12 Eylül 2011 Pazartesi

Geçmişten Günümüze Kuzey Kürdistan'da Legalite Ve Parlamento Deneyimleri -1

Bu yazımızda Kürtlerin Osmanlı’dan günümüze, öncelikle parlamentolar olmak üzere legal çalışma alanlarındaki deneyimlerini irdelemeye çalışacağız. Elbette bu konuda kaynak sıkıntısının olacağı muhakkaktır. Çünkü her şeyden önce, egemen devletler, konu Kürtler olunca tekellerindeki kaynakları ya gizlemekte ya da tahrif edip çarpıtarak yayınlamaktadırlar. Bu çalışma da ulaşılabilen kaynakların objektif değerlendirilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Ancak belirtildiği üzere kaynaklar son derece sınırlı olduğundan eksik ve yetmez olduğu belirtilebilir. Yine de eldeki veri ve bilgilerden hareketle konuya dair en geniş fotoğrafa ya da fikirlere ulaşılmaya çalışıldı.

A - OSMANLI DÖNEMİNDE KÜRTLERİN LEGAL DENEYİMLERİ

1800’lü yıllara kadar bir bağımlılık ve yer yer çatışmalar olsa da, Osmanlılarla büyük oranda barış içerisinde yaşayan Kürtler, II. Mahmut’un emirlik ve beyliklerini merkezi otoriteye bağlama faaliyetleri sonrasında rahatsızlık ve huzursuzluk duymaya başladılar. Bu durum bir isyan silsilesini de ateşledi. 1806 yılında “Babanzade Abdurrahman Paşa” isyanı bunun ilk halkasını oluşturur.

Osmanlı, girdiği bunalımlı süreçlerin ve ağır savaşların bedelini zor ve baskıyla halktan karşılamaya çalışır. Asker temini ve ağır vergilendirme, halkın en temel sorunu haline gelir.

Tamamen egemenlik altına alınmak istenen topraklar, imparatorluğun izni olmadan veya başka bir biçimde tapu verilmedikçe, tüm toprakların Osmanlı imparatorluğuna ait olduğu öne sürülür.

Emirliklerin otonom statülerine son vermek isteyen merkezi devletin yeni yaklaşımı ve hukuku, doğal olarak beyleri isyancı pozisyonuna düşürmekteydi. Bunun sonucu olarak, Osmanlı imparatorluğunda durmak bilmeyen ayaklanmalar baş gösterir. Çıkarılan yeni yasalarla da eyaletler kontrol altına alınmaya ve sınırlar korunmaya çalışılır.

Meşrutiyet, Meclis-i Mebusan ve Kürtler

19. yüzyılın ikinci yarısında, imparatorlukta yaşanan çalkantı iyice boyutlanır. Diğer taraftan da Batı’da gelişen halk hareketleri ve her alandaki tarihi değişimlerin etkisi günden güne etkili olmaya başlar. Osmanlı’da da yeşeren aydınlanma, padişahı ve yetkilerini zorlama ve sınırlama sürecine sokar. Başlayan aydınlanma hareketi üzerine, 23 Aralık 1876 yılında I. Meşrutiyet ilan edilir. Aristokrasi sınıfının katıldığı seçimlerle (bir bölümü de atamayla) oluşturulan Meclis-i Mebusan, Osmanlı imparatorluğunda “parlamenter sisteme” geçişin başlangıcı olur. Padişahın, o zamana kadar bazı “ferman”larla sınırlanmış da olsa, tek başına kullandığı otorite, bundan böyle kendisiyle meclis arasında taksim edilecekti. Oluşturulan meclis 115 üyeden oluşmaktaydı. Ancak bu mecliste kaç Kürt milletvekilinin yer aldığı bilinmemektedir. Zaten bu dönemde parçalanmadan arta kalan Osmanlı topraklarında “ümmet” ve “Osmanlı” kimlik duygusu hala ağır basmakta etnik ya da ulusal duygular ise yeni yeni yeşermektedir.

Sonraki süreçlerde, Kürt beyliklerine savaş açan II. Mahmut’un takipçilerinden II. Abdülhamit, bu politikaları değiştirmeden fakat Kürtlerle savaşmak yerine onlara karşı dost gibi görünerek kullanmayı daha akıllıca bulur. Kendi adıyla kurdurduğu Hamidiye Alaylarıyla birlikte İstanbul’da kurulan Aşiret Mektepleri faaliyetiyle de Osmanlı’ya, dar bireysel ve aşiretsel çıkarlar temelinde bağlı işbirlikçi bir tabaka yaratmayı amaçlar ve bunda epeyce de başarılı olur.
1800’lü yıllar boyunca süregelen Kürt hareketleri ve isyanlarında daha çok aşiret ilişkileri ön planda iken 1900’lü yıllara doğru ulusalcı bir akımın ortaya çıktığı görülür. İlk Kürtçe yayın olan Kürdistan gazetesi, 9 Nisan 1898 (9 Nisan 1314) tarihinde Bedirhan Bey’in oğullarından Mithat Bey tarafından Kahire’de yayınlandı. Toplam 31 sayı çıkan bu gazete, Kahire’den sonra Cenevre, Londra ve Folkstone’da (İngiltere) yayınlandı.

19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ve giderek güçlenen İttihat ve Terakki fırkası, Kürtlerin ve Ermenilerin dikkatini çekerek, aydınlarının birlikte hareket etmelerini sağlar. Bu dönemde de, Kürtlere karşı Osmanlıcılık ve İslamcılık kavramları altında çok sinsi bir politika izlenir. Bu iki kavram çok iyi kullanılarak Kürtlerin eritilmesi hedeflenir. II. Abdülhamit döneminin sonunda, 23 Temmuz 1908’de, II. Meşrutiyetin ilanıyla aynı yılın Kasım ve Aralık aylarında mebus seçimi yapılır. Seçimlerin sonunda İttihat ve Terakki çoğunluğu sağlar. 4 Aralık 1908 – 1912 dönemi Meclis-i Mebusan’ında 142 Türk, 60 Arap, 25 Arnavut, 23 Rum, 12 Ermeni (bunlara 4 Taşnak ve 2 Hınçak mensubu dahildi), 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3 Sırp ve 1 Vlah mebus bulunmaktaydı. İdeolojik altyapısı dönem içinde şekillenmeye devam edecek olan İttihat ve Terakki Fırkası yaklaşık 60 mebusun desteğine sahipti. Anlaşıldığı üzere Kürt mebuslar “Türk” ya da diğer bazı uluslardan gösterilmiştir. Bu dönem içinde sadece Babanzade İsmail Hakkı (Bağdat) Kürt olarak geçmektedir. Kürdistan vilayetlerinden ise 28 mebus görünmektedir.

II. Meşrutiyet döneminin ikinci Meclisi Mebusan'ı padişahın birincisini 18 Ocak 1912’de feshetmesi ve yapılan seçimlerden sonra, 18 Nisan 1912’de toplandı. Bu Meclis, 5 Ağustos 1912’de, içte ve dışta siyasi ortamın gerginleşmesi nedeniyle Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın önerisi ile feshedildi. Balkan Savaşı nedeniyle seçime gidilemedi ve sıkıyönetim ilan edildi. Bu dönemde Kürdistan’dan 41 mebus mevcuttur. Kürt olarak sadece şu isimler geçmektedir:

•    Babanzade Hikmet Bey (Süleymaniye, MUSUL,  İttihat ve Terakki)
•    Babanzade İsmail Hakkı (Divaniye, BAĞDAT, İttihat ve Terakki)
•    Babanzade Ahmet Naim Bey (Basra, BASRA, İttihat ve Terakki)
•    Muhammed Hamza Bey (Müntefik, BASRA, Bağımsız)

Babıâli Baskını sonrası şartlarında, 1914'te tek parti düzeninde seçime gidilmiş ve 5. Meclis-i Mebusan üyeliklerinin tamamını İttihat ve Terakki elde etmiştir. Bu Meclis 1. Dünya Savaşı boyunca bu haliyle faaliyetlerde bulunmuştur. Bu mecliste Kürt olarak tanıtılan hiçbir isme rastlanmamaktadır. Kürdistan’dan 5 mebus bulunmaktadır.

Son Osmanlı Mebusan Meclisi, 12 Ocak 1920'da ilk toplantısını, 18 Mart 1920'de son toplantısını yapmış, üyelerinin bazıları İstanbul'daki işgal güçleri tarafından tutuklanarak sürgüne gönderilmiş, önemli bir kısmı ise Ankara'ya geçerek kurulacak Büyük Millet Meclisi'nin 1. Dönemi'nin nüvesini oluşturmuş, resmen kapatılışı ise yine işgal güçlerinin baskısıyla padişah VI. Mehmet Vahdeddin'in 11 Nisan 1920 tarihli kararıyla gerçekleşmiştir. Bu mecliste Kürdistan’ın çeşitli vilayetlerinden 25 – 30 arası milletvekili görünmektedir. Kürt olarak tanıtılan hiç kimse yoktur. (Vikipedi, özgür ansiklopedi)

Bu meclislerde genel olarak İttihat ve Terakki fırkasının kendi siyasetine yakınlık duyan ve Kürt ulusal davasından uzak olan kişileri seçtiği tahmin edilmektedir. Osmanlı Meclislerinde mebus olmayan Kürt siyasetçilerinin genelde İttihat ve Terakki fırkasının yürüttüğü ırkçı (Türkçü) politikalarına güvenmeyerek uzak durmayı tercih ettikleri varsayılabilir. Kürtlerde bu durum yaşanırken, aynı tarihlerde Balkanlarda bu tavır daha farklıdır. Makedonlar, Bulgarlar, Arnavutlar ve Sırplar büyük oranda ulusal davaları gereği Osmanlı Devletinin meclisine mebus göndermeyi reddederek protesto etmişler ve üzerinde yaşadıkları topraklarda kendi ulusal meclislerini kurma çalışmaları yürütmüşlerdir. Bu bölgelerden Osmanlı meclisine mebus göndermek, bağımsızlıkları için mücadele eden gruplar tarafından suç sayılmaktaydı. Kürtlerde ise buna benzer,  Osmanlı meclisine karşı açıkça ortaya konmuş siyasi bir tepki görülmemektedir. 1908–14 yılları arasında mebus olan çoğu Kürt, bağımsız Kürt devletini hedefleyen 1880 Şeyh Ubeydullah isyanının tanığı olmaktadır. İsyandaki ulusal tavır 1908 sonrasında devam ettirilmemiştir. (Haydar Koç, Osmanlı Meclislerinde Kürt Mebusları)  
Kürtlerin bu yetersiz yaklaşımları ve dış destekten yoksunluk, İttihatçıları daha da cesaretlendirir. Bir yandan Kemalist hareketin güç kazanması diğer yandan abartılmış “Ermeni tehdidi” ve ulusal haklarının tanınacağı yolundaki vaatler, Kürtleri pasifize edip sisteme bağlar. Diğer yandan ulusal amaçlar doğrultusunda çok sayıda Kürt cemiyet ve dernekleri kurulur. Kürtçe ve Kürtlükle ilgili gazete ve dergiler çıkartılır. Söz konusu bu cemiyetlerde, gazete ve dergilerde, kurucu, üye ve çalışan çok sayıda Kürt aydını ve yurtseveri yer alır. Seyit Abdülkadir, Dr. Şükri Sekban, Babanzade Naim, Mehmet Ali Bedirhan, Ferit Fuat Paşa, Babanzade Şükrü, Müküslü Hamza, Mevlamzade Rıfat, Mehmet Şefik, Mehmet Mihri, Emin Ali Bedirhan, Mithat Bey, Bediiüzzaman Said-i Nursi, Dr. Abdullah Cevdet, Şerif Paşa, Cemilzade Ömer ve Kadri, Fuat Temo, Cerrahzade Memduh Selim, Kerküklü Necmettin Hüseyin, Abdülaziz Baban, Mutkili Halil Hayali, Prof. Babanzade İsmail Hakkı, Yusuf Ziya, Kemal Fevzi, Cemil Paşazade Kadri (Zinar Silopi) ve Ekrem, Koçgirili Alişan, Dersim’li Alişer, Dr.Nuri Dersimi bunlardan bazılarıdır.

1914 yılına gelindiğinde Batılı başkentlerin desteği ve Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde “Ermeni Devleti”nin kurulacağına dair plan ve pazarlıkların olduğu yönünde yayılan haberleri alan Kürt ileri gelenleri ve aydınları, örgütlenmelerini sıklaştırmaya başlar.  Kendilerini Ermeni tehdidi altında hisseden bu çevreler, varlıklarını korumanın çarelerini arar. Yaşanan bu kaygılardan dolayı Kürt aydınları ve kurumları (dernek, örgüt, gazete, dergi vs.) bu tarihten sonra Kürdistan’a taşınarak örgütlenmeye çalışır. Ancak, Kürtlerin içinde bulundukları geri koşullar, feodal bölünmüşlük, gelişmemiş toplumsal doku, aşiretler arası düşmanlıklar gibi nedenlerle, Kürtler kendi özgün yollarını yeterince çizemedikleri gibi, güçlü bir toplumsal hareketi de yaratamadılar. Oluşturulan dernekler de dar ve güdük kalır. Ayrıca, bölgede etkili olan İngiliz, Fransız ve Ruslar, Kürtleri desteklemeleri bir yana onlara karşı her türlü komplo ve istismarı geliştirmişlerdir.

Bu dönemde Osmanlı Devleti Trablusgarp, Balkan ve I. Paylaşım savaşlarına girer. Girdiği tüm savaşlardan yenilgi ve toprak kayıplarıyla çıkar. Kürdistan’ı işgal altında tutan çarlık Rusya’sı ise, 17 Ekim 1917 Devrimi dolayısıyla geri çekilir. I. Paylaşım savaşının hemen ardından, 21 Aralık 1918’de yeni seçimler yapılmak üzere eski Meclis feshedilir. Ankara’da olağanüstü yetkilere sahip ve Osmanlı hanedanının denetimi dışında bir meclisin açılması kararı alınır. Kurucu Meclis ve seçimlerle ilgili 19 Mart 1920'de bir bildiri yayınlar. 22 Nisan 1920'de yapılan çağrı ile parlamento 23 Nisan 1920 günü toplanır. Bir sonraki gün, 24 Nisan 1920'de San Remo Konferansı’nda kararlaştırılan Sevr Antlaşması, 11 Mayıs 1920'de incelenmek üzere Osmanlı Hükümeti'ne gönderilir. Kürt temsilci olan Şerif Paşa da 10 Ağustos 1920'de imzalan Sevr Antlaşma masasına oturur. Sevr Antlaşması"nın 62. maddesi, "Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerel otonomi" verilmesini öngörmekteydi. 64. madde ise, "Kürt halkının bağımsızlık elde etmesinin yolunu açmaktaydı. 20 Ocak 1921’de ise Ankara’daki BMM’nde (Büyük Millet Meclisi) 24 maddelik çok kısa bir anayasa hazırlanır. Sergilenen politik yaklaşımlar sonucu, hazırlanan Anayasa’da, ayrıntılı hükümlere yer verilmez. Hak ve hürriyetler, yasama ve yargı gücü gibi temel konular, Anayasa'da belirtilmez. Açığa çıkan gerçeklik, birbirine yakın tarihlerde Kürtlere verilen vaatler ve temeli oluşturulmaya çalışılan cumhuriyetin kuruluş amaçları büyük bir çelişki arz etmektedir.

B - TC’NİN KURULUŞ SÜRECİNDE KÜRTLER

Alman-Avusturya ittifakıyla girdiği Birinci Emperyalist Paylaşım savaşından yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu, savaşın galipleri olan İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan arasında paylaşılarak işgal edildi. Anadolu (Türkiye) ve Mezopotamya (Kürdistan) topraklarında gelişen fiili işgale karşı bu topraklarda yaşayan halkların da direnişi gelişti. Ege’de Yunan ordusunun ilerleyişini, doğrudan kendi örgütleyip yönettiği Kuvvay-ı Seyyariye birlikleriyle Gediz’de durduran Çerkez Ethem oldu. Batı Kürdistan da gelişen Fransız işgaline karşı Tolhildan, Dilok ve Ruha’da Karayılan ve Sütçü İmam gibi yerel öncülerin örgütleyip geliştirdikleri milis hareketleri ortaya çıktı. Güney Kürdistan’da İngiliz işgaline ve onun Bağdat’taki kukla hükümetine karşı Şeyh Mahmut Hafid Berzenci ve Şeyh Ahmet Barzani-Mele Mustafa Barzani öncülüğünde topyekûn direniş gelişti.

Anadolu ve Mezopotamya halklarının tamamen kendi özgüçleriyle oluşturup geliştirdikleri bu kararlı direniş hareketlerinin, emperyalist işgale karşı yarattığı yüksek moral ve atmosfer, muzaffer Sovyet devriminin kuzeyden gelen zafer dalgasıyla da buluşunca, zamanın konjonktürel koşullarında ortaya, derinliği ve kapsamı bugünden o günlere kabaca bakılarak görülüp anlaşılması mümkün olmayan muazzam mücadele imkânları ve büyük kurtuluş umutları yarattı. Fakat ne var ki, ne Anadolu’da ne de Mezopotamya’da kendi başlarına örgütlenip gelişen bu direniş güçlerinin hiç birisi, söz konusu konjonktürel imkânları değerlendirerek, bölge halklarının özlemlerine ve çağın koşullarına uygun yeni bir toplumsal ve siyasal örgütlemeye dönüştürme güç ve yetisine sahip değildi. Olağanüstü özverili, sonsuz mücadele azim ve kararlılıklarına rağmen halkların, doğal toplumda çakılıp kalmış üretim biçimleri, üretim ilişkileri ve üretim güçleri ile bunun ürünü olarak oluşabilmiş toplumsal siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyleri son derece geri ve yetersizdi.
Her şeyden önce sınıf mücadelesinin 20. yüzyılda doruğa ulaşarak, daha önce hiç olmadığı oranda derinleşen kaygan, keskin ve bıçkın zemininde gelişen bu direniş hareketlerinin öncüleri ve bu öncülerin harekete geçirdiği yığınlar, emperyalizm ve proleterya devrimleri çağına denk düşen bir sınıf bilincinden ve deneyiminden yoksundular. Bu coğrafyaya dışarıdan gelen yağmacı/talancı Selçuklu ve Osmanlı despotlarının, yerel işbirlikçileriyle birlikte bölgede kurdukları bin yıllık yağma ve talan düzeninin içinde; tarım devrimi ile yerleşik uygarlığın maddi ve kültürel bütün değerlerini yağmalarken, bunların yerine hiçbir şey üretmeden, tarım devrimi ve uygarlığın yaratıcıları ve geliştiricileri yerli halkları da kapalı toplum içinde bastırıp kıstırarak özellikle zihinsel düzeyde üretimin dışına iterek neredeyse kısırlaştırmışlardır. Tarım devrimiyle yerleşik uygarlığın yaratılıp yeryüzüne yayıldığı bu cennet coğrafyada, insanlık için toplumsal yaşam katlanılması zor, ağır bir zulüm; toplumsal mücadele de patolojik bir didişmeye, kendiliğindenci bir kör dövüşüne ve mazlum Ermeni halkına yapıldığı gibi soykırımcı katliamlara dönüşmüştür.

Halkların geliştirdiği mücadelenin ürünü olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra M. Kemal ve İttihatçı avenesi tarafından vatan haini ilan edilen fakat esasında, sade ve gözü pek bir direniş kahramanı olan Çerkez Ethem, galip devletler tarafından terhis edilerek lağvedilen Osmanlı ordusunda bir küçük zabit (çavuş) olarak bütünlüklü bir ideolojik çizgi, dünya görüşü ve dolayısıyla politik bir bilinçten yoksundu. O, küçük ve orta boy askeri birliklerle, büyük sonuçlar sağlayabilen yalın bir eylem adamıydı. Adına yakılan halk türkülerinde, “Fransız kurşunu değmez adama” diyen Karayılan’dan Sütçü İmam’a, Kürdistan’da gelişen yerel milis hareketlerinin öncüleri de her bakımdan yetersiz ve mahalli nitelikteydiler. Güney Kürdistan’da ise Şeyh Ahmet Barzani’nin, Barzan aşiretine uyguladığı; özel mülkiyeti ev ekonomisinin temel gereksinimleriyle sınırlayan ve kaynağını doğal toplumdan aldığı açıkça görülen bütünlükçü, paylaşımcı ancak cins bilincinden yoksun kadın eksenli yaşam uygulamaları (bunlar yitik tarihimize dönük kararlı arayışımızda dikkatle incelenmesi gereken tarihsel değerlerimizdendir) çarpıcıdır. Yine bu dönemde, çevredeki aşiret liderlerini örgütleyerek Osmanlı sarayından, anadilde eğitim ve öteki haklar için örgütlü resmi taleplerde bulunmuştur. Birlikte savaştıkları Şeyh Mahmut Berzenci’nin İngiliz işgal güçlerine karşı savaşırken yaralı olarak esir düşmesinin ardından, kardeşi Mele Mustafa Barzani ile emperyalist işgale karşı sürdürüp geliştirdiği kararlı direniş elbette ki her bakımdan takdire şayan olmakla birlikte, geneli kucaklayan, merkezi ve bütünlüklü bir toplumsal-siyasal örgütlü güce ulaşmaktan - Şeyh Mahmut Berzenci, Şeyh Ahmet ve Mele Mustafa’nın kişisel niyet ve yeteneklerinin çok ötesinde ve üzerinde seyreden tarihsel ve dönemsel gerçeklerden dolayı - yoksun kalmıştır.

Bu koşullarda, Osmanlı toplumsal yapısı içinde dönemin tek örgütlü gücü olan İttihat - Terakki çetesi, bölge halklarının emperyalist işgale karşı gelişen direniş eylemlerinin sonuçlarını ve bu halkların bütün potansiyel güç ve imkânlarını kendi yağmacı, çapulcu ve çeteci emellerinin potasında toparlayarak, bölge halklarının kuralsız asimilasyonu ve özellikle Kürt halkının inkârı ve imhası doğrultusunda kullandı.

Toplumsal yaşam ve mücadelede duyduğu zorunlu maddi ve zihinsel gereksinimlerini yerleşik bir toplumsal yaşam ve mücadele zemininde doğrudan kendi kol ve kafa emeğiyle üretme zihniyetinden ve yeteneğinden yoksunluk…  Bu yöndeki genel yaşam gereksinimlerini, oluşturup geliştirdiği egemen kaba güç örgütlenmesi (akıncı yağma çeteleri, düzenli ordu ve devlet araçları) ve ince kurnazlık (analitik zeka ürünü egemen politika) yöntemleriyle toplumları ve bireyleri korkutup katlederek, aldatıp dolandırarak yaşamayı kendine meslek edinmiş, sınıf dışı ama örgütlü lümpenler güruhu… İşte İttihat ve Terakki fırkası ve onun Osmanlı imparatorluğu içinde değişik amaç ve adlarla geliştirdiği tepeden inme kurumsal örgütlenmelerinin; Kürdistan ve Anadolu’da yüz yıllarca esen yağma, talan ve çapul fırtınasının bireyi ve toplumu iç sürecinde kırıp parçalayarak yatalak bırakan sadist saldırganlığının yazımıza konu olan versiyonunun adıdır. Yıkılan Osmanlı imparatorluğunun molozları üzerinde inşa edilen TC devleti ve Türk uluslaşmasının kuruluş sürecinde Kürtlerin yeri, rolü ve parlamento deneyimlerini özetlemeye çalışacağımız dönemin tarihsel gerçekliklerinin bazı belirgin özellikleri bunlardır.

“TC’nin ve Türk ulusunun temellerinin atıldığı, Kürtlerin ise inkâr ve imha hazırlıklarının el altından gizlice yapıldığı 1919–24 arası kuruluş sürecinde Kürtlerin rolü ve yeri nedir?” sorusunun resmi Türk tarihi kayıtlarındaki yanıtı sadece bir “hiç”tir (!).  Okul eğitimleri için hazırlanan her düzeydeki eğitim kaynaklarında, kamuoyuna sunulan öteki bütün döneme özgü belgelerde, resmi tarihte, resmi siyasette ve resmi sanat - edebiyatta Kürtler ve Kürdistan yoktur. Peki, gerçekten böyle midir?

İki Kongre:

Yer: Erzurum/Sivas – Kürdistan,
Temeli atılan: Türkiye Cumhuriyeti
Kuyusu kazılan: Kürtler

Bütün Osmanlı aydınları gibi İttihat Terakki fideliğinde yetişen ve kendisi de nitelikli bir İttihatçı olan M. Kemal, işgalci İngilizlerin vesayeti altında olan Sultan Mehmet Vahdettin’den aldığı yetki ve talimatla, Anadolu ve Kürdistan’da emperyalist işgalcilere ve İstanbul hükümetine karşı gelişen direniş hareketlerini tespit ve bertaraf etmekle görevli olarak, Mayıs 1919’da Samsun’a gelir. Oysa İstanbul’dayken çoğunluğu Osmanlı ordusundan terhis edilmiş asker, bürokrat, İttihatçı aydınlar ve bunların örgütleyip geliştirdiği gizli kurumlarla sıkı ilişki içinde olan M. Kemal, Sultan Vahdettin’in kendisinden tespit ve bertaraf etmesini istediği direniş hareketlerini denetim altına alıp toparlayarak, yeni bir devlet ve ulusun kuruluşu için kullanmayı tasarlıyordu. Gerçekte bu amaçla Samsun’a gelen M. Kemal’in, söz konusu amacına ulaşması için, kendisi gibi İttihat Terakki fideliğinde yetişmiş asker ve bürokrat elit bir örgütlü çevrenin dışında örgütlü gücü yoktu. Dahası böylesine sınırlı ve elit durumdaki M. Kemal ve örgütlü çevresinin, en başından beri tasarlayarak kararlaştırdıkları amaçları, Türk devlet ve ulus örgütlemesine ilişkin dost - düşman herkese ilan edebilecekleri aleni bir mücadele programları da yoktu. Lozan antlaşmasından sonra uygulamaya konulan ve o gün bugündür “Atatürk inkılâpları” ya da “Kemalist devrimler” olarak bilinip anılan program bileşenlerinin; Cumhuriyetin ilanından Hilafetin kaldırılmasına, Latin alfabesine geçişten, kılık-kıyafet düzenlemesine kadar hemen tümü İttihat Terakki’nin daha önceden hazırlayıp da uygulamaya geçiremediği program bileşenleridir. Bir başka deyişle Kemalizm, İttihatçı zihniyetin bu dönemin koşullarına uyarlanmış bir versiyonudur.

İttihat Terakki’nin bir de bilinen o yağmacı, devşirmeci ve çapulcu zihniyetinin ürünü olan programı vardı ki, yukarıdan aşağıya doğru devlet zoruyla uygulanacak kuralsız asimilasyon stratejisiyle bölgenin yerleşik halklarının inkar ve imhasının ürünü olarak bir Türk uluslaşmasını hedefleyen bu program, M. Kemal ve örgütlü asker, bürokrat ve İttihatçı çevresi tarafından, dönemin koşullarına göre politik-taktik boyutlarıyla düzenlenerek esasta olduğu gibi uygulandı. İşte Erzurum kongresi, M. Kemal ve çevresinin bu gizli programını uygulamaya koyma, Türk devleti ve Türk ulusunun kuruluş temelini atma; Kürtler için de Lozan antlaşmasına kadar sürecek olan korkunç bir alavere - dalavere ve aldatılma içinde geçen parlamento deneyimlerinin başlangıcı oldu.

M. Kemal ve örgütlü çevresinin hep birlikte içinde yetiştikleri İttihat Terakki fideliğinde, olduğu gibi özümseyerek devir aldıkları örtülü ve açık programları kesin ve net olmasına rağmen daha önce de belirtildiği gibi Anadolu ve Kürdistan halklarının yeterli bilinç ve örgütlülük düzeyi yoktu. Bu halklar kendi etnik ve kültürel dokuları içinde yaşamaktaydılar. Bunlardan, İttihatçıların ve M. Kemal’in oluşturmak istedikleri resmi Türk uluslaşmasına etnik temel olarak alınan Anadolu Türkmenleri, o yıllarda bile henüz çok ciddi halklaşma-sınıflaşma sorunları olan, çoğunluğu, niteliği ne olursa olsun devlete ve tekli toplumsal sistemlere karşı tepkili, parçalı boy toplulukları durumundalar.

Bu dönemin Osmanlı tebaası içinde, sayıları zaten çok sınırlı olan aydınların tıpkı M. Kemal ve avenesi gibi İttihat Terakki fideliğinde yetişmiş Mustafa Suphi, Ethem Nejat gibi TKP kurucuları; Eskişehir’de Yeni Dünya gazetesini yayınlayan Arif Oruç gibi gazeteciler; Tokat vekili Nazım beyin kurduğu Halk İştirakiyun fırkası üyeleri ve İttihat Terakki’nin kurucu öncü üyesi olarak 1920’de Bakü’de toplanan Doğu Halkları kurultayında bu kez de Sovyet komünistlerine dayanarak yeniden iktidar olma şansını deneyen Enver paşa; örgütlediği 600–700 kişilik seçme birlikleri Kuvvayi Seyyariye (taburlarından birinin adı “Bolşevik taburu”dur) ile Ege’de ilerleyen düzenli Yunan ordusunu Gediz’de durduran Çerkez Ethem… Hemen herkes samimi ya da yağmacı Enver paşa da en rafine haliyle görüldüğü gibi pragmatik (faydacı) temelde, kuzeyde gerçekleşen muzaffer Sovyet devriminin doğrudan ve çok yoğun etkisi altındaydı.
M. Kemal uzun söylevinin ilgili yerinde Samsun’dan bakarak genel durumu anlattığı yerde tamamen resmi bir ağızla, her zaman olduğu gibi yine politik davranır. Söz konusu ağır koşullardan çıkış için 1919’da geliştirdiği asıl düşüncelerini ve ulaştığı zorunlu sonuçları değil de bilinmesini istediği şeyleri söyler. M. Kemal, Samsun’da 1919’da İttihat Terakki’nin örgütlü egemen zihniyetinin uzantısı olarak bir Türk devleti ve ulus örgütlenmesini oluşturmak için o koşullarda öncelikle ne yapması, nerede ve kimlerle hangi adımları atması gerektiği noktasında tıpkı 848 yıl önce Selçuklu Sultanı Alpaslan’ın, Romen Diyojen komutasındaki Bizans güçleri karşısında düşündüğü gibi düşünmüş ve onunla aynı karara ulaşmıştır. 1071 koşullarında Kürtlerle savaşarak Kürdistan’dan geçemeyeceğini gören Alpaslan, yine Kürtlerle birleşmeden Malazgirt’te karşısında duran Bizans ordusunu yenemeyeceğini görüp anlamış ancak Kürtlerle birleşerek Bizans ordusunu yenebilmiştir. Bu anlamda Anatolya’nın kapılarını Selçuklulara-Türklere açan Kürtler olmuştur.

Yine 1500’lerde İran’da oluşan ve Kürdistan üzerinden Anadolu’ya yayılan Kızılbaş – Türkmen iktidarının, Osmanlılar için yarattığı hayati tehlikeyi önlemek ve Kürdistan, Irak, Suriye, Lübnan, Suudi Arabistan ve Mısır’ı kapsayan bütün Ortadoğu alanı üzerindeki yayılma emellerini, Kürtler olmadan hayata geçiremeyeceğini görüp anlayan Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim, bütün bunları İdris-i Bitlisi çevresinde toplanan dönemin belli başlı Kürt mirleriyle işbirliği içinde başarabilmiştir. Kürtler bu dönemde de Anadolu’da hızla yayılan Şah İsmail güçleri karşısında, Osmanlının bekasını sağladığı gibi Mercidabık ve Ridaniye meydan savaşlarında, yanında saf tuttuğu Osmanlının bütün Ortadoğu’ya yayılmasının önünü açmıştır.

19 Mayıs 1919’da çıktığı Samsun’da, genel durumu değerlendiren M. Kemal’i başarıya götüren, daha önce Alparslan ve Yavuz’u başarıya götüren aynı stratejik karar, yani 1919 koşullarında herkesten ve her şeyden önce Kürtlerle işbirliği kararı olmuştur. Resmi Türk tarihi bu gerçeği, Kürtlere karşı uyguladığı inkâr ve imha nitelikli kuralsız asimilasyon stratejisinin temel ve zorunlu bir gereği olarak, inkâr etse de M. Kemal’in 1919 koşullarında aldığı tarihi stratejik karar ve attığı stratejik adım budur.

1919 koşullarında Türk ve Türklük kavramı, ideolojik olarak İttihatçı zihniyetin kendini ifade biçimi olmakla birlikte bu kavramların içi toplumsal, kültürel ve politik olarak neredeyse tamamen boştur. Tarihte Göktürklerden sonra, 1800’lerin ortalarında Fransız ve İtalyanlar tarafından tanımlanıncaya kadar anılmayan Türk ve Türklük kavramları, Osmanlı sarayında “Türkmenlik” çerçevesinde ama o da “bi idrak” (kavrayışsız, anlayışsız) olarak tanımlanmış ve anıla gelmiştir. Birinci Emperyalist Paylaşım savaşına birlikte katıldıkları Alman emperyalist ideologlarının, Orta Asya’ya yönelik emperyalist yağma emelleriyle Rus imparatorluğuna karşı müttefikleri Japon güçleriyle buluşup bütünleşme stratejilerinin ürünü olan Turancı, Kızılelmacı, Alman tarzı uluslaşmanın ırkçı versiyonuyla eğitilip yönlendirilen İttihat Terakki ve onun örgütlü zihniyet uzantısı olan M. Kemal ve örgütlü çevresi, kendi başlarına kayda değer bir örgütlü toplumsal güç değildiler. 1919 koşullarında bugünkü anlamda bir Türklüğün içi ve altı boştu ve esasında hala da boştur. Kürtler dışındaki bütün öteki halkların (Anadolu Türkmenleri, Çerkezler, Lazların vd.) birleşmesiyle de sonuç alınması imkânsızdı.

1071 ve 1500’lerde olduğu gibi 1919’un hem öznel hem de nesnel koşulları, herkesten ve her şeyden önce Kürtlerle buluşmayı, Kürtlerle birlik olmayı zorunlu kılıyordu. 1919 koşullarında M. Kemal ya da başkaları, kim ve ne adına çıkarsa çıksın, Kürtlere mahkûm ve muhtaçtılar. Dönem konjonktürünün stratejik gerçeği buydu. O koşullarda Kürtlerle birlik, “olursa iyi olur fakat olmasa da olur” değil “olmazsa olmaz” bir zorunluluktu. 1919 koşularının bu konjonktürel stratejik gerçeğini görüp anlayan M. Kemal Samsun’dan; Anadolu Türkmenlerine, Ege’de düzenli Yunan ordusunu durduracak kadar güçlü bir örgütlülüğe ulaşmış Çerkez Ethem ve onun ağabeyi Çerkez Reşit beyin şahsında Çerkezlere vb. değil, herkesten ve her şeyden önce Kürdistan’a, Erzurum’a gitti. Türkmenlerden, Lazlardan, Çerkezlerden ve öteki bütün herkesten önce Kürtlerle buluştu, Kürtlerle anlaştı. Merkezi ve genel bir direniş mücadelesi için önce Kürtlerin onayını ve gücünü aldı. Bugünkü devletin, cumhuriyetin ve Türk ulusunun çekirdek yapılanması Kürdistan’da (Erzurum),  Kürtlerin onayı ve gücüyle oluşturuldu.

Erzurum kongresinden üç yıl önce 1916 yılında Diyarbakır’da, 16. Orduda görevli olan M. Kemal, bu sırada pek çok Kürt önde geleni ile tanışmış ve yakınlık kurmuştur. M. Kemal’in Kürdistan’da görevliyken geliştirdiği bu ilişkileri, üç yıl sonra 1919 koşullarında değerlendirdiği dönemin Kürt önde gelenlerine örneğin, Cemil Paşazade Kasım Beye yolladığı ve işgalcilere karşı geliştirilecek bir kurtuluş mücadelesi için görüş ve önerilerini içeren telgrafından anlaşılıyor. M. Kemal’in birlikte mücadele için başvurduğu Cemil Paşazade Kasım Bey ve öteki pek çok Kürt önde gelenlerinden, ortak mücadele için samimi ve olumlu yanıtlar aldığı biliniyor. Dahası bu şahsiyet ile öteki pek çok Kürt önde geleninin, dönemin Doğu orduları komutanı Kazım Karabekir’e, gelişen emperyalist işgale karşı kendileriyle birlikte mücadele etme istek ve kararlarını resmen bildirdikleri de biliniyor. Bu koşullarda Samsun’dan (Lazistan) Erzurum’a  (Kürdistan’a) gelen M. Kemal, burada daha önce değişik yollardan bağlantı kurup ilişkilendiği Kürt önde gelenleriyle buluştu. Erzurum’da Kürt önde gelenlerinin “gönüllerini fethedip” güven ve desteklerini sağlayabilmek için onların ellerini öptü. Fakat tarih, M. Kemal ve İttihatçı avenesinin Kürtlere gösterdiği bu saygılı davranışın, tamamen önceden düzenlenmiş bir mizansen ve yağmacılara özgü tipik bir riyakârlık olduğunu göstermiştir. Bu koşullarda gerçekleşen Erzurum kongresine katılanların ulusal ve siyasal kimlikleri ve emperyalist işgale karşı aldıkları merkezi ortak direniş kararları, kongre belgelerinde kayıtlıdır. Söz konusu belgelerdeki kararlar, daha sonra Ankara’da kurulacak, merkezi yasama ve yürütme organı olan Büyük Millet Meclisi’nin (BMM) ve bu kurumun içinde ve üzerinde inşa edilecek olan devletin ve cumhuriyetin asli kurucusu olan Kürtlerin ve Türklerin ortak kararları olarak görülmektedir.

BMM’nin, devletin ve cumhuriyetin çekirdek oluşumu olan, Erzurum kongresinin Kürt öncülerinden Erzurum Albayrak gazetesinin sahibi ve başyazarı Süleyman Necati (Güneri) bey hatıra defterinde “Kürtler, Erzurum kongresinin bütün hedeflerine gönülden katılmışlardır” demektedir. M. Kemal de Erzurum kongresinden hemen sonra yaptığı konuşmada; “Kürtlerle Türkler birleştiler” demiştir. Erzurum kongresinin sonuç bildirgesinin 8. maddesinde; “milletlerin kendi mukadderatını (kaderini, geleceğini) bizzat tayin ettiği bu devirde, merkezi hükümetimiz de milletin iradesine tabi olmak zorundadır” denilmektedir.  Burada her ne kadar  “milletin iradesine” denilerek tekil bir ifade kullanılmış olsa da bu tekillik, her iki asli kurucudan birinin ileride alacağı ayrılıp ayrı devletini kurma hakkı da dahil her hangi bir karara, merkezi hükümetin uyacağını karar düzeyinde taahhüt etmektedir.

Erzurum kongresi olmasaydı Kürt - Türk birliği olmazdı. Kürt - Türk birliği olmasaydı BMM, cumhuriyet, devlet ve bugünkü Türk uluslaşması olmazdı. Erzurum kongresinin bu tarihsel niteliğine ve sağladığı sonuçlarına ilişkin, genel gerçeklikler böyle olmakla birlikte, daha sonra gerçekleşen Sivas kongresi, Amasya buluşması ve BMM’in oluşumu; TC’nin ve Türk ulusunun temel altyapısı olan bu kongrenin esasını ve ruhunu oluşturan Kürt - Türk birlikteliğine değil de Kürtlerin imhası temelinde salt ve son çözümlemede yapay bir Türk uluslaşmasına hizmet etmiş olmasını anlayabilmek için Erzurum kongresinin hazırlık sürecini, bu kongrenin arka planında yaşanan tarihsel gerçekleri görüp anlamak gerekiyor.

1919’un nesnel ve öznel koşullarını doğru okuyup, Kürdistan’da Kürtlerin onayını ve katılımını sağlamak için Erzurum kongresini tasarlayıp örgütleyerek gerçekleştirenin, M. Kemal’in kendisi ve 1919 koşullarında İttihat Terakkinin Kürdistan’daki örgütlü uzantısı olan Vilayet-i Şarkiye-i Müdafaa-i Hukuk cemiyetinin (VŞMHC) olduğu anlaşılıyor. Erzurum kongresine katılan Kürt delegelerin neredeyse tümünün söz konusu cemiyetin içinde ya da çevresinde örgütlü olarak İttihat Terakki içerisinde yetişmiş Kürt aydınları olduğu görülüyor. (Osmanlı imparatorluğu koşullarında başka aydınlanma zemini de yoktu). M. Kemal, bir yandan VŞMHC içinde ve çevresinde örgütlü olan, zaten kongre öncesinde Kürt ve Türk birlikteliğine ilişkin samimi istek ve kararlarını dönemin Osmanlı Doğu orduları komutanı Kazım Karabekir’e resmen bildirmiş olan Kürt önde gelenleriyle Erzurum kongresini örgütlerken aynı zamanda bu yönde istek ve kararlılık göstermeyen Kürt aydınlarının, Diyarbakır vb bölgelerdeki dernekleşme düzeyinde gelişen bağımsız çabalarını ise 9.ordu müfettişi olarak, verdiği talimatlarla kapattırarak engellemiştir.

Erzurum kongresi öncesinde Kürtlerin, Türklerle birlikte olamayan bağımsızlıkçı kesimlerini İngilizlerle işbirliği içinde olduğu gerekçesiyle tasfiye eden M. Kemal’in, kongrenin hazırlık sürecinde, Kürdistan’ın çeşitli bölgelerinden seçilen delegelerin kongreye katılımlarını, tamamen bilinçli olarak önceden belirlenmiş tasarımlar ve zor yoluyla engellediği görülmektedir. Erzurum kongresine katılan delegelerin dökümü ve Kürdistan’dan seçilen delegelerin akıbeti şöyledir:

 23 Temmuz’da başlayıp 7 Ağustos 1919’da sona eren kongreye, Erzurum’dan katılan 15 delege VŞMHC üye ve yöneticileridir. Bunlar arasında İttihat Terakkici Kürt aydınları da vardır. Trabzon’dan kongreye katılan 15 delege, İttihat Terakkinin Lazistan’da örgütlü uzantısı olan Trabzon Müdafaa-i Hukuk cemiyeti üye ve yöneticileridir. Kongreye katılan 23 delege VŞMHC’nin merkez yönetimi tarafından tayin yoluyla belirlenmiş delegelerdir. Kongreye katılan delegelerin 22’si Kürt’tür fakat bunların çoğu İttihat Terakkici ve bu partinin Kürdistan’daki uzantısı VŞMHC içindeki ve çevresindeki örgütlü Kürtlerdir. Kongreye mektupla davet edilen Cibranlı Miralay Halit Bey kendisinin ve Kürt aşiretlerinin Erzurum kongresinin kararlarını peşinen kabul ettiklerini ancak mazeretleri dolayısıyla kongreye katılamayacaklarını beyan etmiştir. Elaziz’den (Elazığ) seçilen Dr. Nazım Bey ve dört arkadaşından oluşan beş (5) Kürt delege, seçimlerden sonra Erzurum’a gitmek istediklerinde, Elaziz valisi Ali Galip tarafından zorla alıkonularak bırakılmamışlardır. Mardin’den Dr. Necati Beşkardeş, Sırrı Efendi Zade Ali ve Mütevelizade Hüseyin Hüsnü adında seçilen üç kişi, kongreye katılmak için Mardin’den hareket edip Elaziz’e geldiklerinde, Vali Ali Galip tarafından tıpkı kongrenin Elaziz delegeleri gibi zorla alıkonularak engellenmişlerdir. Diyarbakır’da, Erzurum kongresinden önce Müftü Hacı İbrahim Efendinin başkanlığında Muhafaza-i Hukuk cemiyeti kurulmuş ve bu kurum Erzurum kongresine göndermek üzere delegelerini seçmiş fakat bunların Erzurum’a gitmeleri, Diyarbakır valisi tarafından zorla engellenmiştir. Kürdistan’ın Dersim bölgesinden ise Erzurum kongresine katılan delege yoktur.

BMM, TC devleti ve Türk ulusunun oluşum-kuruluş temeli olan Erzurum kongresi, bu tarihsel gerçeklikler içinde yapılmıştır. Söz konusu koşullar içinde Kürdistan’a gelerek Erzurum kongresini gerçekleştiren M. Kemal ve İttihatçı çevresinin, süreç içerisinde bu kongre üzerinde inşa edecekleri devlet, cumhuriyet ve ulus örgütlenmesi tasarımlarında Kürtlerin yeri yoktur. Erzurum kongresi gerçeğinden de anlaşılacağı gibi M. Kemal ve çevresi için Kürtler, kendi Türkçü-tekçi emellerine erişmek için olmazsa olmaz niteliğinde zorunlu bir toplumsal, kültürel, askeri, ekonomik vb kaynak ve araçtan ibarettir. Nitekim oluşum ve kuruluş temeli Erzurum kongresinde atılan Türk devleti ve Türk ulusu bugün de hala başından beri uygulaya geldiği asimilasyon stratejisiyle inkâr ettiği Kürt halk gerçeğini, yaşamın ve mücadelenin bütün alanlarında imha yöntemiyle tüketerek kendi varlığını beslemektedir. Türkiye’de Kürt sorununun bu kadar ağır ve derin olmasının kökeninde yatan neden, modern Türk devlet ve ulus gerçekliğinin kendi gereksinimlerini, kendi kol ve kafa emeğiyle üretme zihniyet ve yeteneğinden yoksun ve bu anlamda köksüz ve güdük olma gerçekliği yatmaktadır. Modern Türk devleti ve Türk ulusu, kökü ve kaynağı yerleşik yaşamla toplumsal uygarlığın kökü ve kaynağı olan Kürt ve Kürdistan olgusunu bütün yanlarıyla yağmalayarak, kendisini yaşatma ve var etme çabasındadır. O bundan başka bir yaşam tarzı tanımamaktadır.

Sivas Kongresi

Yıkılan Osmanlı imparatorluğunun yerine Anadolu ve Mezopotamya’da bir Türk devleti ve Türk ulusu oluşturmak için, kendine özgü İttihatçı illüzyonlarıyla, hile ve riyakârlıklarla Erzurum kongresine Kürtlerin onay ve katılımını sağlayan M. Kemal ve İttihatçı çevresinin Sivas kongresi pratiği de, deyim yerindeyse evlere şenlik bir pratik olarak görülmektedir.

Öncelikle, Erzurum kongresinde seçilen kongre temsilciliği, Sivas kongresine götürülmez. Bunun nedenini M. Kemal şöyle izah eder: “Erzurum kongresinde bulunan delegelerin Sivas’a götürülemeyecekleri anlaşılıyordu. Kaldı ki geldikleri yerlerden, Doğu illerinin haklarını savunmak için yetki almış olan bu delegelerin, daha genel bir amaca ilişkin yetkileri yoktu. Gene bu nedenle Erzurum kongresinin, Sivas kongresine Doğu adına bir delege topluluğu gönderme yetkisi olmayacağı da açık bir gerçekti (Bunların böyle olduğuna neye göre ve kim karar veriyor? BN). Yeniden delege seçmeye kalkışmak ne ölçüde işe yaramaz idiyse, bir takım kuramsal düşüncelerin çerçevesi içinde sıkışıp kalmak da o ölçüde işe yaramazdı. En kolay ve çıkar yol VŞMHC temsilciler kurulunu (yani İttihat Terakkinin Kürdistan’daki örgütlü uzantısının temsilcilerini, bn.) Sivas’a götürüp kongreye katmaktı.”

M. Kemal’in izahı bu. Kendisini, yapılmış olan Erzurum kongresi ile yapılmak istenen Sivas kongresinin iradeleri üzerinde egemen bir güç olarak gören M. Kemal devamla, Erzurum’dan Sivas kongresine giderken; “sonunda Temsilciler kurulu üyesi olarak Erzurum’dan üç kişi, Erzincan’dan da bir kişi ve Sivas’ta bulduğumuz Bekir Sami beyle beş kişi olduk. Ve Sivas kongresini meydana getiren delegelerin belgelerini inceleme gereği duyulduğu zaman, ben orada şöyle bir belge yazdım ve altını Temsilciler kurulu mührü ile mühürledim.

Temsilciler kurulundan:

Mustafa Kemal Paşa
Rauf Bey
Bilginlerden Raif Efendi
Şeyh Fevzi Efendi
Bekir Sami Bey

Yukarıda adları yazılı kişiler, Doğu Anadolu adına Sivas kongresinde bulunmak üzere Erzurum kongresince görevlendirilmişlerdir. ---Mühür”

İttihat Terakki zihniyetinin hukuku, hukuksuzluktur. İşte böylesine hukuksuz ve meşruiyetten yoksun, İttihatçılara özgü “Ali Cengiz oyunları”yla, sağdan soldan, yolda giderken sokaktan toplanmış ne idüğü belirsiz sallabaşlarla gerçekleşen Sivas kongresi, zaten esasta İttihatçıların kendi aralarında İngiliz mandacılığı ve Hilafet üzerine gelişen it dalaşıyla geçmiştir.

Kuruluş sürecinin bu aşamasında Kürtler açısından dikkat çekici olan, Sivas kongresinden çok o günlerde gerçekleşen Amasya birleşimi ve Amasya protokolüdür. Gazeteci Ayşe Hür’ün Amasya protokolüne ilişkin şu araştırma notları oldukça dikkat çekicidir: “4–11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas kongresinden hemen sonra İstanbul hükümetinin temsilcisi Bahriye Nazırı Salih Paşa, Padişahın Başyaveri Naci (Eldeniz) Paşa ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına M. Kemal, Rauf (Orbay) ve Bekir Sami (Kunduh) paşalar ülke meselelerini konuşmak için Amasya’da buluşarak, üçü kayıt ve imza altına alınmış, ikisi gizli sayıldığı için kayıt altına alınmamış beş protokol hazırlamışlardı. Bunlardan 22 Ekim 1919 tarihli ikinci protokolde “Sivas kongresi bildirisinin birinci maddesinde, Osmanlı devletinin düşünülen ve kabul edilen sınırları Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kaplar, bu en asgari sınırdır. Bununla birlikte Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal bakımdan daha iyi duruma getirilmelerine imkân sağlanmalıdır” denilmektedir.

TBMM ve Kürtler

Temelleri Kürdistan’da, Kürtlerle stratejik birliğin sağlandığı Erzurum kongresiyle atılan, Sivas kongresi ve Amasya protokolünde Kürtlere, Kürdistan’a ilişkin güçlü birlik vurgularıyla derinleştirilerek güçlendiren kuruluş süreci, TBMM’nin Ankara’da toplanmasıyla merkezi bir güç ve irade yoğunluğu kazandı. TBMM’nin kuruluşunda Kürtler de Kürdistan vekilleri olarak yerlerini aldılar. Kürt vekiller, hiçbir şekilde kimliklerini saklama ve inkar etme durumunda olmadılar. Meclis kürsüsünden kendilerini Kürt ve Kürdistan vekilleri olarak serbestçe ifade ettiler. Kuruluş BMM’sinde bu salt Kürtler için böyle değildi. Bugünkü Karadeniz bölgesinden BMM’ye katılan vekiller kendilerini, Lazistan vekilleri olarak ifade ediyorlardı. Adlarıyla anılan bir bölge olmamakla birlikte Çerkez vekiller de BMM’ye, Çerkez olarak katıldılar ve kendilerini Meclis kürsüsünde Çerkez olarak ifade ettiler.

Kuruluş BMM’si, İstanbul’da bulunan Osmanlı Mebusan meclisinde, emperyalist işgale karşı direnişi destekleyen mebusların Anadolu’ya geçerek Ankara’daki meclise katılmaları; ayrıca Anadolu ve Kürdistan illerinden seçilen delegelerin birleşiminden oluşmuştur. Bu mecliste dikkat çekici olan önemli olgulardan birisi, Türklük öğesinin değil de İslam öğesinin öne çıkarılması ve özellikle M. Kemal ile örgütlü çevresinin, resmiyette İslami temayı bilinçli olarak öne çıkararak geçiş sürecinde ortak ideolojik bir payda ve araç olarak kullanmasıdır.

M. Kemal, Mayıs 1920’de Mecliste yaptığı konuşmasında; “…. Kuruluşuna azmettiğimiz birlik yalnız Türk, yalnız Çerkez, yalnız Kürt, yalnız Laz değildir. Bunların tümünden oluşan bir İslam unsurudur” demektedir.

Kuruluş BMM’sine Kürdistan illerinden katılan vekillerin çoğunluğu Kürt’tür. Bergeh Dergisinin 1990 yılında yayınlanan 4.sayısında yer alan Halit Sinan’ın konuya ilişkin yazısında, kuruluş BMM’sine Kürdistan illerinden katılan mebusların kimliklerine ilişkin geniş bilgi verilmektedir. Söz konusu vekillerin BMM deneyimleri, aynı zeminde yeni bir deneyime girilen bugünler için her bakımdan ibret alınması gereken acıklı ve can yakıcı deneylerle doludur. Bu süreçte yaşananları her Kürt, belleğinin en diri yerine özenle kaydetmeli ve bir daha asla unutmamalıdır.

1921’de çıkan Koçgiri ayaklanmasının ciddi bir boyut kazanması üzerine Meclis Başkanı M. Kemal, ayaklanan Kürtleri yatıştırmak amacıyla Ağrı Mebusu Şefik Bey başkanlığında bir ikna heyetini isyancılarla görüşmeye yollar. İsyanın önde gelenleriyle görüşen Şefik Bey onlara; “ben de Kürdüm, Kürdistan’ın bağımsızlığını ben de istiyorum, zaten Meclis bu hakları bize tanıyacak, isyana gerek yoktur” der. Bunun üzerine isyancı Kürtler uzlaşır. Fakat bu uzlaşmanın hemen ardından isyan güçleri ve halk vahşi bir katliama maruz kalır. Erzincan Mebusu Emin Bey Mecliste bu konuda yaptığı konuşmada, “orada (Koçgiri’de, bn) öyle bir mezalim oldu ki tüyler ürperticidir” demiştir. Koçgiri katliamının Meclise taşınması karşısında zorlanan M. Kemal, aslında doğrudan kendi talimatıyla Koçgiri katliamını gerçekleştiren askeri yetkili hakkında soruşturma açtırmak zorunda kalmıştır.

Diğer bir isyanda da Meclis Başkanı M. Kemal, Mardin bölgesinde Milli aşiretinin başlattığı ayaklanmayı önlemek amacıyla kendisine bağlı ve dini etkinliği olan Kürt mebus Şeyh Ahmet Şemsi başkanlığında bir grup Kürt mebus heyetini ikna ederek, ayaklanmanın liderleriyle görüşmeye yollamıştır. Bu heyet Eylül 1921’de, Bitlis ve Van yöresinde isyan liderlerinden olan eski Hamidiye komutanlarından Pir Zade Bekir, Derwinli Musa Beg ve Milli aşireti reisi Mirliva İbrahim Paşa ile görüşmüş; isyan liderleri bu görüşmede kuruluş meclisine şu taleplerini bildirmiştir:

“Otonom bir Kürt devleti tanınacaktır. Hükümet yanlısı jandarma ve memurlar Kürdistan’dan geri çağırılacaktır. Bölgede toplanan vergiler bölgeye tahsis edilecektir. Siyasi nedenlerle tutuklu bulunan Kürtler salıverilecektir. Beş yıllık görev süreli ve referandumla yenilenecek Kürdistan valisi bir defaya mahsus olmak kaydıyla meclisteki Kürt mebuslarca önerilecektir. Otonom hükümetin merkezi, Kürt şehirlerinden biri olacak ve on iki üyelik bir Kürt konseyi oluşturulacaktır.” (Hasan Yıldız, Fransız Dış işleri arşivi, Kürdistan dosyası)

Kuruluş BMM’sinde, 10 Şubat 1922’de yapılan gizli celsede (oturumda), “Kürdistan’ın özerkliğine dair yasa tasarısı” tartışılmış, tartışma sonucunda yapılan oylamada tasarı 64 ret oyuna karşı 373 oyla kabul edilmiştir. Bu gerçeği kuruluş BMM’sinin gizli zabıtlarından aktaran R. Oson’a göre oylamada verilen ret oyları Kürt vekillere aittir. Çünkü söz konusu gizli oturumda Kürtler, kendilerine verilen özerklik düzeyini yeterli görmediklerinden, oylamada ret oyu kullanmışlardır.

Güney Kürdistan’daki gelişmelere ilişkin de BMM’nin Temmuz 1922 tarihli bir başka gizli celsesinde alınan kararlar doğrultusunda, BMM adına Elcezire komutanlığına (bugünkü Kürdistan)  verilen talimatın birinci maddesinde; “Kürtlerin oturdukları bölgelerde hem iç hem dış siyasetimiz bakımından göreceli olarak yerel bir yönetim biçimini gerekli görüyoruz” denilirken, ikinci maddesinde; “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, tüm dünyada olduğu gibi tarafımızdan da kabul edilmektedir” deniliyor. Güney Kürdistan’da İngiliz işgaline karşı Şeyh Mahmut Berzenci, Şeyh Ahmet ve kardeşi Mele Mustafa Barzani öncülüğünde, Kürt halkının gelişen direniş hareketini etkileyip denetim altına almak amacıyla geliştirilen bu taktik açılım da, Kürtler ve BMM ilişkisinde dikkat çekici ve ilginç bir noktadır. Bir başka tarihi belgede de M. Kemal, Sovyet Dış işleri komiseri Çiçerin’in mektubuna Meclis adına verdiği cevapta; “… Kürdistan da dahil diğer bölgeler için de ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı vardır” demiştir. (Yerasimus)

İhanetin resmiyete döküldüğü yer: Lozan

Kürtlerin Kuruluş meclisindeki deneyimleri, M. Kemal ve örgütlü çevresinin baştan sona kadar her bakımdan planlı, kapsamlı bir denetimi ve yönlendirmesi altında yaşanan esasında, apolitik olarak nitelendirilebilecek düzeyde edilgen bir deneyim gerçekliğidir.
Doğal toplumda çakılıp kalmış, egemen dünyaya yabancı Kürt halkının vekilleri için “söz”, kadın eksenli doğal toplumda oluşmuş sade ve naif ruhunun ve duygusal zekasının dolaysız dışa vurumu, içtenlikli ifadesidir. Bu anlamda bilinçli ya da kendiliğinden, doğal olarak kaynağına bağlı, aslına sadık Kürt verdiği sözü tutar, o aldatmaz. Kendi gücü ve imkanlarını aşan bir gelişme olur da sözünü tutamazsa, o zaman da mahcup olur, bunun ezikliğini yaşar. Kendisine verilen söze ise inanır çünkü herkesi kendisi gibi bilir… İttihatçı egemen zihniyetin yağmacı ve çapulcu pratisyenleri içinse söz, çıkarları gerektirdiğinde her koşulda herkese verilip, yine çıkarları gerektirdiğinde unutuluveren, içi boş ve anlamsız bir gürültüdür. Sözünde durmamak, sözünü tutmamak, eğer söz verilen taraf ya da kişi aldatılarak sonuca ulaşılmışsa bu, üstün bir “meziyet” hatta büyük bir “erdem”dir… Bu sınıf dışı ama örgütlü lümpen İttihatçı zihniyetin ileri düzeyde gelişmiş analitik zekası ve bir de bu zekanın bağlı olduğu güdü gerçekliğinin bir sonucudur. Bu anlamda sevgili bir yüreği, ruhu, iyicil bir ahlakı ve hukuku yoktur. Egemen analitik zeka ile egemenlik olgusunun altında ezilmiş edilgen duygusal zeka arasında yaşanan büyük aldatma ve büyük aldanma… Erzurum kongresinden 1924 Anayasasına kadar Kürtlerin kuruluş sürecinde yaşadıkları deneyimin özü de biçimi de budur.
Kasım 1922’de Lozan görüşmeleri resmen başladığında, Kürt sorununun hassasiyetini bütün yanlarıyla derinliğine gören, temel hak ve özgürlüklerin değil de kendi egemen çıkarlarının analitikçisi M. Kemal, Meclis’te Kürdistan vekillerine yeni ve daha kapsamlı vaatlerde bulunmuş, Kürdistan vekilleri de her defasında olduğu gibi hepsi ucuz ve en bayağı yalanlardan ibaret olan bu vaatlere yine inanarak kanmışlardır.

Diyap Ağa Dersim’in ileri gelenlerinden etkili bir Kürt aşiret lideriydi. M. Kemal ile Sivas kongresinde tanışmışlardı. Genel çıkarları için kullanmak üzere Kürt liderleri yanına çekmek isteyen M. Kemal, Diyap Ağa ile de sıkı bir dostluk kurdu. Onu ilk Meclis’e mebus olarak seçtirdi. Soyadı kanunuyla birlikte “Yıldırım” soyadını alan Diyap Ağa, Meclis’teki en ateşli konuşmaların hatibiydi. Diyap Ağa Kürtler ve Türklerin “ortak vatan” kurduklarının, fotoğraflardaki çok az yansımalarından biri olarak hafızalarda yer etti. 4 Kasım 1922 tarihli Meclis tutanaklarından anlaşıldığı kadarıyla Lozan ile ilgili istişare toplantılarında, Bitlis mebusu Yusuf Ziya Bey ile birlikte Türk-Kürt ortaklığının en ateşli savunucularındandı. Kürdistan vekilleri olarak Yusuf Ziya Bey ve Diyap Ağa, Kürtlerin Türklerle ortak vatanda kalmaları gerektiğine inanıyorlardı. Lakin Yusuf Ziya Bey, 1925’te M. Kemal’in talimatıyla idam edilecekti. 1926’da ölen Diyap Ağanın damadı Seyit Rıza ise Kürtleri inkar ve imha etmek isteyen İttihatçılara karşı 11 yıl sonra başkaldıracaktı (Hasan Yıldız, Fransız Dışişleri Arşivi, Kürdistan dosyası).

Yusuf Ziya Bey ve Diyap Ağa ile öteki Kürdistan vekillerinin Lozan sürecinde Kürt-Türk ortaklığı, Kürtlerin Türklerle ortak vatanda kalmalarına ilişkin inanç ve karalılıklarının resmiyetteki tek dayanağı, M. Kemal ve İttihatçı çevresinin, her zaman ve her konuda olduğu gibi Lozan sürecinde de kendilerine verdikleri asılsız sözleri, aldatma ve dolandırıcılık zanaatının çarpıcı örneklerinden olan asılsız vaatlerinden başka bir şey değildir. Kürt tarihçi ve araştırmacı Hasan Yıldız’ın büyük emeklerle gün ışığına çıkardığı belgelerdeki şu bilgiler, hepimiz için ibretliktir:

“Kurucu Meclis adına Lozan’a giden heyette Kürt vekil yoktur. Kürt tarafının Lozan antlaşmasında temsilcilerinin olmayışı ve Ankara’daki Kürt mebuslarının siyasal isteklerini, Kürt ulusal haklarından değil de Türklerden yana yapmış olmaları, Lozan’daki heyete, Kürt meselesini inkâr etme serbestisi sağlamıştır. Lozan antlaşmasının azınlık sorunlarıyla ilgili bölümünün sonucunda, Türk heyeti, Kürt kelimesinin hiçbir şekilde antlaşma metinlerinde geçmemesini ısrarla istemiş ve Kürtlerin haklarıyla ilgili korunmanın gündeme getirilmesini de engellemiştir.” (Hasan Yıldız, age)

Türk heyetinin temsilcilerinden olan Rıza Nur görüşmelerde Kürtlerin, “korunma ihtiyaçlarının olmadığını ve Türk yönetiminin altında bulunmaktan tamamıyla memnun olduklarını” söylemiştir. Buna karşın, Kerkük-Musul sorununda Türkleri sıkıştırmak amacında olan İngilizler, Kürt temsilcilerin de Lozan’da bulunmaları gerektiğinde ısrar edince, “M. Kemal’in talimatıyla iki Kürt mebusu Pirinç Zade Fevzi Bey ile Zülfü Zade Zülfü, Türk heyetine diplomatik destek sağlamak amacıyla Lozan’a gönderilmiştir. Türk heyeti tarafından Lozan konferansının hazırlık bölümüne alınan bu iki Kürt mebusu burada, ‘biz Kürtler Türklerle kardeşiz, ayrılmak istemiyoruz. Aramızda bir fark yoktur’ diyerek, konferans salonunu terk edip Ankara’ya geri dönmüşlerdir.” (Hasan Yıldız, age)

Nabza göre şerbet vermenin İttihat Terakki Zigguratından tescilli ustası M. Kemal, Lozan konferansından önce, 17 Ocak 1922 günü İzmit kasrında önceden düzenlenmiş bir mizansen çerçevesinde, gazetecilerin sorularını yanıtlarken öteki şeylerin yanı sıra bir gazetecinin “Kürt sorunu ve Kürdistan meselesi ne olacak? İç ve dış koşullar açısından bir değerlendirme yaparsanız iyi olur” sorusuna karşılık olarak şunları söylemektedir: “Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik olacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da (Kürtleri) beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar. Şimdi Büyük Millet Meclisi hem Kürtlerin hem de Türklerin yetkili temsilcilerinden oluşmuştur.” (Hasan Yıldız, age)

Lozan görüşmelerinde Avrupalı devletler Kürtlerin “azınlık” olduğunda ısrar edince Türk heyeti başkanı İsmet İnönü, “Türkler ve Kürtler, Türkiye cumhuriyetinin ana unsurudur. Kürtler bir azınlık değil bir millettir. Ankara hükümeti hem Türklerin hem de Kürtlerin hükümetidir” diyerek buna karşı çıkmıştır. Lozan’da taraflar arasında Kürt sorunu üzerinde bu mücadele sürerken, Bitlis mebusu Yusuf Ziya Bey 3 Kasım 1922’de, Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmada “Sevr”i bir paçavra olarak niteleyerek Kürt-Türk kardeşliğini vurguladı. Bir sonraki celsede ise Bitlis, Erzurum, Mardin, Muş, Siirt, Urfa, Pozantı, Diyarbakır, Van ve Kastamonu mebuslarının hepsi Türklerle Kürtlerin tek bir kütle olduğunu belirten ortak bir açıklamaya imza attılar. (Hasan Yıldız, age)

Kürtler için paçavra olanın Sevr mi Lozan mı olduğuna ilişkin karar, 15 Ağustos atılımıyla verilmiştir. 24 Temmuz 1923’te Lozan antlaşmasının imzalanmasından sonra Erzurum kongresinden beri verilen sözlerin vaatlerin, ayrıcalıksız tümü birden bire unutuluverdi. Emperyalist Birinci Paylaşım savaşında yenik düştükleri uluslararası güçlerden özellikle İngilizlerden korktukları için zorunlu olarak dikkate alıp öne çıkarttıkları uluslararası dengelerin gereği olarak, Kürtlere bol keseden verdikleri içi boş sözlerin ve sahtekarca vaatleri bir anda unutarak, Lozan antlaşmasıyla edindikleri uluslar arası “hukuk” ve “meşruiyet” zemininde, başından beri gizli tutukları asıl amaçlarını uygulamaya koyan M. Kemal ve çevresi, hemen seçimlere giderek ikinci BMM’yi oluşturdular.

“Birinci BMM’de üye olarak bulunan ve Kürdistan illerinden gelen mebuslardan çoğu Kürt’tü. Kimse kimliğini inkâr gereğini de duymuyordu. 24 Temmuz 1923 Lozan antlaşmasından sonra hem bu duruma hem de birinci BMM’de bulunan M. Kemal’e yönelik muhalefete son vermek amacıyla seçimlerin yenilenmesine karar verilmiştir. İpleri iyice eline geçirmiş olan M. Kemal, tek hakimi olduğu Cumhuriyet Halk Fırkası gibi bir parti aracına da sahip olmuştu. Bu yüzden ikinci dönem TBMM’de, Kürt milletvekilleri rahatça tasfiye edildi. İkinci dönem TBMM’de Kürt kökenli fakat yönetime uşak, Kürt kimliklerini yadsıyarak hizmet edenlere rastlamak mümkündü fakat onların da sayıları çok değildi. 1950’lere kadar Kürdistan milletvekilleri (meclise) yukarıdan atama ile gönderildi. Vekil olarak atanan bu kişilerin hemen tümü Türk kökenli ve Kürt düşmanlığıyla ünlü kişilerdi. Bunların arasında Kürt olduğunu yadsıyan “Kürt Türkleri”nin (!) sayıları bile eskiye oranla çok azdı. (Ruşen Aslan, Kürt Legal Hareketinin Tarihsel Gelişimi)

Erzurum kongresinden İkinci Meclise kadar yaşananlara bakıldığında, her düzeyde yetkililerinin bugün kendisini her fırsatta bir hukuk devleti olarak göstermeyi meziyet zanneden Türkiye cumhuriyeti devletinin nasıl bir hukuksuzluğun üzerinde inşa edildiği açıkça görülmektedir. Kürtler ve Kürdistan için hiçbir hukuki dayanağı, geçerliliği ve meşruiyeti olmayan, düzmece İkinci Meclisin onayladığı 1924 Anayasasının 88. maddesinde; “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak (Türk denilir) olunur”, denilerek inkâr edilen Kürtler o günden bugüne geçen 73 yıldır, devletin belirleyip bütün yöntemleriyle uygulaya geldiği kuralsız asimilasyon stratejisinin çarkında öğütülerek imha edilmeye çalışılmaktadır. Her şeyi dış dengelere bağlayarak iç dengeleri ve iç dengelerin bir tarafı olan Kürt halk gerçekliğinin iç dinamizmini, “bir Türk dünyaya bedeldir” megalomanlıklarının sonucu olarak dikkate almayan M. Kemal ve İttihatçı çevresinin pervasızca alıp uyguladığı bu kararın aptallık ve bayağılığı, 73 yıl sonra bugün bütün çıplaklığıyla açığa çıkmış ve anlaşılmıştır. Kendi devşirmeci yağmacı, talancı, çeteci köksüzlüğüne bakmadan, tarım devriminin yaratıcı gücü, toplumsal uygarlığın ana kaynağını inkâr ve imhaya kalkışan M. Kemal ve klasik İttihatçı avenesinin ve bugün gece yarısı muhtıralarında “Ne mutlu Türküm demeyenler düşmanlarımızdır” diyen Neo İttihatçılar, devlet olmanın her türlü ulusal ve uluslar arası imkanlarını tam bir kuralsızlıkla kullanmalarına rağmen yerleşik yaşamın, tarım devriminin, toplumsal uygarlığın yaratıcıları Kürtleri asimile ve imha edememişlerdir. Bugün gelinen yerde artık söz konusu olan Kürtlerin değil fakat sosyolojik olarak altı boş içi de kof olan verili Türklüğün asimilasyonu ve imhasıdır… Bu bizim asla istediğimiz bir şey değildir. Fakat hep denildiği gibi: “ava giden avlanır…”

Klasik ya da Neo İttihatçıların kendi aşağılık komplekslerinin dışa vurumu olarak, küçümseyerek aşağıladıkları, yok sayarak inkar ettikleri, yüz kızartıcı insanlık suçlarına tekabül eden yol, yöntem ve araçlarla imhaya çalıştıkları Kürt halk gerçekliğinin iç dinamizmi Sayın Öcalan’ın Önderliğinde toplumsal yaşamın ve mücadelenin bütün alanlarında bütün güzelliği ve görkemiyle açığa çıkmıştır. Sayın Öcalan’ın Savunmaları bu gerçekliğin ideolojik çizgi yoğunluğudur. Klasik ve Neo İttihatçıların dün olduğu gibi bugün de tek yanlı olarak bel bağladıkları dış dengeler de Lozan öncesini aratmayacak boyutlarda bozulmaktadır. 1919’da Erzurum’da işi düşünce çıkarları gereği el etek öpmelerin İttihatçı bir müzevirlik (ikiyüzlülük) olduğunu hesapsız bedeller ödeyerek anlayan Kürtler için şimdi Mecliste tokalaşmanın anlamı 23 Temmuz 2007 itibari ile “şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur.” gerçeğini görüp, anlayıp hazmederek anayasal düzeyde kabullenmenin bir başlangıç, bir giriş jesti olabilir. Bu anlamda değilse anlamsızdır. “Kürtçe konuşan vatandaşlarımızla bir sorunumuz yoktur” sözleri ise Neo İttihatçı anlamsız sözlerdir.

Devam edecek...

Hiç yorum yok: