27 Ekim 2011 Perşembe

Van Depremi, Vandalizm ve İnsanlık Görevi…

Van’da deprem oldu! Ve göz göre göre nice canımızı kaybettik. Hadi deprem „Doğal afettir“ deyip bunca acı gerçeğe karşın sonucu kabullendik diyelim. Peki nicedir kışkırtılan ve bu günlere hazırlanan Vandalizm için ne diyeceğiz?.. Vandalizm, „Anti sosyal bir kişilik bozukluğu“ olarak tanımlansa da kökü derinlerdedir ve hikayesi 5. Yüzyıla kadar gider. Örneğin 1915 yılında Ermeni ve Süryanilere yapılanlar, Koçgiri, Dersim, Maraş, Sivas, Malatya, Çorum katliamları… 1925 Şex Sait katliamı, Nazilerin Yahudilere yaptıkları, 6/7 Eylül 1955’te yapılanlar… Daha dün, Libya diktatörü Kaddafi’ye „Arap Baharı“ için ABD ortağı devşirme „Müslümanların“ yaptığı „linç ayinini“ ekranlardan yayınlamak… Vandalizm’in en bariz örnekleridir. Vandalizm bir tür maganda zihniyeti olup erkek egemen anlayıştan türemiştir. Ancak son birkaç gün içinde maganda erkeklere meydan bırakmayan erkek müsveddesi kadın Vandalların varlığını da Tv. ekranlarından bir kere daha gördük. Vandallar bilerek ve isteyerek bireysel, toplumsal veya kamusal maddi, manevi değerlere saldırmaktan haz duyarlar. Aslında tanım yapmak için çok da sözcük harcamama gerek yoktur. Televizyon ekranlarına, gazete sayfalarına, sokakta kudurmuş kerberos misali çemkiren magandalara bakarsanız ne demek istediğimi anlarsınız sevgili okurlar. 
 
Peki her zaman zulada tutulan ve son zamanlarda ayyuka çıkan bu Vandallığın sebebi nedir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri „Türk/İslamcı tekçi, inkarcı“ zihniyet; demokrasi, eşitlik, çoğulculuk isteyen, bu değerler için mücadele eden her kim varsa Dostoyevski’nin baş yapıtı olan „Suç ve Ceza“ kitabının kahramanı Raskolnikov gibi „Suçluluk“ psikolojisine kapılmasını bekledi. Raskolnikov „Yaşlı ve zengin tefeciyi, iz bırakmadan öldürür!“ Cinayeti işlediğini kimsenin görmediğini ve geride iz bırakmadığını bildiği halde büyük bir tedirginliğe kapılır! Sonunda dayanamayıp „Temiz kalpli Sonya’ya suçunu itiraf eder, polise teslim olur. Cezasını çekmek üzere Sibirya’ya gönderilir.“ AKP Hükümeti hak talep eden aydın, yazar, sanatçı ve siyasetçileri Raskolnikov olarak görüyor. „Suçluluk duygusuna kapılmalarını„ ve „Temiz kalpli Sonya rolündeki AKP zihniyetine itiraflarda bulunmalarını“ bekliyor! Bu bağlamda AKP politikasının tanımı şudur: İnkarcı akıl, gerçeğin ışığı ile idrak ve vicdanın arasına girmiştir. İnkarcı aklın gölgesi idrakin ve vicdanın üzerine düşmektedir. Bu durum siyaset kozmolojisinde bir akıl ve vicdan tutulmasıdır. İnkarcı zihniyetin karmaşık evreninde zaten dengesiz olan kozmik uyum kilitlenmiştir.  

 
Bu kozmik kilitlenmeyi açıp, akıl ve vicdan tutulmasına son vermek için tarihe bakmak gerekir… 

 
Özgür düşünmenin sembolü olan Sokrates’in, „Delphoi Tapınağı“ ziyaretinden sonra vardığı nokta „Hiçbir şey bilmediğini“ bilecek kadar „Kendini bilen“ bir filozof olmasıdır. „Şehrin tanrılarına inanmamak ve gençliği zehirlemekle“ suçlanır. Eşi Ksanthippi, askerler kocasını almaya geldiklerinde iki gözü iki çeşme ağlamaktadır. Sokrates „Niye ağlıyorsun?“ diye sorar. Eşi „Suçsuz yere seni yargılayacaklar, ceza verecekler. Onun için ağlıyorum!“ der. Sokrates’in eşine verdiği cevap insanlığa ibret olacak türdendir. „Ne güzel işte iyi ki suçlu değilim. Onlar suçlu. Çünkü, suçsuz bir insanı yargılayacaklar, ağlama!!!“ Sokrates „Yargılanır“ ve „Baldıran zehri içerek“ ölüme mahkum edilir. Sokrates’in bu onurlu tavrını Türkiye’de „Aydın“ görünüp zulmün borazanlığını yapanlar bilmez mi?..

 
Koca Haydar’ın Hı(n)zır Paşa ile hikayesi bilinir. Hı(n)zır, mürşidi olan ve „İstanbul’a gitme Hızır, değişir, onlara benzersin. Gelir beni asarsın!“ diyen Koca Haydar’a aldırmadan bir devşirme olarak İstanbul’a gider, „Enderun“ tahsilinden sonra „Vali“ olur ve Pir’i „Huzura çağırır.“ Hı(n)zır Paşa’nın bir şartı vardır; „Bana bir deyiş söyle içinde Şah sözü geçmesin!“ Pir Sultan Abdal’ın söylediği deyişin her nakaratı „Açılın kapılar Şaha gidelim“ dizesiyle biter… Karar „İdamdır!“ Vali „Hı(n)zır Paşa“ olur, Koca Haydar da Pir Sultan Abdal… „Yol cümleden uludur!“ diyerek Hak için Hakka Yürüyen Pir Sultan Abdalları, „Yetmiş iki millete/ Bir nazarla bakmayan/ Kırk yıl Müderris olsa/ Hakikatte asidir!“ diyen Yunus Emreleri Alevilik adına „Irkçılık“ yapan bazı yol düşkünleri bilmez mi?...

 
İsmi „Batıldan hakka koşanların babası“ anlamına gelen Ebu Hanife, Abbasi Halife’sinin „Tağuti sistemine“ (Allahın koyduğu hükümler dışında, kendi menfaatleri için diktatörlük uygulayan sistem) boyun eğmemiş ve „Halifenin adamı“ olmamıştır. Abbasi Devleti’nin 2. Halifesi Ebu Cafer Mansur’un bütün ısrar ve mükafatlarına karşın „Tağuti sistemine“ fetva vermemiştir. Halife Ebu Cafer Mansur, Ebu Hanife’yi (İmam-ı Azam) hapse attırmış, işkence yaptırmış ve zehirleterek öldürtmüştür. Ebu Hanife’nin „Tağuti sisteme“ karşı insanlık abidesi olan tavrını „Okyanusun ötesi“ AKP Hükümeti, Van’daki depreme ırkçı duygularla „İlahi adalet“ diyen gazetenin kalemşörleri ve Türkiye’de İslam adına Irkçılık yapanlar bilmez mi?.. Tabi ki bilirler. Ama „Herkes görevini yapıyor.“ 

 
Raskolnikov gibi „Suçluluk sendromuna“ kapılmamızı bekleyen Vandallara karşı Sokrates’in „Haklılık bilinci“, Pir Sultan Abdal’ın „Kararlılık, Yola bağlılık ve zalime karşı“ destansı duruşu, Yunus Emre’nin insan sevgisi, Ebu Hanife’nin „Tağuti sisteme“ yaşamı pahasına „Fetva vermemesi“ tam da bu dönemin insanlık görevleri değil midir?..


KEMAL BÜLBÜL
kemalbulbul44@hotmail.com

Hiç yorum yok: