• 88 yıllık resmi ideolojimiz çatırdamaya başlarken,
yeni iktidar kendi çelişkili ideolojisini egemen kılmaya çabalıyor.
Eskinin yeniye karşı direnişi henüz devam ediyor. Ama eski de yeni de
demokrat da değil, cumhuriyetçi de…Bekir Çoşkun, istemeden bu mesajı
veriyor kitabında.
Bizim Cengiz Aktar, AKP’ye bence çok güzel yeni bir kartvizit bulmuş: ‘Müslüman Kemalist’!.
Çoşkun da en kısa tarifiyle ‘Laik Kemalist’ olduğuna göre, bu iki zihniyet büyük ölçüde birbirine benziyor. Biri ötekini kolayca altedemez. Çünkü aradaki anlaşmazlık, temel bir siyasi-ideolojik tercih gerektirmiyor, üstelik de her ikisi gerçek demokrasi, özgürlük ve bağımsızlıktan neredeyse eşit derecede uzak. Tabi bu aralar biri kadim, diğeri cedid iktidar olduğu için, kaçınılmaz olarak bir savaş yaşanıyor.
Tek adı vardı bunun:
Faşizm…’’(s.84).
İzmir, AKP’den çok önce ‘Gavur İzmir’di.
Mataramı parlattım, potinlerimi kaybettim.
Askerlikten kaytarmak için rapor-mapor almadım’’(s.27).
Son zamanlarda neredeyse adet oldu: İşten atılan gazeteci, hafif
medya eleştirmeni kılığında başından geçenleri kitap olarak yayınlıyor.
Son örnek Bekir Çoşkun’un ‘Başın Öne Eğilmesin’. (Bilgi Yayınevi,
Ankara, Ocak 2011)
Bu tür kitaplar, işten atılanların yeniden işe dönmesini sağlamıyor
belki ama, hem Türk egemen medyasındaki patron-çalışan ilişkileri ve
genel olarak medya manzaraları, hem de kitap yazarlarının mesleğe bakış
açıları, siyasi kimlikleri, kültürel-ideolojik derinlikleri hakkında
bilgi sahibi olmamıza yarıyor.
Bekir Çoşkun, popüler bir köşe yazarı. Muhabirlikten, Ankara
temsilciliğinden geldiği için de meslek erbabı sayılır. Kalemi kıvrak.
Mizacı yumuşak, mizahı kimi zaman hoş bir meslekdaşımız. 80’li yıllarda,
bir söyleşide Çetin Altan’a, ‘Türk basınında köşe yazarı olarak en çok
kimi beğeniyorsunuz?’ diye sorduklarında o da, ‘Günaydın’dan Bekir
Çoskun’u’ demişti. Kendisini yakından tanıyan meslekdaşlar da Çoşkun’dan
hep övgüyle sözeder. Dürüstlüğünden, iyi niyetinden, gazetecilik
kariyerinden kuşku duyan yok. Ne var ki gazetecilik, cennette
karayolları işçiliğinden farklı bir meslek. Çünkü çok siyasi, çok
kültürel, çok ideolojik ve kaçınılmaz olarak da çok toplumsal.Çoşkun,
toplumu iyi okuyup anlayamadığını itiraf ediyor (Bkz. s.10).
Öncelikle ve kesinlikle belirtmemde yarar var ki, Çoşkun, gerek medya
işverenleri ve yöneticileri, gerekse AKP iktidarıyla çelişmelerinde,
hep mağdur tarafta. Dolayısıyla da esas olarak haklı.
Çoşkun, bu ihtilaflarda emeği, gazeteciliği ve muhalefeti temsil
ediyor. Bu nedenle, benim gönlüm de aklım da bu çatışmalarda Çoşkun’dan
yana. Çoşkun’un AKP ve F tipi cemaate karşı muhalefetini ilke olarak
anlamak ve kabul etmek de mümkün.
Ne var ki iş, kime muhalefet edildiği ve taraf tutmakla sınırlı değil
çünkü sorunu ayrıntılı ve mümkün olduğunca derin ve geniş bir şekilde
tahlil etmek gerekiyor. Üstelik, ‘mağdur’, her zaman/otomatik olarak
haklı ve doğru konumda olmayabiliyor. Kime nasıl muhalefet edildiği
önemli.
Çoşkun’un 158 sayfalık ‘Başın Öne Eğilmesin’ başlıklı anlatısını bir
oturuşta okudum. Tam 33 not çıkarmışım. Hepsini gerekçeleriyle yazmaya
kalsam bir başka kitap olur.
Çoşkun, yakın arkadaşı Çölaşan ve egemen medyadan henüz
uzaklaştırılmamış az sayıdaki köşe yazarı gibi, içinde yaşadıkları medya
ortamını, iç ilişki ve dengeleri, özellikle de iktidar/medya
bağlantılarını bütünsel olarak kavramamışa benzer. Ola ki bir gün,
neredeyse birden bire, kendini kapının önünde bulunca, iktidarın (Siyasi
ya da medyatik) kendisi gibi ünlü bir yazarı, sıradan bir muhabir gibi
işten attığına bizzat tanık olunca, adeta şoka giriyor. Kimyası, fiziği,
psikolojisi, tarihi, coğrafyası, tabiat bilgisi…her şeyi bozuluveriyor.
Denizde yaşayan balıklar, denizde yaşadıklarını karaya vurunca anlar
gibi olur ya… Üstelik Çoşkun nispeten kısa bir süre içinde önce Hürriyet
sonra da Habertürk’den ayrılmak zorunda kalıyor.
Bunca yıl Ankara’da gazetecilik yapıp, bu kadar sığ bir
siyasal-ideolojik kimliğe sahip olmak da herhalde özel tahsil isteyen
bir yetenek. Sığlığın önemli nedenlerinden biri dogmatizm olsa gerek.
Çünkü Çoşkun’un siyasi söylemi, AKP’ye yönelik eleştirileri, ortaokul
Yurttaşlık Bilgisi kitabı düzeyinde. Cumhuriyet kurumları, laiklik,
Atatürk ilke ve devrimleri…vs…
Bizim Cengiz Aktar, AKP’ye bence çok güzel yeni bir kartvizit bulmuş: ‘Müslüman Kemalist’!.
Çoşkun da en kısa tarifiyle ‘Laik Kemalist’ olduğuna göre, bu iki zihniyet büyük ölçüde birbirine benziyor. Biri ötekini kolayca altedemez. Çünkü aradaki anlaşmazlık, temel bir siyasi-ideolojik tercih gerektirmiyor, üstelik de her ikisi gerçek demokrasi, özgürlük ve bağımsızlıktan neredeyse eşit derecede uzak. Tabi bu aralar biri kadim, diğeri cedid iktidar olduğu için, kaçınılmaz olarak bir savaş yaşanıyor.
Çoşkun, Türkiye’yi, bu toplumu nasıl görüyor? Nasıl algılıyor? Nasıl yorumluyor?
‘’Sokaklar tesettürden, türbandan Arabistan’a dönmüştü…
Üniversitelerde artık manga manga türbanlı kız vardı…
Sinemaları, tiyatro salonları, içkili lokantaları olan Anadolu şehirlerinde bira içecek bir tek yer bile kalmamıştı…
Üniversitelerde artık manga manga türbanlı kız vardı…
Sinemaları, tiyatro salonları, içkili lokantaları olan Anadolu şehirlerinde bira içecek bir tek yer bile kalmamıştı…
Ramazanlarda sokakta ağzı oynayanı bıçaklıyorlar, bacağı gözüken
kadın afişlerini parçalıyorlardı. Çankaya Köşkü dahil, bir çok devlet
kurumunda olduğu gibi, Anadolu’daki kamu binalarındaki pisuarlar
sökülüyor, yerlerine taş konuluyordu…’’ (s.36)
AKP’nin kendi muhafazakar/Amerikancı/Arabi yaşam tarzını empoze
ettirmeye çalışması ile Çoşkun’un bu en azından abartılı gözlemleri,
nüansın ötesinde farklı şeyler.
Çoşkun, toplumbilimci olmadığı halde, üstelik mevcut çalışmalara
gönderme de yapmadan, 12 Eylül 2010 referandum sonuçlarına göre
kıyıların hayır dediğini hatırlatıyor ama sonra da bir açıdan
bakıldığında açıkça ırkçılık çağrışımı yapan şu satırları da
yazabiliyor: ‘’Ama güvenlik istatistiklerine göre ; hırsızlık, adam
öldürmek, mal ve cana tecavüz, sahtekarlık, dolandırıcılık gibi dehşet
verici ve yüz kızartıcı suçlar öbür bölgelere (Evet çıkan bölgeler-RD)
göre çok az’’.(s.64). Suç ile yurttaşların siyasal tercihleri arasında
paralellik kurmak Cesare Lombroso’nun bile cüret edemediği bir
girişimdi. Gerçi Fransa’da Le Penciler, ‘Arapların suça daha meyilli’
olduğunu öne sürüp Çoşkun’a yaklaşmışlardı ama Çoşkun bu satırlarla Le
Pencileri de geçti.
Çoşkun bununla yetinmiyor, elektrik idaresinin ideolojik
müfettişliğine soyunup bir cevher daha yumurtluyor: ‘’Dinci partinin en
çok oy aldığı yerlerin haritası ile en çok kaçak elektriğin kullanıldığı
yerlerin haritasını üst üste koyun bunun (Dincilerin, sahtekar,
saygısız, ikiyüzlü ve bedavacı olduklarının –RD) kanıtını
göreceksiniz…’’. (s.65)
Çoşkun’un bu yaptığına en azından ayıp denir. Çünkü böyle bir somut
araştırmaya (İki haritayı üst üste koyma ve eşleştirme) gönderme
yapmadan bu sonucu çıkartmak, ‘dinci’ tabir ettiği yurttaşları aynı
zamanda ve otomatik olarak elektrik kaçakçısı ilan etmekle eşanlamlı.
Çoşkun, her iki örnekte de şunun farkında değil ki, özellikle referandum
sonuçları açısından bakıldığında, yüzde 58 ile yüzde 42, öyle kesin
coğrafi sınırlarla birbirinden ayrılmamış durumda. Aynı evde, aynı
mahallede, aynı köyde yan yana yaşayan evetçiler ve hayırcılar var.
Çoşkun’un yazdığını doğru kabul etsek bile, evetlerin çoğunlukta olduğu
bölgelerde kaçak elektrik kullananların kaçta kaçının hayırcı olduğunu
biliyor mu? Ya da hayırın çoğunlukta olduğu bölgelerdeki suçluların
kaçta kaçının evet oyu verdiğini saptayabilmiş mi acaba? Çoşkun, bu
saçma sapan mantığı ile kelimenin gerçek, resmi ve gayrıresmi anlamıyla
zırvalıyor. Çünkü suç ya da kaçak elektrik kullanmakla siyasi tercihler
arasında bir ilişki kurulamaz, kurulmamalı. Suç ve kaçak elektrik
kullanımı, esas olarak siyasal-ideolojik tercihlerle değil, ekonomik,
toplumsal, kültürel, tarihsel gerekçelerle açıklanabilir.
Bekir Çoşkun’un siyasal bilgiler alanında da çok bilgili olmadığını gösteren bir tanım var.
‘’İktidar güya darbe düşünenleri içeri tıkıyordu ama aslında bu yaptığı darbe yıllarında bile görülmemişti…
Tek adı vardı bunun:
Faşizm…’’(s.84).
‘Darbe düşünenler’ meselesine bilahare geleceğim ama. AKP’nin
muhafazakar, sağcı, neo-liberal, Amerikancı, Arap sermeyesi yanlısı
politikalarını, öyle bir kalemde faşizm olarak nitelemek, belki
ajitasyon-propaganda olarak değişik bir tutum olabilir ama gerçekleri
yansıtmıyor. Hele bugünkü AKP rejimini, 12 Mart ya da 12 Eylül’den de
beter göstermek, darbeleri övmek değilse nedir? Bir köşe yazarı, her
kızdığına faşist der mi? Hemfikir olmadığı her akım faşizm ise durum
vahim. Çoşkun’un durumu.
Çoşkun, iktidar partisine oy veren insanları, yurttaşları bence hiç de sevimli olmayan bir şekilde aşağılıyor :
‘’duygusal –cahil köylü toplum çoğunluğu’’(s.10) ; ‘’göbeğini kaşıyan
adam’’ (s.25); ‘’üzerine badem bıyıklarını oturtuyorlar, İtalyan
ayakkabılar giyiyorlar ama onları apartman koridorlarında bırakıp
evlerine giriyorlar’’(s.35); ‘’o çember sakallı beyaz eşya
satıcıları’’(s.37); ‘’Ortaçağ kalıntısı, ilkel çağdışı,bir Arap
yarımadası topluluğu…’(s.158).
Ben ‘Halk, toplum, yurttaş kesimi aleyhinde hiçbir sözcük
kullanılmaz, kullanılamaz’ diyen kesimden değilim. Halk dalkavukçuluğu
bizim solda da, iktidar partilerinde de hep önemli bir söylem
olagelmiştir. Yazar halk, yurttaş, toplum konusunda düşündüğü olumsuz,
eksik, hatalı yanları da özgürce yazabilmeli, isterse mizah konusu
etmeli hatta alay bile etmeli. Bu konuda hemen iki iyi örnek, Fransız
anarşist şarkıcı Renaud’nun ‘Hexagone’ şarkısı ile Raphael’in son
CD’sindeki ‘Le Patriote’ şarkısının sözleri. Ayrımcılık yapılmadığı
sürece isteyen isteyeni eleştirir, makaraya sarar.
Ne var ki Çoşkun’ un betimlemelerinde mizah zayıf olduğu gibi,
Araplık temasını kullanırken ırkçılık kokan yaklaşımlar var. Bu tutum,
aslında laik Kemalistlerle, Müslüman Kemalistlerin ortak yanı olsa
gerek. İkinciler, kömür ve buzdolabı dağıttığı yoksul halkı olmadık yere
överken, gerçek Cumhuriyetçi, hakiki laik ve ciddi solcuları da
‘seçkinci’, ‘batıcı’, ‘entel/dantel’ gibi deyimlerle aşağılamaya
kalkışıyor.
Bekir Çoşkun’un kitabında sık sık abartının yanı sıra olgusal
yanlışlıklar (Tahrifat diyemiyorum) da var. Yazmayı unuttuğu bölümler
de.
‘’Çünkü Emin’in ayrılması ile gazete 70 bin gibi önemli bir tiraj
kaybına uğramıştı’’(s.34). Dönemin tiraj raporları sıra dışı bir tiraj
düşüşü göstermiyor.
‘’Habertürk 35 bin tiraj kaybetti…’’(s.123)
Bekir Çoşkun’un ayrılmasından sonraki tiraj raporları da Habertürk’de böyle bir düşüş kaydetmiyor.
Bekir Çoşkun’un ayrılmasından sonraki tiraj raporları da Habertürk’de böyle bir düşüş kaydetmiyor.
‘’Bu dönem (Şimdiki dönem-RD) medyanın başına gelen hiçbir dönemde
gelmemişti. Darbe günlerinde, askeri ara rejimin her türlüsünde, hatta
Abdülhamid zamanında bile gazeteler daha kimlikli ve
onurluydu…’’(s.127).
Bekir Çoşkun’un sıkı bir basın tarihi okumalarına ihtiyacı var.
Bilmeden de olsa ve büyük bir ihtimalle istemeden de olsa, Çoşkun, bu
sivri ve saçma kıyaslama ile, DP’nin son dönemi, 12 Mart, 12 Eylül
günleri basını yetmiyormuş gibi, Abdülhamid dönemi gazetelerini aklıyor
galiba.
Çoşkun’un anlatısında askeriye ciheti özel olarak kollanıyor. Evet,
AKP rejimi, darbe heveslisi askerleri mahkum etmeye çalışırken, kasıtlı
olarak sapla samanı karıştırıp, hükümet karşıtlarını da Silivri’ye
gönderdiği yetmiyormuş gibi, Ergenekon yargılaması hem uzun tutukluluk
süreleri hem de binlerce sayfalık iddianamelerdeki tutarsızlıklar
nedeniyle adaletsizliğin ve hukuksuzluğun sembolü oluyor. Ama Çoşkun’un
iddia ettiği gibi öyle sadece sıradan masum Atatürkçüler de
yargılanmıyor.
‘’Yaşarken insanları asarlar:
Gazetecileri, yazrları, dekanları, rektörleri, patronları, askerleri, aydınları, Atatürkçüleri, Cumhuriyetçileri, yurtseverleri…’’(s.50).
Gazetecileri, yazrları, dekanları, rektörleri, patronları, askerleri, aydınları, Atatürkçüleri, Cumhuriyetçileri, yurtseverleri…’’(s.50).
‘’(…)dinci iktidar kıyılara kızıyordu. İzmir’e ‘’Gavur İzmir’’ demelerinin nedeni de buydu…’’(S.64).
İzmir, AKP’den çok önce ‘Gavur İzmir’di.
‘’Bana bir gazetede ilk işi Murat’ın (Bardakçı-RD) babası vermişti’’(s.80).
Çoşkun, İlhan Bardakçı’yı övdükten sonra, Bardakçı’nın başına gelenleri de yazsa iyi olurdu.
‘Başın öne eğilmesin’de militarist satırlar sırıtıyor:
‘’Ben bu ülkeyi severim.
Devrek 125’inci alayda askerliğimi yaptım.
Nöbet tuttum.
Devrek 125’inci alayda askerliğimi yaptım.
Nöbet tuttum.
Mataramı parlattım, potinlerimi kaybettim.
Askerlikten kaytarmak için rapor-mapor almadım’’(s.27).
Ülke sevgisi ile zorunlu askerlik görevi arasında kurulan ilişki manidar.
‘’Şanlı ordunun şerefli subayları dinci gazetelerde birer düşman subayıymış gibi gösterildiler kamuoyuna…’’(s.143).
Arif Doğan, Levent Temizöz vs gibi subayları mı kastediyor acaba?
Çoşkun, Kürt meselesi konusunda, MHPlilerin gittiği kahvedelerdeki
boş konuşan, gazete kültürüyle kifayet eden tekaüt amcalar gibi
düşünüyor. İnsan, Çoşkun gibi kıdemli bir köşe yazarından, bu fikriyata
yakın olsa bile, daha rafine bir söylem bekliyor.
‘’Binlerce askerimizi öldürmüş teröristlerle o sırada pazarlık yapan,
Türkiye’ye davet edilen teröristleri davul-zurna ile karşılayan ve ömrü
terörle mücadelede geçmiş yiğit subaylarımızı hapisanelere dolduran
iktidara bir gün önce ‘’Evet’’ diyen halkımız…Bu kez çocuklarını askere
gönderiyordu davul-zurna ile…
Böyle bir milletindi bu ülke…’’(s.106)
‘’Türkiye’nin eğitimli batısı ileri demokrasiye geçmemize ‘hayır’
dedi…Ama Ağrı, Hakkari, Tunceli vs. öncülüğünde ileri demokrasiye
geçtiniz’’(s.105).
Çoşkun referandum sonuçlarını tahrifatlı okuyor. Çünkü Hakkari ve
Tunceli, boykotun en güçlü olduğu iller. Bu bölgede CHP’nin ‘Hayır’ına
kimse yanaşmadığı için, bazı yörelerde yüzde 10’lara kadar düşen katılım
oranında kullanılan oyların yüzde 7 ya da 8’i evet çıkmışsa, resmi
sonuçlarda bu durum, yüzde 70-80 evet olarak yansıtıldı.
Tunceli’den sonraki ‘vs’de biraz aşağılama yok mu?
Çoşkun’un öyle azılı bir sermaye propagandisti olmadığını, aklının ve
yüreğinin daha çok emekten yana olduğunu sanıyoruz. Şimdiye kadar ki
yazıları okurda böyle bir izlenim doğmasını sağlamıştı.
Ama bakıyoruz, kitabında, AKP yönetimine yönelik son derece sert
(Hepsi doğru olmasa da çoğu haklı) eleştiriler getiren Çoşkun, bu saaten
sonra hala Ertuğrul Özkök’ü, Aydın Doğan’ı hatta Hürriyet gazetesini
övüyor.
‘’Diğer büyük grup Hürriyet ise; şu satırlar yazıldığı sırada kesilen
1 milyar dolarlık haksız-hukuksuz cezanın altında kıvranıyor’’(s.39)
Vergi cezasının miktarına itiraz edenler var da, Hürriyet yönetimi bile bu cezanın ‘haksız-hukuksuz‘ olduğunu savunamadı.
‘’O gece Ertuğrul Özkök’ün büyük adam olduğuna karar verdim’’(s.44).
O büyük adam, o akşam bir okurun saldırısından kendini kurtarmıştı
ama bir süre sonra Hürriyet’deki büyük iktidar koltuğunu terk etmek
zorunda kaldı.
‘’Belki vazgeçebilirdim; (Hürriyet’ten ayrılma kararından-RD) ama hep
patron Aydın Doğan’ın bir telefon açmasını bekledim…(s.53).
Bunun adı aymazlık değilse patron sevgisi midir? Sizi kovmak zorunda
olan işveren, neden size telefon edip ‘N’olur kal!’ desin ki?
‘’Aydın Doğan aslında etkili ve güçlü bir medya patronuydu’’(s.57)
Dili geçmiş zamanda yazılsa da bir nebze nostalji yok mu bu
satırlarda? Devamını tahmin edebiliriz: ‘Ne olur, durumunuzu düzeltip
yeniden geçin şirketlerinizin başına ve beni de çağırın bir telefonla…’
Belki ayrıntı ama bir soru: Bir insan yazdığı kitabın kapağına
koskaca portresini neden koyar? Hele Çoşkun gibi utangaçlık derecesinde
mütevazı bir insan, aslında güzel gülen bu portreyle ne amaçlıyor?
Kitabın başlığı da güzel: Başın Öne Eğilmesin! Sabahattin Ali’nin dizesi.
Ali ile Çoşkun arasında önemli bir çok fark var. Mesela S.Ali dava
adamıydı ayrıca kendisine güç veren sağlam bir ideolojiye sahipti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder