15 Ağustos 2011 Pazartesi

Abartılı Hayatlar


Bu yılın Temmuz ayı çok yağışlı geçti. Ben doğup büyüdüğüm topraklardaki hayatımı unuttum. Akşam geç vakitlere kadar açık olan bakkalın romanlarımda yarattığım bakkal olup olmadığımı düşünürüm hep. Bakkal dükkanını çalıştıran Tamilli genç, son yenilgilerinin acısından bir türlü kurtulamıyor. Ahmet Altan’dan, Kemal Burkay’ın devletli dönüşünden sonra ayrılıkçı parti kurma izni çıktı. Yıllardır bir damga gibi alnımıza vurdukları ayrılıkçı sıfatının Türkler tarafından elimizden alınacağı korkusuna kapıldım.
 
Yaşam bazen çekilmez bir pranga gibi zincirleniyor insanın ayağına. Uzatılmasından keyif alınacak bir hayatımız olmadı. Ben şahsen, son güne kadar sömürgeci Türk faşizmi önünde diz çökmeyecek hayırlı bir ölüm arıyorum. Türk devletinin manyetik çıkar alanına girmiş muhaliflerin cıvık kıvırmalarını izlemektense, ay çiçeği çıtlatmanın daha keyif verici bir olduğunu komşum olan Çingenelerden öğrendim.
 
Devlet ve sınır denen şeyin, baba öldükten sonra kardeşler tarafından parsellenerek satışa çıkarılan kutsal aile mülkünden daha değersiz bir şey olduğunu tarihin devletler ve sınırlar mezarlığı yeterince anlatmıyor mu?
 
Dün bahçede çalışırken, yarım metre kadar toprağın altında kalmış beton bir yol buldum. Yol, bahçenin çoktan toprak olmuş yirmibeş yıl önceki sahibi tarafından yapılmış. Bana gelene kadar dört el değiştirmiş bahçe. Şimdi de ben devredeceğim.
 
Kanlı mızrakların saplı olduğu halkımın alnındaki devlet ve sınır utancını savunan soydaşların iktidar karşısındaki siyasal cıvıklıklarını dinlemektense, eski bir mezar taşının üstüne oturup, altında yatan ölünün hayatını hayal etmek daha dinlendirici gelebilir.
 
Kendimi bazen, başı sonu belli olmayan ve bir adım ilerleyemediğimiz bin yıllık bir Kürt oyunun ortasında hissediyorum. Birbirimizin omzunu kanatarak ve aynı kanlı omuzlara yaslanıp düşerek; toz, toprak, bazen de çamur içinde yeniden doğrularak katıldığımız sonsuz bir oyun…
 
Küflü bir yalnızlıkla yıllardır bomboş bekleyen bitişik binayı bir haftada ortadan kaldırdılar. Çöp araçlarına yüklenen yıkıntıların içinden çıkardığım genç kız portresini gösterdiğim komşuların hiç biri tanımadı. Eve getirdim. Kötü ettim. Muhtemelen çoktan toprak olmuş genç kadın portresi, yarattığım hayaliyle birlikte bir mezar taşı gibi yanıma uzandı. Gece üç sıralarında götürüp yıkıntı yüklü araca atmakla mezar taşından kurtuldum. Bütün hüzünlü hayatların anılarını toplamakla görevliymişiz gibi kıvranıp duruyoruz.
 
Batmanlı Sıdık Amca’yı son gördüğümde yüzünün yarısı “faili devletolanın silahlı saldırısında içe çökmüştü. Hayata tek gözlü bir eğrilikle umutsuz bakıyordu:
 
Bu halime de kurşun sıkarlar,” dediğinde inanmamıştım.
 
Devlet, Batmanlı Sıdık Amca’yı ikinci bir “faili meçhul”le götürdü.
 
Kafam zaten devletin işlediği “faili meçhul” mezarlığı gibidir. Mezarlıkların beni çekmesi bundandır sanırım. Mezar taşı okumanın, iktidar ve para karşısında köpekleşenlere iyi bir nispet olduğunu biliyor muydunuz?
 
Sağlığında, hiç ölmeyecekmiş gibi iktidar karşısında her türlü adiliği yapanlarla aynı kısıtlı ömrü taşıdığımızı hatırlamak ve onları işe yaramaz bir kemik yığını olarak düşlemek inanılmaz derecede bir rahatlık salıyor insanın içine.  
 
Kürdistan’ı etmiş sömürgeci devletlerin dipten gelen ayak sesleri karşısındaki derin telaşını hissettikçe seviniyor, Kürdün bu telaşa karşılık olmadığını gördüğümde hüzünleniyorum.
 
Hüzün zaten oradan oraya savrulup duran bir sonbahar yaprağı değil midir!
 
Kürt çöpçatanlığıyla geçinen bir grup Türk gazeteci yanlarına aldıkları birkaç Kürtle İrlanda ve İskoçya’dan kopya çekmeye gittiler. Ben de bir ara okulda ders çalışmıyor, kopya ile idare ediyordum. Sorulardan birinin cevabını kaydırınca sıfır aldım ve kopya çekmeyi bıraktım.
 
İrlanda, İskoçya, Bask… Şimdi de Sri Lanka ve Tamil örneği…
 
Bu temmuz hep yağmurlu geçti. Ben doğup büyüdüğüm toprakları unuttum. Türk devletinin siyaset tüccarlarından Bülent Arınç:
 
“Çay, kahve partisi” demiş Kürt toplantılarına…
 
Evimin tam karşısında boğaz tokluğuna üç yıl çalıştığım orman bulunur. Şimdi onbeş yaşında olan oğlum küçüklüğünde: “babamın işyeri” derdi orman için.
 
12 Eylül öncesinde sınıflarımızın en başarısız öğrencileri şimdi Türkiye’yi yöneten Türkçü ve İslamcı dindarlardı. 12 Eylül’ün solculardan ve Kürtlerden arındırdığı okulların vasat öğrencileri adım adım iktidarı ve olanakları ele geçirdiler. Eşit koşullarda bin kez sınav yapılsa bin kez kaybedecek bu ırkçı grühun iktidarı önünde diz çöken sosyalistlerin, liberallerin ve Kürtlerin suratlarındaki üçkağıtçı çizgilere hiç dikkat ettiniz mi?
 
Hayat, karın doyurmaktan ibaret bir pislik kuyusu olmamalı. Önce kişilik.
 
Önce kişilik evet…
 
Fakat Türk iktidarına bulaşan her şey o anda kirleniyor…
 
bildiricihasan@hotmail com 

Hiç yorum yok: