22 Eylül 2011 Perşembe

Ölüm Kapımızı Çaldığında...

Delil KARAKOÇAN
Türkiye istikrarlı bir ülke değil, sürekli yön değiştiriyor. Yapısal sorunlarına eğilim gösterme yerine ABD için rol devşiren bölgesel aktör olmayı tercih etmiş gözüküyor. Müzakere gibi tarihi bir aşamadan savaşa/çatışmaya dönmüş olmasının asıl nedeni de bu.

İçeride vurarak ezerek dışarıda güçleneceğini düşünüyor. Merkezi devlet partisine dönüşmüş olan AKP de, Türkiye toplumuna (halklarına) yatırım yapmıyor; dış getirilerle başta Kürtler, toplumsal muhalefeti ezerek talepsiz ve tepkisiz bırakmaya çalışıyor. Her gün bir ölüm, bir başka baskın, bir başka saldırı yaşanıyor. Kürtlere karşı bir “süpürme” harekatıdır sürüp gidiyor.


* * *


70’li yıllardan beridir bu devam ediyor...


O yılları Aşık İhsani “Mektup” adlı muhteşem şiirinde şöyle ifade etmişti. Bir bölüm aktarıyorum: “Demem şu ki sevdiğim, Ortaçağ’dan bu yana bana öyle bir ters geldi ki, 1971 Mart, Nisan, Mayıs ve sonrası. Yıkılası mahpushaneler tıklım tıklım evde, yolda, işte, sokakta, on on, yüz yüz, bin bin adam toplanmakta. Anlayacağın ne kadar ‘ben çağımdan ve üzerinde büyüyüp suyunu içtiğim toprağımdan yanayım’ diyen aklı işleyen, genç, yazar, öğretmen, sanatçı, işçi-köylü varsa ve hatta kim ki okur-yazarsa şimdi bunlar küme küme, her yerde bahtı kara Türkiye’mde içeride. Yani budandıkça artan ve Türkiye’min o silinmez gibi yüz karasını yeryüzünde çıra çıra ağartan bu her biri bir yurtseverin yeri şimdi küfürden yapılı ve işkence kapılı birer zindan ipleri. İşte böyle iki gözüm, daha sözüm bitmedi. Eli kolu kanlı, kirli yıkılası karanlık biraz daha çark ederek geriye, ak beyazı yığın yığın içeriye aldı. Ama bu kadarla yetmedi. Tadı bal ve o kadar da kutsal bu yerin gerçek öz sahibi devrimcilerin birer hain gibi duyurarak adını ve anayla babaya evladını gammazlatıp duran ve kardeşi kardeşe kahpecene vurduran, bu karanın da karası zehrini var gücüyle kusmakta. Ve de işin en kötüsü sözüm ona demokrasi erleri, yani muhalefet liderleri mezarına girmiş birer ölü gibi susmakta...”

  * * *

O yıllarda olduğu gibi bugün de fikirlerimiz kadar, bedenlerimiz de tehdit altında... Her birimiz her zamankinden çok daha fazla tehdit altındayız. Savaş ve şiddet siyasetine karşı fikirleri ve yürekleriyle duran hiçbir ferdin güvencesi yok.


“Öl-öldür” anlayışına uygun argümanlarla siyaset yapanların; yeşil hayat ağacını taşlayıp durdukları lanetli bir zaman aralığında azalmamak, asla yaprak dökmemek ve hep yeşil kalabilmek için avuçlarımızı ısıtan ellerle kenetlenmeliyiz... Acıya ve ölüme kanat gerenlerin, “çözüm şimdi” diyenlerin elleriyle...


Büyük risk altındayız...


Her yanımız ölüm sağanağı...


Ve “öldür” kipine, öldürme isteğine karşı özgür ve onurlu bir yaşam arayışıdır bizimkisi. 70’lerde de, 80’lerde de buydu 90’lar da da. Dün de bugün de...


* * *


Her defasında ölüm kapıyı çalmıştı...


70’li, 80’li yıllarda içeride ve dışarıda ölüm kapıyı çaldığında alabileceği/çalabileceği bir şeylerin olmadığını anladığında geri adım atmıştı...


Ölüm, ancak sizden bir şeyler alabileceğini umut ettiği ya da bu umudu gördüğü anlarda acımasız olur. Tüm acımasızlığıyla yüklenir.


Sizden bir şeyler alamayacağını anladığı anda ise umudu kırılır, güçten düşer, zayıflar.


Dün fikirler kadar, bedenleri yaşatan, ayakta tutan (özellikle de cezaevlerinde), ölüm kapıyı çaldığında tutsakların ona, “alabileceği bir şeylerin almadığını” göstermiş olmasıdır.


Bugün de ölüm riskini ortadan kaldırabilir, hayat ağacını yeşil tutabiliriz.


Burada önemli olan yaşadığımız nefes aldığımız çevre ve coğrafyayı, birey olarak kendimizi “ölümü doyuran” alanlar olmaktan çıkarmaktır.


Ölüm kapıyı çaldığında ona verebileceğimiz bir şeylerin olmadığını/olamayacağını gösterebildiğimiz anda risk de ortadan kalkar ve ölüm, “ölmüş” olur.


Ve bugünler, birçok yönüyle 70’li, 80’li yıllara çok benziyor. O günlerin demokratik gelişimine devletin tepkisi sert olmuştu; bugün de sert. Ancak önemli bir ayrıntı var: O gün buna dur diyecek güç ya yoktu ya da çok zayıftı. Bugün ise güçlü...


Ey kapımızı aşındırıp duran ölüm, bizden alabileceğin bir şey yok!


Türkiye istikrarlı bir ülke değil, sürekli yön değiştiriyor. Yapısal sorunlarına eğilim gösterme yerine ABD için rol devşiren bölgesel aktör olmayı tercih etmiş gözüküyor. Müzakere gibi tarihi bir aşamadan savaşa/çatışmaya dönmüş olmasının asıl nedeni de bu.


İçeride vurarak ezerek dışarıda güçleneceğini düşünüyor. Merkezi devlet partisine dönüşmüş olan AKP de, Türkiye toplumuna (halklarına) yatırım yapmıyor; dış getirilerle başta Kürtler, toplumsal muhalefeti ezerek talepsiz ve tepkisiz bırakmaya çalışıyor. Her gün bir ölüm, bir başka baskın, bir başka saldırı yaşanıyor. Kürtlere karşı bir “süpürme” harekatıdır sürüp gidiyor.


* * *


70’li yıllardan beridir bu devam ediyor...


O yılları Aşık İhsani “Mektup” adlı muhteşem şiirinde şöyle ifade etmişti. Bir bölüm aktarıyorum: “Demem şu ki sevdiğim, Ortaçağ’dan bu yana bana öyle bir ters geldi ki, 1971 Mart, Nisan, Mayıs ve sonrası. Yıkılası mahpushaneler tıklım tıklım evde, yolda, işte, sokakta, on on, yüz yüz, bin bin adam toplanmakta. Anlayacağın ne kadar ‘ben çağımdan ve üzerinde büyüyüp suyunu içtiğim toprağımdan yanayım’ diyen aklı işleyen, genç, yazar, öğretmen, sanatçı, işçi-köylü varsa ve hatta kim ki okur-yazarsa şimdi bunlar küme küme, her yerde bahtı kara Türkiye’mde içeride. Yani budandıkça artan ve Türkiye’min o silinmez gibi yüz karasını yeryüzünde çıra çıra ağartan bu her biri bir yurtseverin yeri şimdi küfürden yapılı ve işkence kapılı birer zindan ipleri. İşte böyle iki gözüm, daha sözüm bitmedi. Eli kolu kanlı, kirli yıkılası karanlık biraz daha çark ederek geriye, ak beyazı yığın yığın içeriye aldı. Ama bu kadarla yetmedi. Tadı bal ve o kadar da kutsal bu yerin gerçek öz sahibi devrimcilerin birer hain gibi duyurarak adını ve anayla babaya evladını gammazlatıp duran ve kardeşi kardeşe kahpecene vurduran, bu karanın da karası zehrini var gücüyle kusmakta. Ve de işin en kötüsü sözüm ona demokrasi erleri, yani muhalefet liderleri mezarına girmiş birer ölü gibi susmakta...”

  * * *

O yıllarda olduğu gibi bugün de fikirlerimiz kadar, bedenlerimiz de tehdit altında... Her birimiz her zamankinden çok daha fazla tehdit altındayız. Savaş ve şiddet siyasetine karşı fikirleri ve yürekleriyle duran hiçbir ferdin güvencesi yok.


“Öl-öldür” anlayışına uygun argümanlarla siyaset yapanların; yeşil hayat ağacını taşlayıp durdukları lanetli bir zaman aralığında azalmamak, asla yaprak dökmemek ve hep yeşil kalabilmek için avuçlarımızı ısıtan ellerle kenetlenmeliyiz... Acıya ve ölüme kanat gerenlerin, “çözüm şimdi” diyenlerin elleriyle...


Büyük risk altındayız...


Her yanımız ölüm sağanağı...


Ve “öldür” kipine, öldürme isteğine karşı özgür ve onurlu bir yaşam arayışıdır bizimkisi. 70’lerde de, 80’lerde de buydu 90’lar da da. Dün de bugün de...


* * *


Her defasında ölüm kapıyı çalmıştı...


70’li, 80’li yıllarda içeride ve dışarıda ölüm kapıyı çaldığında alabileceği/çalabileceği bir şeylerin olmadığını anladığında geri adım atmıştı...


Ölüm, ancak sizden bir şeyler alabileceğini umut ettiği ya da bu umudu gördüğü anlarda acımasız olur. Tüm acımasızlığıyla yüklenir.


Sizden bir şeyler alamayacağını anladığı anda ise umudu kırılır, güçten düşer, zayıflar.


Dün fikirler kadar, bedenleri yaşatan, ayakta tutan (özellikle de cezaevlerinde), ölüm kapıyı çaldığında tutsakların ona, “alabileceği bir şeylerin almadığını” göstermiş olmasıdır.


Bugün de ölüm riskini ortadan kaldırabilir, hayat ağacını yeşil tutabiliriz.


Burada önemli olan yaşadığımız nefes aldığımız çevre ve coğrafyayı, birey olarak kendimizi “ölümü doyuran” alanlar olmaktan çıkarmaktır.


Ölüm kapıyı çaldığında ona verebileceğimiz bir şeylerin olmadığını/olamayacağını gösterebildiğimiz anda risk de ortadan kalkar ve ölüm, “ölmüş” olur.


Ve bugünler, birçok yönüyle 70’li, 80’li yıllara çok benziyor. O günlerin demokratik gelişimine devletin tepkisi sert olmuştu; bugün de sert. Ancak önemli bir ayrıntı var: O gün buna dur diyecek güç ya yoktu ya da çok zayıftı. Bugün ise güçlü...


Ey kapımızı aşındırıp duran ölüm, bizden alabileceğin bir şey yok!

Hiç yorum yok: