18 Eylül 2011 Pazar

Kur'an Vahyi Çerçevesinde "Kürt Sorunu" Örneklemeleri

“Kur’an vahyi çerçevesinde” başlığıyla devam etmesini düşündüğümüz bu çalışma, önceki “Kur’an vahyi çerçevesinde: Arzuhal” çalışmasına paraleldir, ama onun devamı değildir. O çalışmanın da –inşallah- devam etmesi gerekiyor.

Evrensellik, yerellik ve bütünlük; bunların her biri yaşama ilişkin birer tutumu yansıtır. Bu üç tutum insanın hayata bakış açısını temsil eder. Her biri, birer ideolojik yaklaşımı da betimler. Kimi talihsiz biçimde evrensellik aşamasına takılır ve bütün ömrünü bu aşamaya hapseder; kimi ise birinden diğerine doğru hareket ederek ilerlemesini sürdürür. Bütünlük, bir aşama olarak diğer ikisinden daha yüce ve önemlidir. Bununla birlikte her üçünün de, en azından ahlakî açıdan olumladığımızda, insanın esenliğini amaçladığını var sayarız.

Bütün çocuklar evrenseldir ve evrensellik fıtri olmak bakımından ilk-eldir.

Evrensellik aşaması, bilinenin aksine aslında ilk-el bir aşamadır. İlk-el derken tam olarak banal ilkelliği vurgulamıyoruz; ziyadesiyle fıtri oluşmayı belirtmeye çalışıyoruz. Mesela ergin olmayanlar; bütün çocuklar evrenseldir. Onlar evrenselliği bir tecrübe olarak keşfetmediler! Henüz içine doğdukları bütün iç ve dış çevresel faktörlerle bir kıvama-olgunlaşmaya ulaşmadıklarından fıtri olarak hepsi benzerdir.

İster Firavun’un çocuğu olsun, ister Musa’nın çocuğu olsun; bütün ergin öncesi çocuklar için kavramlar ve olaylar aynıdır. Mesela Firavun’un çocuğu da, tıpkı bir İsrail çocuğu gibi, bir İsrailoğlunun sırf İsrailoğlu olduğu için zulme uğramasına anlam veremez.  Fakirlik-zenginlik gibi kavramları, hangi çocuk kendisinin zengin veya fakir olduğunu tecrübeyle keşfedebileceği ergenliğine dek anlamaya hazırdır! Karun’un çocuğu olmakla bir dervişin çocuğu olmak arasında henüz hiçbir fark yoktur! Veyahut da Kürt olmak veya Türk olmak hangi çocuk için ayrımcılık adına bir önemi haiz olabilir! Türklükten veya Kürtlükten bahsedilirken hangi Türk veya Kürt çocuğu Türklüğü veya Kürtlüğü bilinçli birer edim olarak üzerine alır!

Çocukların Savaş-Barış, Adil-Zalim, Türk-Kürt veya Zengin-Fakir gibi olay ve kavramları anlamlandırmada, algılamada veya ayırt etmemede evrensellikleri benzer seyreder. Çocuk sorgulamaya başladığında, işin burasında, nesnelere karakter yüklemeye başlarken yetişkinlerden temel farkını da ortaya, yine birbirine benzer olarak, koyar.

Şartlandırmada, çocuk, evrenselliğinden dolayı her zaman iyiyi seçer; Türklük iyi Kürtlük kötü olarak şartlandırıldığında, evrenselliğine iyinin  karşılık düşmesi sayesinde Türk çocuk da Kürt çocuk da Türk olmayı seçer.

Çocuklar birbirlerinin oyununu bozarlar, ama –özel olarak şartlandırılmamış- hiçbir çocuk Kürt veya Türk ayırımıyla diğer çocuğun oyununu bozmaz. Çocuklar birbirlerinin oyuncaklarını sahiplenirler, ama hiçbir çocuk Kürt veya Türk ayırımıyla diğer çocuğun oyuncağını gasp etmez.

Kur’an vahyinde, çocuklar, edimlerinde niyet (bilinç) taşımadıklarından istisnasız masum ve güçsüz sayılır. Dolayısıyla edimlerinin hiçbirinde sorumluluk altına alınmazlar. Çocuklar evrenseldirler, ama hiçbir sorumluluklarının ve güçlerinin bulunmadığı bir evrenselliktir bu. Çocuklar; düşüncelerindeki, yargılarındaki ve isteklerindeki ilk-el düzeyde evrensellikleriyle olay ve kavramları karakterize etmek ve onları çözümlemek için “Kürt sorunu” gibi örneklemlerle girişimde bulunmazlar.

Çünkü bütün bu olay ve kavramlar, bilinçli bir kıvamlaşma-olgunlaşma sürecinde öznenin kendi nesnesine atıfta bulunur. Ve atıfta bulunan nesneye bir karakter kazandırır. Böylece karakter yüklenmiş nesneler birer olguya dönüşür. Ve ipin ucu işte bundan sonra kopar: Karakter yüklenmiş nesnelerin nasıl göründüğü, nesnelere yüklenen karakterin nasıl bir düşünce, yargı ve istek ile tesis edildiğiyle alakalı olarak netleşir. Düşünce, yargı ve isteklerinde “Kürt sorunu” örneklemiyle girişimde bulunmayan yetişkin evrenseller bu bakımdan (çocuksu) ilk-el evrenselcilerdir.

Ergenler evrensellik, yani öz aşamasından yerellik, yani öznel aşamaya ilerler.

Çocuklardan farklı olarak yetişkinlerde; yani ergenlerde edimler nasıl göründüğüne ilişkin olarak ele alınır. Ve yetişkinlerin bütün edimleri onları sorumluluk altına alır. Ve artık yetişkinler masum ve güçsüz değildir. Yetişkinlerin masum ve güçsüz olmaması onların edimlerinin nasıllığı dolayısıyla değil bizzat yetişkin olmasıyla alakalıdır.

Kur’an vahyi bir aksiyom olarak ergen hiçbir kişi, grup ve toplum tekini masum ve güçsüz saymaz. Bunun tek istisnasını ergen kişi tekinin, grup veya toplumun “diğerine” veya “ötekine” göre içinde bulunduğu maddi ve manevi varlığının düşürülmüşlüğü veya düşkünlüğü teşkil eder. Bu istisna da masumiyet istisnası değil, güçsüzlük istisnasıdır. Özgür olmayan kişi, grup veya toplumun edimlerinde belirleyici olan güçsüz olmaları olduğundan, onların masum olmamaları edimlerinde sorumluluk altına alınmalarını gerekli kılmaz. Mesela, birini kırbaçlayan yetişkin bir kişinin, yetişkin olduğundan masum olduğu söylenmez. Ve fakat eğer özgür değilse, yani birinin kölesiyse, yetişkin olsa da güçsüzdür ve ediminin sorumluluğu sahibine yüklenir. Çünkü onu sahibi adına kırbaçlamaktadır, kendi adına değil. Çünkü onu kendi adına kırbaçlamaya resmen yetki, yetenek ve tercih sahibi değildir. Masumiyet konusu da güçsüzlükten etkilenir; güçsüzlüğü, masumiyeti konusunda hafifletici sebep olarak kayda değer tutulur.

Yukarıdaki pasaj bağlamında konu arası “Kürt” ve “Kölelik” ayracı

a)      Kürt ayracı:

Mesela, Kürt olma tabiatına resmen sahip olmayan herhangi bir –işçi- “Kürt”, Almanya’ya Kürdistan’dan ve Kürt olarak gitmez, Türkiye’den ve Türk olarak gider. Almanlar tarafından, Türkiye’den ve Türk olarak gelen bu kişilerin Kürdistan’dan ve Kürt olarak geldikleri fiilen kabul edilse de, Almanlar da Kürdistan’dan ve Kürt olarak gelen bu –işçi- “Kürtlerin” uyruğunu resmen Türk olarak kabul eder.

İster Almanya’da, ister Türkiye’de olsun, Kürt olma tabiatına resmen sahip olmayan  herhangi bir “Kürt”, kendi adına hiçbir zihni ve ameli performansını resmi olarak kabul ettiremez. Yani herhangi bir Kürt, mesela, her türlü seyahat iznini Türkiye’den de, Almanya’dan da Türk olarak alır. Herhangi bir Kürt, mesela, elinde ya Türk yada Alman veyahut da hem Türk hem Alman kimliği bulundurmak mecburiyetindedir. İstendiğin kadar de-fakto olsun; durum de-jure olarak budur…

Alman toplumu fiilen Kürt ve Kürdistan’ı öteden beri bilmekteydi, nihayet “Kürt gerçeği” yaftasıyla Türk ıtlak olunan (sayılan) toplum da fiilen, ama şimdilik Kürtleri kabul etti (etmek zorunda kaldı).

Demek ki, Türkiye’de ve Türk ıtlak olunan toplum nezdinde fiili duruma gelmek, on binlerce Kürdün ölesiye ve ısrarlı biçimde on yıllarca sürdürmekten vazgeçmediği hareketin bir meyvesidir. Demek ki, mesela, bu Kürtlerin ölesiye ısrarları birkaç yıl sürseydi, bu fiili duruma bugün kavuşmak hayal olacaktı.

Kürt hareketinin hemen hemen ilk on yılında Kürtler, bağımsız Kürdistan adına silahlı harekete kalkıştıklarını belirttikleri halde, Türkiye, ilgili hareketi, ilkin dış mihrakların oyuncağı olmuş “üç-beş çapulcu Türk vatandaşı” olarak kabul etti. İkinci aşamada, eli silahlı dağa çıkan gözü dönmüş üç-beş “Türk vatandaşı eşkıyası” olarak kabul etti. Üçüncü aşamada, “Türkiye vatandaşı terörist bir grup ve terörist bir örgüt” olarak kabul etti. Ve nihayet ölesiye sürdürülen ısrarın bir sonucu olarak ilgili hareket, “Kürt gerçeği”nin kabul edileceği ambiyansı tesis etti ve İran, Suriye, Irak ve Türkiye siyasi sınırlarında yaşayan Kürt “kökenlilerin” katılımıyla bölücülüğü amaçlayan “terörist Kürt örgütü” olarak tanımlanmaya başlandı.

Sû-i kast olduğu her halinden belli olan müstekbir toplumsal konseptin değişmeyen iradesi tekrar etmektedir. Bu müstekbir irade, zor ile kabul ettikleri “Kürt” tanımlamasının içeriğini boşaltarak ve özellikle “egemenlik” kavramından tümüyle soyutlayarak tekrar başa dönüp inkârın “çakmasını”, AKP ve ona eklenmekten imtina etmeyen Müslümanlık eliyle gerçekleştirmek istemektedir.

Yani şimdiki süreç, Kürt hareketi zoruyla kabul ettikleri “Kürt gerçeğini”, Kürt hareketinden ayırmak için, “Kürt gerçeğini” AKP’ye oy veren Kürdistanlılara indirgeyip askeri ve siyasi Kürt hareketini “terörist Kürt örgütlenmesi” olarak marjinalleştirme sürecidir.

Demek ki, egemen müstekbir konseptin kabul ettiği “Kürt gerçeği”, aslında, İslami toplumsal unsurlarla, kurum ve kuruluşlarla özdeşim kurdurarak eskisinden daha da kökleştirdiği sistemin “çakma inkârdır”. Buna “yeni nesil inkâr” da diyebiliriz!

İslami kesimle imkân bulan bu çakma inkâr, şimdi asıl görevini inşa etmekte ve; temel iki örneklem yanılsamasını, yani “Kürt gerçeği”ni Kürtlerin, TRT6’yı Kürtçe’nin başına kakmakla yetinmeyip “Kürt açılımı”nı Kürt hareketinin sabote ettiğini menkıbeleştirerek Kürtlerin “egemenlik” davasını nankörlükle itham etmektedir.

Oysa Kürtler, pek tabi ki masum değiller, ama güçsüz düşürülmüşler! Ve fakat mevcut müstekbir toplumsal konsept tarafından; gerek “Kürt gerçeği”yle Kürtlerin, gerek “TRT6”yla Kürtçenin ve gerekse de “Kürt açılımı”yla Kürt hareketinin başına kakılmak istenen minnet, Kürtlerin zor ve baskıyla egemenliklerinin elinden alınmasıyla mümkün olan mihnetten başkası değildir.

Zalim, zulmünün sonucunda oluşan olağan dışı toplumdaki olağan dışı olayları mazlumun suçu diye simüle ederek, tekrar aynı zulmü yapmakta ve fakat mazluma ilişkin olarak ortaya koyduğu “Kürt gerçeği”, “TRT6” ve “Kürt açılımı” gibi atraksiyonları evrensel bir değer olan “iyilik” adına yaptığını propaganda ederek kendi halkını ve Müslümanlık sosuyla da Kürt halkını aldatmayı amaçlamaktadır.

Yine zalim, zulmünün sonucunda oluşan olağan dışı toplumdaki olağan dışı olayları mazlumun suçu diye simüle ederek, tekrar aynı zulmü yapmakta ve fakat mazluma ilişkin olarak ortaya koyduğu “Kürt gerçeği”, “TRT6” ve “Kürt açılımı” gibi atraksiyonları yutmayan Kürtleri ve bu Kürtlerin davasını ve bu yoldaki iradesini tüm evrensel kavrayışların veya açıklamaların itip-kaktığı “kötülük” kavramının içine mahkûm ederek kendi halkını ve Müslümanlık sosuyla da Kürt halkını aldatmayı amaçlamaktadır.

b) Kölelik ayracı

Köle; tercih yeteneği, yani öz iradesi elinden alınmış ve beden ve ruh olarak efendisine bağlı kılınmış kişiyi tanımlar.  Köle, ne evrenseldir ne de yereldir; onun kendine ait bir kimliği yoktur. Onun bütün evrenselliği, yerelliği ve kimliği efendisinin tercihleriyle biçimlenir. Efendisi ne ise, o da odur. O ne çocuktur, yani masumdur; ne de yetişkindir, yani güçlüdür.

Masum değildir; yani davranışlarının niteliği hakkında bilgi ve bilinç sahibidir; yani efendisi adına da olsa birini kırbaçlarken üzülüyordur veya zevk alıyordur: Üzülüyorsa, niçin kırbaçlıyor? Zevk alıyorsa, bu büyük bir suç değil midir? Bu yüzden masum değildir.

Güçlü değildir; yani eylemi kölelik vasfıyla yaptığından, yani kendi iradesi ve tercihiyle yapmadığından, eylemi yapıp yapmama konusunda güçsüzdür ve bu sayede sorumlu değildir.

Masumiyet ve güçsüzlük bağlamında Bilal-i Habeşi ve Vahşi diye bilinen iki kölenin ve bir köle kadının oğlu olan Ammar b. Yasir’in örnekliği dikkate değerdir.

Bilal, iman konusunda efendisine itaat etmedi ve Müslüman olduğunu açıkladı. Ama hala bir köleydi. Bilal’i sahibinden satın alarak onu ölümden kurtarıp özgür bıraktılar. Bilal imanını açıklayarak efendisine itaat edip Müslümanlara ve kendi nefsine karşı suç işlemek istemedi. Fakat imanını gizleseydi de, kimse güçsüz Bilal’i işleyebileceği günahlar yüzünden mahkum etmeyecekti; çünkü ona hiçbir seçenek bırakılmıyordu.

Vahşi diye bilinen köle, iman etmedi ve dendiğine göre “özgürlük” ile Hz. Hamza’yı katletme seçeneği arasında bırakıldı; bir çeşit kölelik içerisinde güç yetirebilme muhtariyeti. Kendisiyle ve kendi durumuyla hiçbir ilişkisi bulunmayan bir insanı öldürmek büyük bir suçtu ve Vahşi bu suçu eyleme dökmeyi ihtiyar etti. Vahşi kendi özgürlüğü için kendi özgürlük sorunuyla hiç alakası olmayan Hz. Hamza’yı katletti ve bu ediminin sorumlusu oldu. Çünkü Hz. Hamza’yı öldürmeme gücü de tanınmıştı kendisine.

Ammar b. Yasir köle bir kadınla Kureyşli olmayan bir adamın oğluydu. Kendisi köle değildi, fakat Mekke toplumsal dengeleri bakımından bir kölenin oğluydu, ayak takımındandı. Köle annesi ve arkasız babası bir çok işkenceye uğradı ve şehid edildi. Kendisine uygulanan ağır işkenceler yüzünden müşriklerin hoşlanacağı sözler söyledi. Bu büyük bir suçtu, fakat arkasız olan Ammar, bu suçu işkence altında işlediğinden masum sayıldı.

Mekke’de köle ve sahipsizlere karşı efendiler her türlü tasarrufa sahiptiler. Özgürlere ise ailelerinden başkası dokunamazdı. Hz. Huzeyfe bunlardandır. O, Mekke’nin efendilerinden birinin oğludur. İman etmiştir, ancak kendi ailesinden başkası ona eza etme tasarrufuna sahip olamamıştır. Dolayısıyla Hz. Huzeyfe ne masum ne de güçsüzdür; bütün davranışlarından mesuldür.

Bilal’e ve Ammar’a tanınan imtiyaz; dar bir seçenek de olsa, salt o eyleminde güçlü olduğundan, o eyleminde Vahşi’ye ve özgürlere, mesela Huzeyfe’ye tanınmamıştır.

Köle bir toplum olarak anlatısı aktarılan Kur’an vahyindeki tek toplum İsrailoğullarıdır. Bu toplumun Yunus 83. ayetinde aktarılan tutumları korkuya bağlı kılınarak geçiştirilmiştir: “Firavun ve onun seçkinler çevresi kendilerine zulmeder korkusuyla kavminden ancak bir zürriyet/bir grup genç Musa'ya olan inançlarını açıkladı: çünkü Firavun ülkede gerçekten de nüfuz ve iktidar sahibiydi, ve üstelik ölçüsüz, acımasız biriydi”. Ayetin tefsirinde, mesela Tefhim Tefsirinde, “Daha sonra gelen kelimeler açıkça göstermektedir ki, İsrailoğulları Hz. Musa'nın (a.s) nübüvvet ve risaletine inanmadıkları için değil, Firavun'un zulmüne duçar olmaktan korktukları için çekimser davranmışlardır”. denmektedir. M. Esed ise; “‘Alâ havf” ifadesi, imanlarını açığa vurmaktan çekinmeyenlere izafeten, “korkularına rağmen” anlamıyla yorumlanacak olursa, yukarıdaki cümlenin anlamı şöyle olacaktır: ‘Firavun ve onun seçkinler çevresinin kendilerine zulmedecekleri yolundaki korkularına rağmen, kavminden küçük bir grup Hz. Musa'ya olan inançlarını açığa vurdu’. Ayet'in bu yolda anlaşılması, bizim tercümemizi destekleyici yönde, çoğunluğun korku yüzünden imanlarını açığa vurmaktan kaçınmış olduğu anlamını da içinde taşıyacaktır” ve ‘Musa'ya inandılar’; ayetin devamı, burada söz konusu olanın, imanın kendisi değil onun açığa vurulması olduğunu gösterdiği için bizim aktarımımız da bu yönde olmuştur. diye açıklamaktadır. Yani “Musa’nın kavminden ancak bir grup genç Firavun’un ve önde gelenlerin korkusuna rağmen Musa’ya iman ettiklerini açıkladılar; kavminin geri kalanı ise korkudan Musa’ya iman ettiklerini açıklamadılar” gibi bir anlam tefsirlerde söz konusu edilmektedir. Bu köle toplum, imanlarını açıklamamakla masum olmadıklarını göstermiştir ve fakat korkunun dehşetiyle güçsüz bırakıldıklarını açıkça anlamaktayız. Güçsüzlük, onların köleleştirilmesi sayesinde mümkün olduğundan bu toplum bu eyleminden sorumlu kılınmamıştır. Bu toplumun bu eyleminin objektif açıklamasından başka Kur’an vahyinde topluma dönük hiçbir başka olumsuz kritik söz konusu edilmemiştir (İlgili ayetin siyak ve sibakına ve tefsirlerle karşılaştırmalı bakınız).

“Kürt” ve “kölelik” ayracından önceki pasajdan devamla, Kur’an vahyinin ergen hiçbir kişi, grup ve toplum tekini masum ve güçsüz saymaması, açık beyanlı istisna örneklemleriyle aksiyomdan ayrılmıştır.

Yani, her kişi, grup veya toplum tekini kendi içinde ilgili aksiyomla ele alırken, birbiriyle ilişkilerinde, ilişkinin içerik ve biçimine göre ilgili aksiyomla ve istisnalarla paradigmasını kurmuştur.

Burada bir bütün olarak bahsettiğimiz ilişkiler kişi, grup ve toplum tekinin sosyal, politik, ekonomik veya diğer içerik ve biçimlerdeki kendi aralarındaki ilişkilerdir. Bir bütün olarak bahsini yaptığımız aksiyom ve ayraçlar bu ilişkiler bağlamındadır. Yani kişi, grup veya toplum teklerinin itikadî-soyut Allah inancı ile kurulan ilişkiler ne masumiyete ne de güce ihtiyaç duymaz. Bir kölenin, salt soyut Allah inancı ile ilişki kurabilmesine onun güçten düşürülmüş olması engel değildir.

Kur’an vahyi evrensel ön-kabullerle yerel istisna ayraçları arasındaki ilişkinin kurulma yetisi olarak ergen dönemi standart bir sınır için açıklar. Çünkü ergenlik çağı,  evrensel olanı yerel olana bağlama ve -eğer evrensel olan kalkış noktası değilse- yerelden evrenseli kesbetme gücünün mümkünden imkana geçtiği çağdır: “Lemmâ beleğa eşeddehu vestevâ; güçlü ve olgun çağına ulaştığında; 28/14”. Bu çağda kişi teki aksiyomla ayraç farkını ayırt etme yetisini haiz kabul edilir: “âteynâ humken ve ilmen; muhakeme ve ilim yetisi verdik (edindi); 28/14 ikinci cümle”.

Bu yetiyi gereği gibi kullanamayan yetişkinler, ilk-el olan evrenselliği/aksiyomu/nesneli açıkça “ilkel” olarak kullanır ve yerel/öznel olanı harcayarak bütünlüğe doğru ilerlemesini sürdüremez.

Oysa bütün kişi, grup ve toplum teklerinin sosyopolitik ilişkilerini objektif-yansız ele almayı Kur’anî bir evrensel duruşla yapan  Müslüman bir yetişkin veya ergen, bu evrenselliği yine Kur’anî bir ayraç duruşuyla haklıya, mazluma veya mustazafa karşı zararsız hale getirerek ilerlemesini sürdüren kişi olmakla yükümlüdür.

Kur’ani ayraç yerel olana, öznel olana, özel olana ilişkindir. Bir aksiyom olarak kişi, grup ve toplum teklerinin ilişkilerini kendi içinde ve kendi aralarında yansız olarak ele almak, işin başında fıtri olan ve ilahî olan niyetselliği sergilemek anlamına gelir, bu niyetsellik başlangıçta meseleye ahlakî olarak yaklaştığınızın tüm taraflara ilan eden bir ispattır. Ama hemen hemen sorun üreten tüm ilişkiler, ilişkinin kavramsal içeriğine (termilojisine) ve ilişkinin yapısal biçimine (morfolojisine) vakıf olmayı gerekli kılmaktadır. İşte meselelere dönük evrensel yaklaşımın, meselenin içerik ve biçimini dikkate alarak ona müdahale etmesi yerele/öznele/özel olana veya ayraca doğru ilerlemesiyle imkan dahilinde olacaktır. Evrensel olandan yerel olana ilerleyen yaklaşım işte ancak böylece bütünlüklü yüce tutum alışı gerçekleştirecektir.

Mesela; 1.
Bakara suresinin 2/193. ayetinden yaşamı kuşatan evrensel, yerel ve bütünlüklü tecrübeye ilişkin olarak:

a) Evrensel olan mutlak Kur’anî bilgi; kişi, grup ve toplum ilişkilerinde esas olan yaşam tecrübesindeki önsel tutum, “lâ udvân; düşmanlık yoktur” bilgisidir.

b) Evrenselin yerele doğru ilerlemesiyle mutlak Kur’anî bilgi, tüm bu ilişkileri “illâ ala’z-zâlimîn; zalimlerden başkası” ayracıyla kayıt altına alır.

c) İçeriği ve biçimiyle yaşamı kuşatan ilişkilerdeki saltık evrensel “düşmanlık yoktur” bilgisini “zalimlerden başkası”yla parentezleyen Kur’anî ilerleme; yani evrensel olandan yerel olana doğru ilerleyerek soyut evrensel bilgiyi, yerel/özel olan ayracıyla zihni ve ameli tutumunu somutlayan Kur’anî bilgi, “lâ tekûne fitnetun ve tekûne’d-dînu lillah; fitne kalmayıp, din Allah’ın oluncaya kadar” bütünlük hedefini temin etmek için, “kâtiluhum; onlarla –zalimlerle- savaşın”ı tesis eder.

Mesela; 2.
Âl-i İmrân suresinin 3/28. ayetinden yaşamı kuşatan evrensel, yerel ve bütünlüklü tecrübeye ilişkin olarak:

a) Genel insanlık içerisinde inanan kişi, grup ve toplum  teklerinin birbiriyle “velayete/dostluğa” dair ilişkilerinde tüm ümmeti bağlayan evrensel mutlak Kur’anî bilgi; velayet kavramının içerdiği özü kapsayan özsel dostluğun “bir inkâr edenle bir mü’mine karşı veya bir mü’minin yanından bir inkâr edenle” kurulamayacağıdır. Yani bu, –saltık veya soyut anlamda- inananlara karşı  olmayı sonuçlayacak bir dostluğun inananın yanında inkâr edenle kurulamayacağını önseller. Bu yüzden, yaşam tecrübesinde dostluk ilişkisi -saltık veya soyut- mü’mine karşı biçimsel olarak da kurulamaz. Yani dostluğun mü’minler arasındaki evrensel yaklaşımını “lâ yettehizu’l-mu’minûne’l-kâfirîne evliyâ e mindûni’l-mu’minîn; müminler, müminlerin yanından-yakınından inkâr edenleri dost edinmesinler” diye belirler. Bu dost edinmeme belirlemesi kişisel, grupsal veya toplumsal fırsatçılıkla eşdeğerdir.

b) Kur’an, saltık evrensel öze ilişkin olan bu dostluğu; yaşam tecrübesinde inkâr edenle kurulan biçimsel dostluğun, dostluk kavramının özüne ilişkin olup olmamakla ayraçlar. Yani yaşam tecrübesinde evrensel bir yaklaşım olan dostluğun kavramsal içeriğini, “lâ yettehizu’l-mu’minûne’l-kâfirîne evliyâ e mindûni’l-mu’minîn;  müminler, müminlerin yanından-yakınından inkâr edenleri (onların -kamusal ve meşru bireysel- çıkarlarına karşı olacak biçimde) dost edinmesinler” ile inkâr edenle biçimsel bir dostluğun kurulmuş olmasını ancak yerel/öznel/özel olanla ayraçlar; bu ayraç veya istisna, “illâ en tettekû minhum tukâten; korkulacak bir şey dolayısıyla onlardan korkmanız hariç”, özel olanıdır. Müminler arası evrensel tutum ile yerellik arasında direk kurulan bir bağla açıklanan ayeti, bu şekliyle tekrar ettiğimizde ortaya şöyle bir anlam çıkar; “korkmayı gerekli kılan bazı şeyleri yapabileceklerinden korkmanız hariç, mü’minler, mü’minlerin yanından inkâr edenleri dost edinmesin”. Çünkü mü’minin yanından ve ona karşı inkâr edeni dost edinen mü’minin yaptığı şey, eğer böyle bir ayraca-istisnaya sahip değilse, “men yef’al zâlike feleyse minallahi fi şey’in”; Allah’tan bir şey değildir. Anlaşılacağı gibi ilgili ayraç (korku ve sakınma ayracı) tümüyle (zaruri gereklilikle ve basit çıkarlar adına olmamakla) politiktir ve doğal olarak kavramın özüne değil biçimine ilişkindir. Bu ayracı dikkate almayan, yani yerele veya özel olana doğru ilerlemeyen bir evrensellikçinin, ayraca mahkum olana zarardan başka bir yol göstermeyeceği anlaşılmaktadır.

c) İçeriği ve biçimiyle yaşamı kuşatan ilişkilerde mü’minleri bağlayan –saltık- evrensel “inkâr edenleri dost edinmeyin” bilgisini “bir korunma” ile istisna eden Kur’anî ilerleme; evrensel bilgiyi öznel olana karşı kayıtlayarak, yerel bilgiyi de evrensel çıkışla veya evrensele varışla mesul tutarak evrensellikten yerelliğe ilerleyen mü’minin zihni ve ameli tutumunun  varacağı yeri, “ilallahi’l-masîr; dönüş Allah’adır” gerçeği ile ileri sürülebilecek evrensellik-yerellik bahanelerini samimiyet ile bütünlüklü kılmaktadır. Çünkü evrenselliğin somut yerel korku gerçeğini dikkate alması ve yerelliğin istisnayı istismar etmemesi Allah’ın, mü’minlere dikkatli olmalarına dair açık ihtarıdır.

Mesela; 3.
Şûrâ suresinin 42/39-43 ayetlerinden yaşamı kuşatan evrensel, yerel ve bütünlüklü tecrübeye ilişkin olarak:

a) Kişi, grup ve toplum ilişkilerinde yek diğerine zorbalık edene, bağilik edene karşı birleşenler, bağinin/zorbanın kendilerine yaptığı gibi onu cezalandırma hakkına sahiptir. Ve fakat, kötülüğü kötülükle cezalandırmak da benzer bir kötülüktür (veya kötülük doğurabilir): Allah ise asla zalimleri sevmez, öyleyse evrensel mutlak Kur’anî bilgide esas olan yaşam tecrübesindeki önsel tutum, af ve barıştır. Çünkü, “men afâ ve eslehâ fe ecruhû alallah; kim affeder ve barışırsa onun ecri Allah katındadır”. Af ve barış, zorba ve zorba karşısında birleşenlerin ilişkiyi ıslah edebilme imkânının her iki taraf içinde anlamlı olduğuna işaret eder: Zorba af edildiğinde “zorbalık” ortadan kalkıyor ve bozuk ilişkiler düzeltiliyor ise, illa cezalandırma hakkını kullanmak zulüm girdabına çekilmeyi sağlayabilir. Zulmü ise, o bir hak üzere bile inşa edilse, Allah sevmez.

b) Af, ıslahı sağlama imkanını oluşturmuyorsa, evrensel yaklaşımın yerele doğru ilerlemesiyle mutlak Kur’anî bilgi, çok önemli bir ayracı temin edecek vurguyu inşa eder. “Ellezine esâbehumu’l-bağyuhum; kendilerine zorbalık çattığında”, “yentasirûn; yardımlaşırlar-kendilerini savunurlar” ve “velemeni’n-tesarû zulmihî” zulümden sonra kendilerini savundukları ve kötülüğe benzeri bir kötülük ile  karşılık verip zorbalığa karşı yardımlaştıkları için, artık; “ulâike mâ aleyhim minsebîl; onlar aleyhine bir yol yoktur”. Dolayısıyla zulüm ve zorbalığa karşı kendini savunanların zulüm işledikleri gibi bir söylem, asılında yalnızca zalim ve zorba olanı zulme karşı kendini savunanla bir tutma olur. Çünkü “inneme’s-sebîlu” aleyhinde bir yol bulunan, yani asıl suçlu ve suçlanacak olan; “alellezîne yezlimûne’n-nâse ve yebğûne fi’l-ardi biğayri’l-hak; insanlara-halka zulmedip haksız yere yeryüzünde zorbalık yapanlar”dır.

c) Af edip ıslah etmek evrenselliğinden yerele ilerlemeyen; yerel olana hiç bakmayan saltık evrensel yaklaşım, yerelin, yani zulme maruz kalanın karşılık vermesini benzer bir zulüm olarak ele alır. Af edip barışma-ıslah etme evrensel imkânını hiç kollamayan yerel olan ise, zulümden doğan karşılık verme hakkını benzer bir zulme bulaşarak eylemselleştirebilir. Bu durum hoş karşılanmasa da, mazlumun suçlanması asıl suçlu olan zalimin pisliğini örteceğinden doğru bulunmaz. Kur’anî bilgiye göre bütünlüğün tesisi, bu gibi durumlarda zorluğu kabul edilen en azimli işlerden olan sıkıntıya göğüs gerip af etme imkanının peşinde olmakla mümkündür. Mücadeleyi bırakmak değil, mücadelenin tüm sıkıntılarını “bağışlama” üzerine kurmaktır. Yani mücadeleyi sürdürmek ve bağışlama düşüncesinden vazgeçmeden mücadelenin tüm sıkıntılarına sabretmektir. Kısaca barışçıl bir mücadeleyi, çok zor da olsa, sürdürmek esas olmalıdır. “Velemen saberû ve ğafera”, sabredip bağışlamak mazluma asla “mücadeleden vazgeç” demek değildir, eğer gücü yetiyorsa, af etme evrenselliğini, yerel olanın savaşımını ıslaha dönük mücadelesiyle sürdürerek bütünlüklü bir tutum almasıdır. “Eğer gücü yetiyorsa!” Çünkü “inne zâlike; şüphesiz bu” “lemin azmi’l-umûr; azimli işlerdendir”.

Ve mesela; 4.
Hucurât suresinin 49/9-10 ayetlerinden yaşamı kuşatan evrensel, yerel ve bütünlüklü tecrübeye ilişkin olarak:

a) Evrensel olan mutlak Kur’anî bilgi; mü’minler arasında kişi, grup ve toplum ilişkilerindeki önsel tutumun, “inneme’l-mu’minine ihvetun”, yani kardeşliğin esas olduğu bilgisi üzerine kurulmasıdır. Bütün ilişkilerin özünü kardeşlik içermelidir. Ve fakat kardeşlik vurgusuyla belirtilmek istenen şey, sorunsuz bir yaşamın varlığı değil, muhtemel sorunlara karşı kardeşlik duygusu ve hukuku içerisinde olmaktır. Mesela mü’minler arasında gözlemlenen savaş tehlikesinde esas olan yaşam tecrübesindeki evrensel önsel tutum, “feeslihû beynehumâ; aralarını hemen düzeltin“den “ıslah-barış”tır. Kur’anî bilgiye göre savaş marazi bir durumdur ve zorunluluktan dolayı söz konusu olan yalnızca bir savunma aracıdır ve savunma amaçlı olmayan savaş suçtur ve asla  başvurulacak ilk çare değildir. Ve fakat bir savunma aracı da olsa savaş bir gerçek olarak tarihsel ve güncel bir olgudur. Savaş söz konusu olduğunda Kur’anî tutum “adalet ve kıst” evrenselliğiyle barış evrenselliğini kayıt altına alır. Yani savaş kuvveden fiile çıkmış ise, artık barış tek başına Ku’anî bir ilke olarak ele alınmaz ve “feeslihû beynehumâ”; barışmanın yanına “bi’l-adli ve aksitû; adalet ve kıst ile” eklenir.

b) Salt barışı esas alan evrensellik, yerele doğru ilerlemeyince savaşın taraflarıyla ilişkiye geçmeyecek ve yalnızca deyim yerindeyse barış adına gözlemde bulunacaktır. Bu ise barışa dair bir ilke olarak evrensel tutum alışı anlamsızlaştıracaktır. Yaşamla yalnızca gözlem yoluyla ilişki kuran ve yaşama dair girişimde bulunmayan, yani yerele doğru ilerlemeyen ve salt soyut barışı gerçek kabul eden evrensellik karşısında Kur’anî bilginin tutumunu, daha savaş belirtilerinin başında barışı esas alan, “feaslihû beynehumâ; aralarını düzeltin, onları barıştırın” evrensel tavrıyla yerele doğru ilerleyerek gözlemden aktör olmaya sıçrayan bir yaklaşım olarak buluruz. Vukuu beklenen savaşa veya savaş tamtamlarının çalmasına hemen müdahaleyi barış esası üzerine inşa eden Kur’anî tutum, vukuu söz konusu olan savaşta ise barışı “adalet ve kıst” ilkeleri olmaksızın yeterli görmez. Çünkü savaş sürecinde “adalet ve kıst” ilkelerinden bağımsız bir barış, “hakkı” intaç eden bir barış değildir artık. Öyleyse Kur’anî tutum, barışı “adalet ve kıst” ile kayıt altına alan, yani yerel olan ayracı belirleyen tanımla bütünlüğe doğru ilerlemesini sürdürecektir. Adalet ve Kıst’ı gerekli kılan süreç; “fein bağet ihdâhumâ ale’l-uhrâ; birinin diğerine tecavüze yeltenmesi” ayracıdır. Bu ayraç, evrensel barışı-ıslahı kayıt altına alan “adalet ve kıst” kayıtları öncesindeki temel sorumluluğu da, “fekâtilu’lletî tebği hattâ tefîe ilâ emrillah; saldırgan Allah’ın emrine dönünceye dek onunla savaşın” olarak belirler. Yani sorumluluk, savaşan taraflardan haklının yanında yer alıp fiilen olaya ilişkin girişimde bulunmaktır.

c) Mü’minlerin kardeş olmaları, savaş tehlikesini daha baştan bertaraf etmek ve savaş sürecinde “adaletle” barışı sağlamak için meseleye müdahale etmenin önemli bir gerekçesidir. Kardeşlik evrenselliğiyle inananlara savaşan tarafların meselesine karışma yetkisi verilmiştir. Soyut evrensellikten yerel olana doğru ilerlemeyen bir gözlem, mevcut savaşı kardeşlik karşıtı olarak değerlendirecek ve sorunun soyut kardeş olma bilgisiyle halledileceğini yalnızca düşünecektir. Oysa yerele, özel olana doğru ilerleyen bir kardeşlik, sorunu kardeşlik çerçevesinde çözmek için taraflar arasında haklı-haksız araştırmasını ve tanımlamasını yapacak ve haklı-haksız ikilemine binaen soruna ilişkin girişimde bulunacak ve barışı sağlamak için “adalet ve kıst“ ölcütlerine dikkat edecektir. Adalet ve kıst yoluyla temin edilen barış, işte bizi gerçek bütünlüğe yani, “innema’l-mu’minine ihvetun; bütün mü’minler kardeştir”i tesis etmeye ulaştıracaktır. Çünkü, “innellahe yuhibbu’l-muksitîn; Allah muksitleri sever”, yani Allah kardeşler arasında mümkün olan bir savaşı, adaletle, ama eşit olarak çözmek isteyenleri sever.

Bütünlük, evrensellik ve yerellikten daha yücedir.

Evrensellik iyi olmak bakımından ilk-eldir, yani bir çocuğun fıtratının temiz olması gibi bir oluşmayla iyi olanı deklere eder. Ama yerelliğe doğru ilerlemediği ve orada doğru olanı bulmaya çalışmadığı zaman, fıtraten temiz olan çocuğun ergenlikte salt kendi doğrularını edinmesi gibi başka insanlara zarar verecek hale gelmesi söz konusudur. Yani evrensel olan, yerel olana doğru ilerleyip (tabi ki doğru bir içerik ve biçimde) ona müdahale ederek “ilk-el” evrensel olmayı “ilkel” olmaktan kurtarır ve işe yarar hale getirir. Aksi, halde kendi içinde bir esenlik taşısa da, evrensel olmakla hiçbir işe yaramamak hemen hemen aynı şeydir. Evrenselden start almayan yerellik de kendi içindeki esenliğiyle yapayalnızdır, ama evrensel olana varması mümkündür.

Bütünlük, tabulaştırılan evrenselliğin ve yerelliğin zararlarından insan bilincini ve davranışını geliştirip koruduğundan her ikisinden de yücedir.

Meselelere müdahale etmeyen çocuksu salt evrensellikten de, evrensel aşamadan ilerlemeyerek başlangıç hareket noktasını ıskalayan salt yerelcilikten de (ki bu biçimde de her ikisinin kendi içinde faydalı olduğunun varsayılmasında hiçbir mahsur yoktur) daha yüce olan “bütünlük”lü tutumu ve onu edinmeyi “Kürt sorunu”yla örneklemeye çalışalım.

“Kürt sorunu” bütünlüklü zihni ve ameli tutumun örneklemidir.

“Kürt sorunu” evrensel, yerellik ve bütünlük çerçevesinde, evrensel olanın ayracı, yani yerele doğru ilerlemesi ve oradan bütüne ilişkin zihni ve ameli tutumu ortaya koymayı mümkün kılan bir örneklemdir.

“Kürt sorunu” evrenselliğin yerel, öznel veya özel olan ayracıdır. “Kürt sorunu”nun yerel olması evrensel olana örneklem teşkil etmesi anlamına gelir. Yoksa salt bölgesel anlamında değil. Yani, “Kürt sorunu” bölgeseldir; evet, ama evrensel olana sorumluluk yükleyen, evrensel olanı girişime zorlayan ve evrensel olanı somutlayarak realize eden bir sorundur. “Kürt sorunu”nun evrenselin ayracı olması, onun evrensel olanın kendisi olmadığını anlatır. Evrensel olan daimdir, oysa ayraç olan yerellik sorun bağlamında muvakkattir. Ve fakat evrensel olanın daimliği, sürekli değişen ayraçlarla kaim olur. Evrensellik, değişen ayraçlarla sürekliliğini sağlayıp ilerlemesini sürdürmedikçe bütünlük gerçekleşmez. Yani yereli olmayan saltık evrensellik bütünlüğü temin ve tesis edemez. Yerel olan ilgili sorun veya örnek değişene kadar, o bölgede evrensel olan ile yerel olan aynı şeydir. Yani yerel olana özgü olmakla evrensel olana özgü olmak mesela, “Kürt sorunu”nda birdir.

Şimdi “Kürt sorunu”nda evrenselden yerele, evrensel yerelden bütünlüğe doğru ilerleyen zihni ve ameli yönteme bakalım.

Devam edecek –inşallah-.

Yavuz DELAL
ufkumuz.com

Hiç yorum yok: