18 Ekim 2011 Salı

Katliam Silsilesi ve ‘Bebek Katilleri’-2

Nuri FIRAT

Tinate’de katledilenlerin yakınları hayvan postları giyerek dağlardan kaçtılar. Ancak yine de baskı ve işkence peşlerini bırakmadı. Tehditler günümüzde bile sürüyor.

Tinate Katliamı’yla ilgili sadece korucular hakkında dava açılabildi, askeri yetkililere ise hâlâ dokunan yok. Sürekli olarak örtbas edilmek istenen korucuların davası da ancak 16 yılda sonuca bağlanabildi. Katledilenlerin yakınları ise hayvan postları giyerek dağlardan kaçtıkları batı metropollerinde hâlâ tehdit ediliyorlar.


KATLİAM SUÇUNU GİZLEMEK İÇİN HER YOLU DENEDİLER

Katliam davası tam 16 yıl sürdü
Savcı Recep Kibar’ın büyük çabası sonucunda Tinate Katliamı ile ilgili dava 4 Ağustos 1992’de başladı. Ancak daha ilk duruşmada, davanın “sanıkların kişilikleri, güvenlik güçleriyle olan ilişkileri ve olayın kamuoyuna yansıdığı” gerekçesiyle başka yere nakli istendi ve nitekim öyle oldu. Davanın yeni adresi Denizli olacaktı.

Savcı Recep Kibar ile söz konusu dönemde Özgür Gündem Gazetesi ile Aktüel Dergisi’nde çıkan haberlere bakıldığında, hiç de iç açıcı bir durum yaşanmıyordu. Daha ilk duruşma öncesinde Savcı Kibar, “izne” çıkarılmıştı. Söz konusu dönemde haberlerde Savcı Kibar’ın “hayati tehlikesi”nden söz edilmesi, söz konusu iznin ne anlama geldiğini yeterince açıklıyordu.


Katliamla ilgili açılan dava sürecinin daha başlangıcında yaşanan bu birkaç basit olay bile davanın seyrinin nasıl olacağını gözler önüne seriyordu. Nitekim tutuklu koruculardan korucubaşı Cengiz Kaçmaz da tahliye edilmişti. Daha sonra bir şekilde aklanacaktı da.


Tutuklu korucular da “askerlerin yol göstermesiyle” ifadelerini oturaklı veriyorlardı. İfadelerde “PKK ile daha önce bir çatışmaya girdiklerini, PKK’lilerin kovanları bu çatışma bölgesinde topladıklarını ve olay günü olay yerine bıraktıklarını” anlatacaklardı. Açıkça, kusurlu bir kurgu olmasına rağmen, mahkeme tarafından “ikna edici aklama delili” sayılabilirdi ve öyle de oldu. Daha sonra itirazlar yükselince bu ifadeler yeni bir hal alacaktı, ancak sonuç olumluya gitmiyordu.


Uzun uzadıya yer verilmeyi gerektirmeyen dava süreci yılları alıyordu ve sonuç özetle korucuların aklanmasına odaklanıyordu. Ancak davacıların bütün baskı ve tehditlere rağmen ısrarcı olmaları ile daha sonraki yıllarda ortaya çıkacak olan kamuoyu baskısı davanın bütün aklanma girişimlerini boşa çıkarmayı başaracaktı.


Tarihler 20 Ekim 2000’i gösterdiğinde, davanın üzerinden 8 yıl geçtikten sonra, Denizli’de görülen son duruşmada, yargılanan korucular “yeterli ve inandırıcı delil bulunmadığı” gerekçesiyle beraat ettirildiler. Ancak dosya Yargıtay’dan döndü ve kararın bozulması nedeniyle dava yeniden görüldü. 7 Şubat 2002 tarihinde bu kez korucular hakkında ömür boyu hapis cezası verildi. Davayı bu kez korucular Yargıtay’a götürdü ve dava bir kez daha bozuldu. Nihayetinde 18 Eylül
2008 tarihinde Denizli 2. Ağır Ceza Mahkemesi, korucular hakkında ağır cezalara hükmetti.

Dava ancak 16 yılda bu sonuca götürülebilmişti. Bu durum da öldürülenlerin yakınlarının uluslararası hukuka başvurmalarını beraberinde getirmişti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılan başvuru sonucunda Türkiye, etkili soruşturmanın yürütülmemesi, davanın uzun sürmesi gibi nedenlerle ağır tazminata mahkum edilmişti.


Bütün bu gelişmeler yine de yakınlarını kaybedenleri tatmin etmemişti. Çünkü olay basit bir cinayet meselesi değildi. Çok daha karmaşık ve kaynaklandığı esas meseleyle, Kürt sorunuyla birlikte ele alındığında ancak adalet duygusu tesis edilebilirdi ve vicdanlar rahatlayabilirdi.


‘Hayvan postları giyerek kaçabildik’


Tinate Katliamı davasının peşini bırakmayarak, 16 yıllık sürüncemeden sonra da olsa ağır cezaların çıkmasında dava ısrarını sürdürerek etkili olan ve katliamda yakınlarını kaybeden Osman Acar, 27 Temmuz 2010’da Fırat Haber Ajansı’na konuşmuştu ve anlattıkları, hem katliam dönemine hem de sonrasına ışık tutuyordu.

Spor yapmayı seviyordu, özellikle akşam saatlerinde eşiyle birlikte koşuya çıkmak, yürüyüş yapmak hayatı-
nın bir parçasıydı. Ancak Midyat’a geldikten sonra buradaki gerçekler, Batı’da hayatının parçası olan birçok
şeyi de¤iştirmişti. Tinate Katliamı’nın peşine düştü¤ünden beri de Savcı Kibar ve eşi, karanlık çöker
çökmez Bölge insanlarının tamamı gibi evden dışarı adım atamaz hale gelmişlerdi. Kibar’ın ‘hayati tehlikesi’
bulunuyordu ve nihayetinde kısa sürede başka bir bölgeye tayini çıkarılarak bertaraf edildi.
Kafası gövdesinden koparılan ve beyni dağıtılan kişiden söz etmiştik. O kişi İsmet Acar’dı. Çalpınar köyünün muhtarıydı ve Osman Acar’ın kardeşiydi. Osman Acar, korucuların kendilerine yönelik baskıların katliamla sınırlı kalmadığını anlatıyordu: “Korucular tarafından savrulan tehditler yüzünden evimizde kalamıyorduk. Yine aynı köyde oturan kardeşimin evinde kalıyorduk. 2 sene sonra bir gece aniden yine Cengiz Kaçmaz’ın başını çektiği korucular evin önüne geldiler. Saat sabaha karşı 03.00’dü. ‘Aç kapıyı, yoksa evi bombalarız’ diyerek kapıyı yumrukladılar. Eşimin, ‘Burada erkek yok, gidin’ demesine rağmen evi taramaya başladılar. Oradan çok zor kurtulduk. Sonradan 850 mermi topladık evin içinden. İmdadımıza köylüler yetişti. Sonradan bu durumdan rahatsız olan bazı köylüler toplanıp, ‘Osman Acar siz burada oldukça biz bunlardan kurtulamayacağız. Bu köyden gidin yoksa hem kendinizin hem de hepimizin başını belaya sokacaksınız’ diyerek, bizim gitmemizi istediler. Biz de sabahın erken saatlerinde hayvan postları giyerek koyunların arasına karıştık ve bir çobanın eşliğinde dağlardan geçerek kaçtık.”

Hayvan postları giyerek ve sürünün içinde dağlardan kaçarak kurtuldular mı? Elbette, hayır! Zorunlu göçün adresi onlar için İzmir’di ve burada da rahat yoktu: “Orada da rahat bırakmadılar. Evimiz her gün Terörle Mücadele Ekipleri tarafından basılıyordu. Bir gece geldiler ve benimle eşimi Terörle Mücadele Şubesi’ne götürdüler. Tam bir ay orada kaldık ve inanılmaz işkencelerden geçirildik. Eşimi başka bir yere koydular, beni başka bir yere. Bir ay boyunca kaba dayaklardan geçirildik. Ben HADEP üyesi olduğum ve üzerimden HADEP kartı çıktığı için geceleri üç kez dayak yiyordum. Falakaya yatırılmaktan artık kalkamaz bir duruma gelmiştim. Filistin askısında saatlerce bekletiyorlardı. Başka, karanlık bir odada tutulan eşimi çırılçıplak bir halde yanıma getiriyorlardı. Vücudunun her tarafı yara bere içerisindeydi. O hiç açmadığı güzel saçları darmadağın olmuştu. Onur kırıcı laflar söylüyorlardı. Karımı coplarla önümde taciz ediyorlardı.”


Yıllar yılı vahşeti yaşayan Osman Acar, 10 Mayıs 2009 tarihinde ise Dicle Haber Ajansı’na konuşmuştu: “Korucubaşı Cengiz Kaçmaz’ın adamları her yerde beni takip ediyorlar. Kardeşim aracılığı ile kaç defa haber gönderip ‘O asinize söyleyin davadan vazgeçsin. Yoksa hepinizin Azrail’i olurum. Onu arabanın arkasına bağlayıp köpek gibi süründürürüm köyde’ tehditlerine defalarca maruz kaldım. Mahkemede bile korucular hakimin, savcının gözü önünde beni tehdit ettiler.” Osman Acar, aynı zamanda katliamdan sonra terk ettikleri topraklarına korucuların el koyduğunu söylüyor ve ekliyor: “Korucubaşı Cengiz Kaçmaz’ın baskı ve tehditlerinden bir türlü kurtulamadım. Başıma bir şey gelirse bunun sorumlusu korucubaşı ve onu hâlâ görevde tutan yetkililerdir. Artık köyüme dönmek istiyorum. Bu korucu denen katil, ırz düşmanı, talancı sistemine son verilmesini istiyorum.”


Talep edilen şeyler belli ve meselenin sadece bir olay bazında ele alındığında bile çok daha kapsamlı olduğu görülüyor. Mesele sadece cinayete kurban gidenlerle sınırlı olmuyor, örneğin yakınları Osman Acar’ın sürekli tehdit edilmesi, ailenin diğer fertlerinin can güvenliklerinin tehdit altında olması, yerlerini, yurtlarını terk etmeleri ve bunun doğurduğu maddi-manevi kayıplar, el konulan arazilerin haksız ve hukuksuz bir şekilde geri verilmemesi, zorunlu göçün sonucunda gittikleri yerlerde hâlâ insanların potansiyel terörist sayılarak her türlü işkence ve zulme maruz kalması... Bütün bunlar bir sistemle karşı karşıya kaldığımızı göstermeye yetiyor da artıyor. Bu nedenle kötülüğün kaynağı olan sisteme son verilmedikçe benzer onlarca, yüzlerce olayı yaşamak mümkün hale geliyor.


Sadece Tinate mi, Turgali’de ne oldu?


Aktüel Dergisi, Tinate Katliamı’nı konu alan haberinde koruculuk sistemine de değiniyordu. Tinate Katliamı’ndan yaklaşık iki ay sonra 10 Haziran 1992’de Bitlis Tatvan’da yine bir minibüsün taranması sonucu 13 köylünün katledilmesini ve Siirt Eruh’ta Ramazan Keskin adlı yurttaşın korucular tarafından öldürülmesini yakın dönemde yaşanan vakalar olarak örnek gösteren dergi, korucuların karıştığı haraç toplama, kız kaçırma gibi olaylara da yer veriyordu. “Koruculuk sistemi 1987 yılından bugüne, üzerinde şiddetli tartışmalar süren bir kurum. Ama hiçbir zaman bu ölçüde şaibe altına girmemişti. ‘Savcılık yapacağım’ diye tutturan cesur bir insanın soylu inadının vurduğu neşterin altından yalnızca Midyat vakası değil, için için büyüyen bir tümör çıkıyor” diye yazıyordu dergi ve korkunç bir olayı daha aktarıyordu: “Midyat Savcısı Recep Kibar kovan toplarken Midyat’ın bir başka köyünde, Turgali yakınlarında bir aracın önü kesiliyor ve yaylım ateşi açılıyor. Minibüste 3 yaşındaki Hamza Bulut, 12 yaşındaki Abdurrahman Yeşilmen ile Mehmet Candan ve Hacı Bedur ölü olarak çıkarılıyorlar. Yedi de yaralı var. Olay kuşkulu.”


21 Nisan 1992’de Savcı katliam yerinde kovanları topladığı sırada Turgali’de yaşatılan katliam gerçekten kuşkulu muydu? Yıllar sonra gelecek olan bir itiraf kuşkuya yer bırakmayacaktı, hem de daha fazlasını ortaya koyacak şekilde...

Hiç yorum yok: