14 Eylül 2011 Çarşamba

Ayaklanma mı, Ayaklandırma mı?

Sadık ASLAN / Kürkçüler F Tipi Cezaevi

Suriye’de halkın isyanına karşı devlet güvenlik güçlerinin yapmakta olduğu katliamlar trajedi düzeyine vardı. Gerek Suriye gerekse de diğer ülkelerdeki isyanlar bağlamında bölgedeki siyasi dengeler ve hesaplar üzerine birçok analiz yapılıyor. Bu noktada meseleye isyanların öznesi olan halkların cephesinden bakabilmek gözden kaçırılmaması gereken temel nokta olarak önümüzde duruyor.

Suriye’deki gösteriler, güney uçta, Sünni olan Dera kentinde başladı. Hama katliamının kanlı anıları halen halkın belleğinde tazeyken gösterilerin böyle yaygınlaşabileceğini Baas rejimi de herhalde hesaplamıyordu. İlk yorumlar da rejimin bu zannını destekler nitelikteydi.


Bu yorumlara göre, halk hareketlerince devrilen Tunus ve Mısır diktatörlüklerine nazaran Esad daha örgütlüydü. Diğer yerlere göre belli bir refah düzeyi de sağlamış olduğundan Suriye halkının yaygınca ayağa kalkıp Esad’a “git!” demesi için ciddi bir sebebi yoktu. Esad’a dominonun son taşlarından biri olarak bakıldı. Ama Cezayir, Fas, Bahreyn, Ürdün halk hareketleri şimdilik kontrol altına alınıp Yemen’deki durum tıkanmışken, Suriye’de ayaklanmalar tüm ülkeyi sardı.


Ayaklanmaların Humus, Hama, Deir Zor ve İdlib’ten sonra Lazkiye ve Banyas kentlerine sıçraması Esad’ın paçalarının tutuşmasına neden oldu. Çünkü bu kentler Arap-Alevi kimlikli rejimin kitle tabanının en yaygın olduğu kentler. Ekonomik varlığın ciddi kısmı da buralara yığdırılmış durumda. En doğuda, Kürt bölgesi Cezayir’den çıkarılan petrol, en batıda, Akdeniz sahilindeki bu kentlere borularla taşınıyor örneğin.


Sözde birkaç reform yutturmacasına kimse kanmayınca rejim, iyi bildiği katliam dilini konuşturmaya başladı. Ama bu sefer önünde 1982’deki gibi bir Hama değil en az 6-7 Hama vardı. 1980’lerdeki İhvan-ı Müslümin Hareketi gibi ortada silahla bir direniş de yok. Bazı silahlı küçük grupların yaptıkları halkça benimsenmiyor, önceleri toplu cuma namazlarının verdiği sinerjiyle haftada bir gün yapılan büyük gösteriler şimdi haftanın birkaç günü yapılıyor. İlk gösterilerde 5-10 kişi öldürülürken şimdi hedef gözetilerek öldürülenlerin sayısı günde 30-40, bazen de 100’e ulaşıyor.


Her gösteride 50-100 arası kişinin öleceği biline biline halkın sokakları terk etmemesinin sebebi ne? Örgütlü denilen Esad diktatörlüğünün hükmü altında milyonlarca insan dizginleri bırakılmışçasına meydanlara nasıl çıkabiliyor?


On yıllarca korkutarak, ezerek, sindirerek biat ettirme siyaseti yürüten sisteme tanık olanlara bu soruların tek bir cevabı var: Bir defa ayağa kalktıktan sonra halk sokaktan eve çekilirse, önceleri zar zor da olsa evde yiyebildiği bir parça ekmek bu sefer kursağına dizilecektir... Esad’ın bilinen zalimane intikamcılığı düşünülünce, geri dönüşün beter bir cehennem azabı olacağı tahmin edilebiliniyor.


41 senedir Esad Ailesi’nce yürütülen sistemin olağanüstü hal şartları altında yaşayan halk artık korku duvarlarını parçalıyor. Baas rejimi, halk için koca bir korku imparatorluğuydu. En ufak bir çatlak ses, kaybetmeyle, senelerce sürebilen işkenceli sorgularla karşılık buldu. Şam’da “Firiğ Filistin” denilen Askeri İstihbarat Merkezi, Tedmür’ün yeraltı zindanları, yıllarca yüreklere korku salan işkence mekanlarının sembolü oldular. Oluşturulan ajan-istihbarat ağıyla insanlar evlerinde bile “ters” bir şey söylemekten çekindi. Şehirlerde mobeseler yok ama “Büyük Biraderler” yani Baba-Oğul Esad’ın gözleri adım başı herkesin üzerinde olur. Şehirlere girişte Baba Esad’ın heykeli karşılar sizi. Şehir içinde Oğul Esad’ın vitrinlerde, tabelalarda, duvarlarda, araba camlarında, yaka rozetlerinde bulunan portreleri eşlik eder size. Şehir çıkışında da üzerinize Kutsal Ruh (Baas!) sinmiş vaziyette ayrılırsınız oradan.


Önce birkaç övgü sıfatı dizmeden Esadların ismini zikretmek insanın başını rahatlıkla belaya sokabilir. Her yerde olduğu varsayılan Muhaberat’tan (Suriye İstihbaratı) dolayı toplum için esinmiş koyu korku havasına bakıldığında, bu havanın asırlarca kalkamayacağı hissine kapılabilir insan.


Sosyal, siyasal, ekonomik yaşam tam bir cendere hali, refah düzeyi denilen şey, açlıktan öldürmeyecek düzeyde yaşatma politikası. Devlet, en çok yetiştirilen veya ekilen buğday, pamuk, zeytin gibi ürünlere çok düşük bir taban fiyat biçilerek onları satın alıp dış devletlere 5-10 kat fiyatla ihraç eder. Yoksul insanlar ancak yaptığı masrafları karşılayabilir. Halktan satın alınarak stok edilen, stok halinde çürüyen buğdayın pahasıyla ülke nüfusunun yarısı yaşayabilir. Suriye’nin “Ortadoğu’da zenginliğine rağmen halkı en yoksul olan devlet” olarak nitelenmesi bu yüzden.


Özel girişimlere izin verilmez, ekonominin büyük kısmı ordu generallerinin elinde, sıcak ekmek için bile sabahları devlet fırınları önünde uzun kuyruklara girmek gerekir. Özel TV’ler yoktur. Bir zamanların TRT-1, TRT-2’si gibi devletin var olan iki TV kanalı, sabah tank geçişi görüntüleriyle açılır, gece uçak sortileri görüntüleriyle kapanır. Bu durumda zaten özel gazeteler de çıkmaz. Devlet bildirileri ve Esad övgüleriyle dolu iki devlet gazetesi halk için yeterli görülür.


Bunlar gibi birçok örnek, Suriye’deki ayaklanmaların nedeni için bize fikir verebilir. Diğer ülkelerin ayaklanmalarında da aynı gerçeklikten bahsetmek mümkün. Ortadoğu halklarının sıkıştırıldığı bu cendere hali görülmeden “Ortadoğu Halklarının Baharı”nı anlamak zor olur. Bu nedenle bizim cenahta da rastlanılabilen “Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek için egemenlerce halkların ayaklandırılmış olması” mealindeki değerlendirmeler sorunlu bir yaklaşıma tekabül ediyor. Bu yaklaşım, halkların özgürlük tutkularına karşı da haksızlık olur.


İsyanların rotası, öncülük sorunları, varolan öncülerin niteliği, isyanlara yön verilme, onların egemenlerce yedekleme çabaları tek tek üzerinde durulabilecek konular. Yalnız moral, moralsizlik, gülme gibi cesaret de bulaşıcı ve Ortadoğu halkları birbirinden cesaret alarak özgürlük tutkularını ortaya koyuyor. Korku duvarları yıkılarak zor olan başarılıyor. İstenen hedefe ulaşılamasa bile, zulme karşı direnen insanlığın yüzü şimdi daha aydınlık...

Hiç yorum yok: