22 Mart 2012 Perşembe

Rojbaş Mehmet Ali Birand

Erdem Can
 
 
Geçtiğimiz günlerde salıverilen Nedim Şener'in cezaevine ilişkin anlatımları Mehmet Ali Birand'ın ”gözlerini açmış” gibi görünüyor. 28 Şubat sürecinde sistemin gardına uğrayan gazetecilerden biri olmasına karşın yine de o sisteme öylesine bir biatla bağlı ki Birand memleketin cezaevi gerçeğine iktidar sahiplerinin gözüyle bakmaktan kendini alamıyor. Hücre sistemi cezaevlerini otel odasına benzeten iktidardan öylesine etkilenmiş ki Birand bugün ”Hapishanelerimizin ve tutukevlerinin durumunu dışarıdan tahmin ederdim, ancak artık modernleştirildiği ve insani bir yaşama kavuşturulduğunu sanmıştım. Meğer durum tam tersineymiş” diyerek ”şaşkınlığını” dile getiriyor.

Ankara egemenliği, gazete sayfaları, televizyon ekranları ve sinema perdesinin arkasındaki aktörlerle başardı bu ilüzyonu. Öyle ki ekran önünde ki Birand ve benzerleri bu illüzyonun birer aktörü olarak üzerlerine düşeni her dönem bir başrol oyuncusu böbürlenmesiyle yerine getirdiler.

Bunun en somut göstergelerinden bir tanesi 50'lerden başlayarak 70'lerin ikinci yarısına kadar altın çağını yaşayan Yeşilçam filmlerinin en az bir sahnesinde bir Mustafa Kemal portresinin yer alması bu sinemanın rejime olan bağlılığının bir ifadesidir.

Türkiye'de son yıllarda sinema filmleri son kırk yıldır görülmemiş gişe hasılatları ile yeni serpilen sermayeden, büyük sermaye gruplarına kadar paranın iştahını kabartıyor. ”Tutması” durumunda -ki burada filme yatırılan paraya göre en az 75-100 bin seyirci üzerinden ölçü konuyor- yatırılan paranın üç beş katı kar bırakıyor bugün sinema. Yapımcılar seyirciye bilet başına 1-2 dolar kar olarak bakıyor. Asıl bir filmi seyretmek üzere ikinci tur sinemaya gelen seyirci belirliyor bir filmin ne kadar ”tutup” tutmayacağını. Beş milyon bilet satan bir filme aslında üç milyon seyirci gidiyor asıl tirajı artıran bu seyircinin büyük bölümünün ikinci bir kez bu filmi izlemesi oluyor. Bunun için de sanatsal kaygıdan çok o iki dolarlık karı hedefliyor Türk sineması, bir piyasa değeri olarak.
Buraya kadar denklemde bir sorun yok. Gelin görün ki, milyonlarca bileti satılan filmlerin hiç birinin bugün yaşanan temel toplumsal sorunlara değinmemesi. Değindiğini iddia edenlerin de-Mahsun Kırmızıgül gibi- resmi bakışın sınırları içinde, resmi söylemin diliyle meseleleri manipüle etme çabası olmanın ötesine geçememesi. Memleket sinemalarında gişe yapmayıp Avrupalı entelektüelden övgüler alan bir başka sinema damarının da bu toplumsal gerçekliğe dokunmamak için özel bir çaba sarf ettiği ortada.

Yine her gün yayınlanan yüzlerce televizyon dizisinin de hiç birinde sürmekte olan savaş, yoksulluk, yükselen ırkçılık ya da ”muhafazakarlık” adı altında topluma giydirilmek istenen deli gömleğinden bahis yok.

Burada üzerinde durmak istediğim sinemanın da basının da toplumsal gerçeklikler karşısındaki duyarsızlığının bir tesadüf olmadığı, hatta birbirinden bağımsız olmadığı birbirini beslediğidir. Zira birinden biri gerçeğin üzerine gitse diğerinin sefaleti daha açık bir biçimde çıkacak ortaya. Bu alenen suç örtme ortaklığı.

Nitekim Oda TV davasında yargılanan dört gazetecinin salıverilmesi ile başlayan bir tartışma bir kez daha Türk basınının sefaletini gözler önüne serdi. Birincisi, İngiliz The Economist Dergisi'nin bile Türkiye değerlendirmesinde geniş yer verdiği DİHA çalışanı gazetecilerin Türk basınının gündeminde olmamasıdır.

İkincisi de, Türk basının ülke gerçeğine ne denli kapalı olduğunun ayan beyan ilanıdır. Türk basının bu tutumu üç maymunu utandıracak düzeydedir.

Bakın ”kıdemli gazeteci” Mehmet Ali Birand, tahliye edilen gazetecilerden Nedim Şener'in anlatımlarına ilişkin olarak 12 Mart tarihli Posta Gazetesi'nde yer alan, ”Bugün biz oradayız, yarın sıra size gelebilir” başlıklı yazısında ne diyor:

”Emin olun kulaklarıma inanamıyorum. Hapishanelerimizin ve tutukevlerinin durumunu dışarıdan tahmin ederdim, ancak artık modernleştirildiği ve insani bir yaşama kavuşturulduğunu sanmıştım. Meğer durum tam tersineymiş...

Silivri'den çıkan meslektaşlarımızın anlattıklarını hayretler içinde dinliyorum.

Tamam, tutukevleri otel konforunda olmayabilir. Oraları idare edenler de, eğitimli işletmeciler sayılmayabilirler, ancak bu kadarı da değil... Bu ne kabalıktır? Bu ne biçim muameledir? Batı standartlarına göre, Silivri, neredeyse işkence evi gibi bir duruma sokulmuş... Üstelik buralar göz önünde, bir de diğer hapishaneleri düşünün! Ne sağlıkla ilgilenen var, ne dağıtılan gıda, ne de insanoğlunun akli dengesini korumaya yönelik bir önlem var... Yüz karası bir durum.”


Birand bir gazeteci olarak bugün de bir cezaevinin ”insani koşullarda” olduğunu duyarak rahatlamak istiyor. Geçmişte olduğu gibi.

Daha da vahimi, bugün E, F, H, L daha bir çok harf ile adlandırılan hücre sistemine karşı devrimci tutsakların DSP-ANAP-MHP koalisyonu tarafından ”hayata dönüş” adı altındaki katliamla cevap verilen direnişini hatırlamıyor.

O direniş sırasından ve katliamda kaç gencin yaşamını yitirdiği, bugün hayatta olan o devrimcilerden kaçının bedeninde kalıcı hasarlar kaldığı Birand'ı ilgilendirmiyor. O katliamlar yaşanırken Birand, ”cezaevlerinin insani koşullara kavuşturulduğunu düşünüp” memnun olmuş çünkü.

Bugün yanından, yöresinden alınıp götürülen biri anlatınca ancak on iki yıl sonra fark ediyor Birand cezaevi gerçeğini. Ancak, bugün yaşanan cezaevi gerçeğinin ortaya çıkışında gereken hassasiyeti göstermeyip sessiz kalarak bu insanlık suçundaki zımni ortaklığını yok sayamaz.


erdemcan@riseup.net

ANF NEWS AGENCY

Hiç yorum yok: