir devrim tahayyülü gerçeğini, sağ ve sol arasındaki çatışmalar neticesinde silahlı bir çatışma ortamının yaratıldığını reddetmiyor.


Hiç kimse
“Maocular ile DİSK/TKP kardeş kardeş geçinirdi” demiyor. Dönemin konjonktürü içinde değerlendirilmesi gereken bir ideolojik tartışmaya, sosyalistlerin ortak tarihi ve hafızası olan 1 Mayıs’ı mesnetsiz ve ilkesiz biçimde alet etmek ahlaki ve vicdani değildir.
Ve
o gün 16 yaşında Tarlabaşı’ndan Taksim’e girmeye çalışan, ama çatışmalar sırasında yaşadığı korkuyu ve dehşeti hayatı boyunca taşıyan gençliğim, aynadan bana “hadi yaz” demektedir. (*)

(*)
Yazıda, Çetin Yetkin, “Vatan Sağolsun”, Toplumsal Dönüşüm Yayınları 1997, M.A. Birand, Hikmet Bila, Rıdvan Akar “12 Eylül Türkiye’nin Miladı” 1999 ve Çetin Yetkin, www.guncelmeydan.com/pano/cetin-yetkin-kanli-1-mayis-in-perde-arkasi-t25255.html çalışmalarından yararlanılmıştır.


Rıdvan Akar, 4 Mayıs 2012, T24

Hiç yorum yok: