22 Eylül 2011 Perşembe

İsrail-Türkiye İlişkileri; Stratejik Ortaklıktan Rekabete-2

İsrail-Türkiye krizi, Akdeniz ve Ortadoğu’daki değişimler, ABD’nin stratejik çıkarları, enerji kaynakları üzerine yürütülen bölgesel mücadeleler ve Neoosmanlıların emperyalist emelleri bağlantısında değerlendirilmelidir. Güncel kriz, her iki ülkenin de birbirlerine ihtiyacı olduğunu ve aynı cephede yer aldıklarını unutturmamalıdır.



Yeni İki devlet arasındaki ilişkilerin farklı alanlarının ve iktisadî ve jeostratejik çıkarların gözden geçirilmesi, asıl gerçekleri örten sisin aralanmasına yardımcı olabilir. Salt güncel krize ve kullanılan retoriğe bakıldığı takdirde, İsrail ve Türkiye’nin kader birliği göremeyiz.

İki ülkenin kadar birliği belirleyen iki temel neden var. Bunları Haluk Gerger bianet.org sitesinde kısa, ama öz olarak açıklamış. Gerger’e göre, ki katılıyorum, bölge gücü olma rekabetine rağmen her iki ülkenin de, ulusal devlet olarak varolma ve toprak bütünlükleri konusundaki temel çıkarları birbirleriyle örütüşüyor. Cengiz Çandar’ın deyimiyle, çözülemeyen Kürt Sorunu Türkiye’nin “Aşil Topuğu”nu oluştururken, İsrail Filistin konusunda giderek izole oluyor. İki ülke de temel sorunları konusunda yenilgi ile karşı karşıya ve uyguladıkları politikalarla kendi sınırlarını tehlikeye sokuyorlar.

Diğer taraftan İsrail’in de, Türkiye’nin de Batı’ya olan bağımlılıkları, bu kader birliğini belirleyen ikinci bir neden. Ekonomilerinin yabancı sermaye akışı olmadan iflas edeceğini bir yana bırakırsak, iki ülke de NATO, ABD ve AB’den ayrı politika yapmamayı, emperyalizmin küresel stratejileri ve Batı’nın siyasî koordinatlar sistemi içerisinde hareket etmeyi devlet aklı haline getirmişlerdir.

UCU AÇIK SON GELİŞMELER

Zaten gerek Erdoğan’ın, gerekse de, “deniz kuvvetlerini gönderme” tehditini kullanan AB’den sorumlu bakan Egemen Bağış’ın, her fırsatta “bizim karşı çıkışımız İsrail hükümetinedir, yoksa İsraillilerle ve İsrail devletiyle bir sorunumuz yok” demeleri boşuna değil. Yani söz konusu olan güncel kriz, hükümetler arasındadır, devletler arasında değil. İsrail ve Türkiye, tehlikeli sularda seyreden aynı tekne içerisindedirler – hiç birisi tek başına tekneyi terk etmeyi göze alamaz.Bu, madalyonun bir yüzüdür.

Diğer taraftan krizi belirleyen, Türkiye’nin bölge gücü olma çabasının yanı sıra, ABD’nin İsrail hükümetinden duyduğu rahatsızlıklardır. ABD gerek küresel ekonomik ve malî kriz nedeniyle, gerekse de, başta Afganistan olmak üzere, ihtilaf bölgelerinde içine düştüğü bataklık nedeniyle zordadır. Obama yönetimi bu nedenle uzun zamandır küresel stratejilerin yükünü müttefikler arasında paylaşılmasının gerekliliği ve ihtilaf bölgelerinde istikrarın sağlanması için politikalar geliştirmektedir. Özellikle Arap dünyasındaki ucu açık son gelişmeler ve bununla bağlantılı olarak İsrail’in ısrar ettiği politikalar, Netanyahu-Liebermann-Hükümeti’nin giderek daha büyük bir riziko faktörü olarak görülmesine neden oluyor.

OBAMA’NIN ELİ-KOLU BAĞLI


Obama hükümetinin bu rahatsızlığı uzun zamandır biliniyor. Geçenlerde Alman basınına sızdırılan bir habere göre, eski ABD Savunma Bakanı Robert Gates, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi toplantısında Netanyahu’yu “nankör” ve “gerçekleri göremeyen kör adam” olarak nitelendirmişti. Görüldüğü kadarıyla Obama hükümeti İsrail hükümetinin politikalarıyla İsrail’in kendisini ve dolayısıyla ABD’nin bölgedeki stratejik çıkarlarını tehlikeye atıyor. Gates’in söylediklerinin yayınlandıktan sonra Beyaz Saray çevrelerince yalanlanmaması, gözlemcilerle “resmî doğrulama” olarak nitelendirildi.

Batı basını da ABD’nin kaygılarını dile getiriyor. Avrupa’da yayımlanan çeşitli gazetelerde (The Guardian, F.A.Z., Liberation v.b.) yer alan yorumlarda, İsrail’in “büyük bir hata yaptığı”na dikkat çekiliyor ve ABD ile AB çevrelerine “İsrail’e yönelik önkoşulsuz destek politikalarını gözden geçirme ve Filistin devletinin BM Genel Kurulu’nda tanınması konusunda bir daha düşünme” telkini yapılıyor.

Obama hükümetinin de benzer düşünceler taşıdığı olası, ancak iç politik dengeler nedeniyle eli-kolu bağlı. İşte tam bu noktada AKP devreye giriyor. İsrail hükümetine karşı aldığı pozisyonla, bölgedeki istikrarı sağlayacak tek güç olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. 

ABD’nin de desteğine sahip. Ne de olsa Erdoğan, İsrail hükümetine karşı medyatik çıkışlar yapabilen tek lider ve TSK NATO’nun ikinci büyük ordusu. Türkiye, güçlü ordusuyla bölgedeki ve uluslararası alandaki bütün askerî operasyonlara katılmaya niyetli ve katılıyorda. Ayrıca, Arap dünyasında son derece iyi ilişkileri olan bir hükümete sahip. Bu açıdan bakıldığında Türkiye, ABD çıkarlarının kollanması için en uygun partner.

Emperyalist emellerini açığa çıkaran ve Ortadoğu’nun yeni dizaynında etkin rol oynamak isteyen Türkiye ile bölgesel istikrar sayesinde çıkarlarını kollamak isteyen ABD’nin çıkarları tam olarak örtüşüyor. ABD, Netanyahu-Liebermann-Hükümeti üzerinde gerekli olan baskıyı artırma olanağına sahip değil. Böylece bu görevi Erdoğan üstleniyor.Güncel İsrail-Türkiye krizinin temel nedenlerinden birisi budur.

‘SEYRÜSEFER SERBESTİSİ’

Görüldüğü kadarıyla İsrail’de de hükümete karşı olan sesler güçleniyor. Basının bildirdiğine göre uzun zamandan beri çeşitli politikacılar, analistler ve bilhassa askerî gizli servis, sivil gizli servis ve MOSSAD hükümete “gerginlikleri giderecek tedbirler almasını ve politikalarını gözden geçirmesini” ısrarla öneriyorlar. Ancak İsrail hükümetinin bu, kuşkusuz akıllı önerilere kulak verip vermeyeceği pek açık değil. Netanyahu Filistinliler ve Türkiye ile yumuşama politikalarına meyilli olsa bile, hükümetinin geleceği buna bağlı olduğundan, bunu göze alamaz. Hükümetin aşırı sağcı kanadı ihtilaf politikalarından vazgeçmeyeceğini defalarca kanıtladı. Bu nedenle İsrail hükümeti hesap edilebilir politikalara sahip değil.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hesapları ise çok açık. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “seyrüsefer serbestisi” lafını ağzına alması, basit bir tehdit değil: bu çerçevede söz konusu olan, Akdeniz’de tahmin edilen müthiş doğalgaz rezervleri. Basında yer alan bilgilere göre Doğu Akdeniz’deki “Levante Havzası”nda yaklaşık 3,5 trilyon metreküp doğalgaz rezervi olduğu ve Gazze sahillerine yakın sularda da 4 milyar Dolar değerinde rezervler olduğu tahmin ediliyor.

DOĞU AKDENİZ’DE DİDİŞME

Enerji rezervleri üzerine verilen mücadele, uluslararası hukukta net olarak tanımlanmamış Münhasır Ekonomik Bölgeler, her ülkenin kendi ekonomik bölgesinde bulunan doğal kaynakları çıkartma hakkı, İsrail-Türkiye krizinin diğer temel nedenlerini oluşturmaktadır.

Bu sorun sadece Türkiye ve İsrail arasında ihtilaf yaratmıyor, Suriye, Lübnan, Kıbrıs ve Filistin Yönetimi (tanındığı takdirde Filistin Devleti) de hakları olduklarını ileri sürüyorlar. Kıbrıs’ın 2010 Aralık’ında İsrail ile ortak deniz sınırlarını belirlediği antlaşma ve 2011 Ağustos’unda birlikte arama çalışmalarına başlayacakları açıklaması, Türkiye’yi 1982 BM Deniz Hukuku Antlaşması çerçevesinde girişimlerde bulunmaya ve 13 Eylül 2011’de Egemen Bağış’ın CNN Türk’de yaptığı gibi, “her türlü arama çalışmalarını engellemek için deniz kuvvetlerimizi göndereririz” mealinde tehditler savurmasına neden oluyor. (Bu sorunun bir başka boyutu da, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyesi olması dolayısıyla, olası bir ihtilafa AB’nin de muhatap olmasıdır.)

Doğu Akdeniz’de didişme ile bağlantılı olarak alınan tedbirlerden birisi “Barbaros Eylem Planı”dır. Türkiye bu planla, 2006’da Millî Güvenlik Kurulu kararıyla oluşturulan ve Ceyhan Enerji Bölgesinin güvenliğini tesis edecek olan “Akdeniz Güvenlik Kalkanı”nı, savaş gemileri, denizaltılar ve savaş uçaklarının sayısını artırarak genişletmek, Türk Deniz Kuvvetleri’nin “deniz aşırı operasyon yetisinde olduğunu” kanıtlamak istiyor.

ABD’NİN ÇIKARLARINI KORUMAK

Aslına bu planın temeli 1997’de atılmıştı. Yayını durdurlan Yeni Yüzyıl gazetesi 17 Mart 1998 tarihinde “Küreselleşen ordumuz” başlıklı bir haberle, TSK’nin Kasım 1997’de “Açık Denizlere Doğru” başlıklı bir siyaset belgesi hazırladığını bildiriyordu. Bu belgede şöye deniyordu: “Ege, Karadeniz ve Akdeniz’in Türkiye için yaşamsal önemi vardır. Hazer Denizi, İran Körfezi, Kızıl Deniz ve Atlantik’in Cebelitarık yakınlaşma suları TSK’nin ilgi alanıdır. (...) Bu tespit, vatan limanından çok uzaklarda lojistik destek sağlayabilen ve vurucu gücü olan deniz kuvvetlerini gerekli kılmaktadır”. Aynı tarihlerde eski Genelkurmay Başkan Yardımcısı Çevik Bir, Frankfurt Marriot Hotel’de yapılan bir toplantıda şöyle diyordu: “21. Yüzyılın enerji kaynakları Kafkaslar ve Ortadoğu’dadır. Bu nedenle Balkanlar-Kafkaslar ve Ortadoğu üçgeninde çeşitli senaryolar hazırlanmaktadır. Ancak hangi senaryo uygulanmaya sokulursa sokulsun, Türkiye başrolü oynayacaktır”.
Bu alıntılar, bugün uygulamaya sokulan politikaların daha o günlerde ifade edildiğini göstermektedir. Siyaset belgelerinde yapılan tespitlerin sonuçlarının alınması ve konjonktürün Türkiye lehine değişmesi sonucunda güçlenen Türkiye, bugün Doğu Akdeniz’de güç gösterisi yaparak, ABD çıkarlarını en iyi koruyabilecek yegane devlet olduğunu kanıtlamak istemektedir. İsrail hükümeti ile olan kriz, bu çabanın bir parçasıdır.

SONUÇ YERİNE


İsrail-Türkiye krizi, Akdeniz ve Ortadoğu’daki değişimler, ABD’nin stratejik çıkarları, enerji kaynakları üzerine yürütülen bölgesel mücadeleler ve Neo-Osmanlıların emperyalist emelleri bağlantısında değerlendirilmelidir. Güncel kriz, her iki ülkenin de birbirlerine ihtiyacı olduğunu ve aynı cephede yer aldıklarını unutturmamalıdır.

2011 Temmuz’unda, “İsrail: Değişen Ortadoğu’nun değişmeyen ülkesi” başlığıyla yayımlanan bir USAK analizi, Türkiye ve ABD yönetimlerinin İsrail’den beklentilerine tercüme olmaktadır. Osman Bahadır Dincer’in kaleme aldığı analizde şunlar denmekte: “Türkiye-İsrail ilişkilerinde yapısal sorunların çözümü için İsrail’in, Türkiye ve Arap Dünyası’ndaki mevcut gelişmeleri doğru okuyarak paradigma değişimine gitmesi gerekmektedir. Türkiye-İsrail ilişkileri ele alınırken üzerinde durulması gereken en önemli nokta, artık ilişkilerin eski parametreler üzerinden yürütülemeyecek olduğudur.(...) Dış politikasında sağlıklı ilişkiler kurmasını engelleyen iç hastalıklarının tedavisi için İsrail’in bir an önce kolları sıvaması büyük önem arz etmektedir. Karşılıklı bağımlılığın derinleştiği günümüz dünyasında İsrail, çözüm getirmeyen politikaların tutsaklığından kendini kurtarmanın yollarını aramalıdır.(...) Türkiye ve İsrail’in birbirine ihtiyacı olduğu hemen herkesin hem fikir olduğu bir gerçektir. Ancak daha da önemlisi, Ortadoğu’nun iyi ilişkilere sahip bir Türkiye-İsrail ikilisine ihtiyacı bulunmaktadır.”

Buradan da Netanyahu-Liebermann-Hükümeti’nin ABD ve Türkiye tarafından istenmediği okunabilir. Ancak bu sorun sadece İsrail’de ve İsrailli seçmen tarafından çözülebilecektir. Son haftaların sosyal protestolarının, bir hükümet değişikliği sürecinin başlangıcı olabileceği olasılığı var, ancak hükümet değişikliğinin otomatikman politika değişikliğine yol açacağı ise hayli şüphelidir.

Son derece şüpheli olan başka bir konu da, Türkiye’nin Arap dünyasının liderliğini alıp alamayacağıdır. Arap toplumlarında Erdoğan’a duyulan konjonktürel hayranlık, bunun bir kıstası olamaz. Her ne kadar Batı sömürgeciliğinin ve yeni sömürgeci devamının yıkımı Osmanlı döneminin esaretini hafızalarda ılımlandırsa da, Arap dünyasının tarihsel bilincinde “esir olunduğu” halen unutulmamıştır. Aynı, Türkiye’nin “Mavi Marmara” sonrasında atması gereken adımları atmaması veya güncel olarak Suriye’ye gösterdiği muamelenin de unutulmadığı gibi.

Arap ülkelerinde de AKP ve Erdoğan’ın Batı’ya ne denli bağımlı olduğu, uzun vadede gene İsrail’le aynı yatağa gireceği ifade edilmektedir. Bunun iyi bir örneğini, Dar el Hayat gazetesinde 15 Ağustos 2011’de yayınlanan ve 3 Eylül’de sendika.org tarafından çevirisi yapılan Mustafa Zeyn’in yorumudur. Zeyn şöyle yazıyor: “Erdoğan’ın Davos’ta Şimon Peres’e karşı tutumu, Gazze savaşındaki tutumu sadece kendisini ABD ve Avrupalılardan ayrı tutarak bölgede bir rol oynama çabasından ibaret. Bu onun Avrupa ve ABD’nin çıkarlarından ayrılacağı anlamına gelmez. (...) Türkiye Avrupalıların ve Amerikanların Ortadoğu’ki silahlı gücüdür, hem de geçmiş ve modern İslamî tarihinden dolayı Avrupa Birliğine kabul edilmeksizin Batı çıkarlarını korumakla vazifelendirilmiş bir polis gücüdür.” Bu güvensizliği gidermek için, sert retorikten fazlası gerekmektedir.

ORTADOĞU’NUN CEHENNEM ATEŞİ


Türkiye karar vericileri, “yeni” Türkiye’nin İslamî Dünya’nın lideri olabileceğine inanıyor olabilirler. Erdoğan’ın bugünlerde Arap ülkelerine yaptığı ziyaret bunun için bir reklam gezisi olarak değerlendirilebilir. Ve bu çerçevede İsrail karşıtı çıkışları Erdoğan’a yardımcı da oluyordur. Ancak Arap dünyasını yakından tanıyanların bildiği gibi, kendi aralarında birlik olamayan despot rejimleri ve ardıllarının, kendilerine lider olarak seçecekleri son ülke Türkiye olacaktır. Erdoğan’ın cambazlığı, hitabet yeteneği tarihsel gerçekleri değiştirmeye yeterli değildir.

Velev ki Mısır, Libya veya Tunus’daki yeni yönetimler Türkiye ile işbirliğine hazır olsunlar. Kendi “Aşil Topuğu”nun tek bir hamlede tüm uluslararası ve stratejik planlarını sıfırlayacak olan bir ülke bu “liderliği” ne kadar zaman taşıyabilecektir? Seçim başarıları, ekonomik büyüme ve üniformalı kapitalistlere karşı iktidar savaşını kazanmış olma nedeniyle artan özgüven, hali hazırda Kürt Sorunu, Sri Lanka’da olduğu gibi askerî şiddetle çözülebilir düşüncesine itiyor olabilir. Ama bu özgüvenin son derece yanıltıcı olduğu ve gerçekleri görmeyi engellediği de unutulmamalı. Çünkü ne Kürdistan Sri Lanka’ya, ne de halk hareketine dönüşmüş olan Kürt Özgürlük Hareketi, Tamil Kaplanları’na benzemektedir. AKP hükümetinin kendi Kürt yurttaşlarına karşı yapacağı her yanlış, hele hele savaşa başvurması, Neo-Osmanlı rüyalarını kabusa dönüştürebilecek, bütün planları altüst edebilecek sonuçlara yol açabilir.

Kısacası, Erdoğan’ın Arap dünyasındaki arayışları ne getirirse getirsin, İsrail-Türkiye krizi nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, değişmeyen bir gerçek var: O da Türkiye egemenlerinin girdikleri yolun, Türkiye açısından da, bölge açısından da Dante’nin Inferno’sundaki Vergil’in işaret ettiği cehenneme çıkmakta olduğudur. Dinî bütün AKP’nin bu yola girdikten sonra Matelda’nın elini tutup, bu yoldan kurtulup kurtulamayacağı bilinmez ama, bildiğim, Türkiye ve İsrail’in bugünkü politikalarını sürdürdükleri müddetçe, Ortadoğu’nun cehennem ateşiyle yanmaya devam edeceğidir.

Kim bilir, birisi günün birinde Erdoğan’ın kulağına günümüz Matelda’sının Kürtler olduğunu fısıldayabilir. 

BİTTİ

MURAT ÇAKIR

Hiç yorum yok: