3 Haziran 2011 Cuma

Yalan Çöküşün Işaretidir

 
Seçim ve onun yarattığı beklentiler, açığa çıkacak tabloyu henüz bilmiyoruz. Ama önümüzde, tarihsel olarak bir geçiş süreci eşiği bulunuyor. Bu kaderleri belirleyen bir dönüm noktası oluyor. Akılla şefkati, yargıyla sevgiyi, acımasızlıkla merhameti dengede tutmak için çokça çaba sarf etmek gerekiyor.

Demokratlar ve Kürt halkı tercihini özgürlükten yana evrilen bir geçiş sürecinden yana yaparak "Yol Haritası"nı ortaya koymuştur. Bu ciddi yol haritasına karşılık, iktidarın bir çözüm modeline sahip olmadığı görülüyor. Eski statükocu, inkarcı ve bastırmacı yöntemlerden ve onların "güncelleştirilmesinden" bahsediyor. Ve yetkililer; seçim arifesinden ve kararlı ateşkesten yararlanarak gençleri katletmeye devam ediyorlar. Değişimi, demokratik ve özgür bir ülke hayalini yok etmeye çalışıyorlar. Ordu ve polisi tamamiyle sahaya sürerek beceriksiz, kof ve aptallıklarla dolu Ortadoğu politikasının çöküşünü gizlemeye, soyulan, yağmalanan kamu kaynaklarıyla yolsuzlukları örtmeye çalışıyorlar. Kürt siyasetini tasfiye politikalarının boşa çıkmasıyla hırçınlaşarak, hoyratlaşarak, şiddet ve tutuklamalarla karşılık veriyorlar. Esasen gerileme ve çöküş sürecine giren hükümet, eski iktidarların yaptığı gibi ortalığı kan gölüne çevirerek hesap vermekten kurtulmayı umuyor.


Doğa iktidarın ayakları altında

Tabii ki çöküşün daha önemli işaretleri de görülüyor: Seçim meydanlarında, kalabalıkların gözüne baka baka yalanlar söylüyorlar. Bu da artık halka saygı duymadıklarını gösteriyor. Zira yalan söyleyen poltikacıların insanlara saygı duymadıkları bilinen bir gerçektir. Mesela, Sayın Başbakan, "Son ağaç kuruduğunda... son ırmak, paranın yenmeyecek bir şey olduğunu anlayacaksınız" diyerek insanlarla alay ediyor. Bunları söylediği sırada, Kütahya'da gümüş çıkarmada kullanılan siyanür havuzları patlama noktasında bulunuyor, dozerler dağları parçalayarak, ağaçları yok ederek maden şirketlerine yol açıyor. Bunları söylediği sırada binlerce HES projesi masada duruyor, nehirler, dereler kurutuluyor, doğa ölüme terk ediliyor, köyler boşaltılıyor. Bunları söylediğinde her tarafta siyanür yeraltı sularına, derelere karışıyor. İnsanlar kanserden ölüyor. Üçüncü köprü için milyonlarca ağacın kesilmesi planlanıyor. Bir ayda 40'tan fazla genç katlediliyor. 3 bine yakın insan gözaltına alınıyor ve Sayın Başbakan "şiddetten nemalananlar!" diye bağırmaya devam ediyor, "paranın yenmeyecek bir şey olduğunu anlayacaksınız" diyerek dünyayı hayretler içinde bırakıyor. Koskoca bir il, Porsuk havzası, Kütahya'dan Karadeniz'e kadar siyanür tehdidi altında ve o bunları söylüyor. Libya ve Suriye hakkında söyledikleri ise diplomasi dünyasında zamanında mizah şaheserleri oluyor.

Ve birkaç ay öncesine kadar, bölgede ve hatta dünyada merkez model olmaya aday olan ülke, alt emperyalist olmaya can atan hükümet, şimdi sağa sola ateş açan, önüne geleni tutuklayan, el altından İsrail'le anlaşmaya çalışan, müdahaleden kurtulmak ve biraz daha Kürt ve demokrat öldürmek için ABD'ye ihale üstüne ihale veren ülke haline geliyor. Bunların hepsi çözümsüzlükte ısrar etmenin ve demokrasi düşmanlığının sonuçlarıdır. Ulus devlette ısrar etmenin sonuçlarıdır. Artık dünya ülkelerinin terk ettiği tekçi sisteme sıkı sıkıya sarılmanın yolsuzluk, vurgun ve dolayısıyla zorbalıkta sınır tanımama anlamına geldiğini bilmeyen kalmadı. Mısır halkı, Libya ve Suriye halkı, tüm Ortadoğu halkları ve dünya halkları bunu biliyor.    


Toplumlar artık diktatörleri ile övünmüyor. Tiksiniyor. Demokrasi ve hakikat rejimlerini kurmak için uğraşıyor ve mücadele veriyor. Çünkü ancak böyle bir yaşam onlara onur verir. Ülkemizde de demokrasi kültürü gelişiyor. Seçimlerde bunun işaretleri görülüyor. İlk defa sağlıklı demokratik bir oluşumun temelleri atılıyor. Ve bu gelecek vaat ediyor.


Ulus-devlet


18. yüzyıla kadar "ulus" sözcülüğünün bugünkünden farklı çağrışımları vardı. Daha sonra "ülke" veya "yurt" ve orada yaşayan halk ile eşanlamlı olmaya başladı. Dolayısıyla, bu Aydınlanma ile nasıl ki "yurttaş" sözcüğü yerel yönetim (komün) bağlamından çıkıp devletle bağlantılandırılır olduysa, ulus sözcüğü de (Çok daha kısa sürede) devletle ilişkilendirildi. Bu hızlı bağlantılandırmadan sonra, laik eğitim adı altında farklı toplumlar ve özerk birimler kırımdan geçirilmeye başlandı. Okuma-yazma meşruiyeti ile insanlardan istenen aslında, dilin belli başlı kurallarını bilmek değildi: Tek dili dayatarak diğer dilleri yok etmekti.          

Zira Fransa'da, bu en mükemmel Avrupa ulus-devleti örneğinde bile, 1789'da nüfusunun yarısında çok fazlası tek kelime Fransızca konuşmuyordu. Bu "sıkıntıyı" 1794'te Kamu Güvenliği Komitesi üyesi Barere, şöyle dile getiriyordu: "Yurttaşlar! Özgür bir halkın dili herkes için tek ve aynı olmalıdır. Öyle gördük ki Bas-Breton denilen Bask lehçesi, Alman ve İtalyan, Provence dilleri, bağnazlık ve batıl inancın hakimiyetini sürekli kılmış. Yurttaşları ulusal dillerinden bihaber bırakmak vatana ihanettir" diye "endişeleniyor"du.


Bununla birlikte, 1870'te de bu jakoben ideali, yani "tek dil" ve dolayısıyla ortak bir aidiyet ve kimlikle birleşmiş bir Fransa modeli, hâlâ milyonlarca köylüyü ve kasabayı yerel dillerine sıkı bağlılıklarından döndürebilmiş değildi. Kırsalda yaşayan bu insanlar yasal olarak Fransız ulus-devletinin vatandaşlarıydı; hatta oy bile kullanıyorlardı. Ancak bu, ulus-devletle çok az bağ hisseden oldukça zayıf bir vatandaşlık tipiydi. Sonra 1880'lerde Fransız devleti, eğitim ve askerlik hizmetiyle tüm vatandaşlarını "uluslaştırmaya" çalıştı. Reine ve Renes'teki (Eski Provence ve Half özerk bölgeleri) okulların, "Provence ve Breton dilinde konuşmak yasaktır!" gibi yazılı uyarılar asmaya başladılar... Bu kıyıcı hastalık bütün dünyaya hızla yayıldı. 1925'lerde ülkemizde yok edici bir şekilde uygulamaya konuldu. Seçim meydanlarında, hâlâ bu kıyıcı politikalarla vaatlerde bulunuluyor. Dünya ülkelerinin büyük çoğunluğu bu hastalıktan kurtulmuş ve yok etmeye çalıştıkları dilleri ve kültürleri güçlendirmeye çalışıyorlar.  


Ulus-devlet anlayışına karşı Kanada'da ciddi teorik tartışmalar yaşandı. Eş merkezli halkalar teorisine göre, klasik anlamda (iktidarlar) bazı çözümler ürettiler. Kanada'daki geçiş süreci 1992 yılında kalıcı bir h‰l almaya başladı: Bütünsel bir yurttaşlık aidiyeti yerine, kendi kimlikleri ve birçok alanda katılımcı rolleri olan topluluklar kümesini (özerk halkaların konfederasyonu) esas alan bir yapı geliştirdiler. İktidarcı anlayış temelinde olduğu için, zaman zaman "Qvebec" gibi ayrılma zafiyeti taşıyan yanlar da ortaya çıkabiliyor.        


Kanada'nın ilk halkları, Creeler ve Huronlar gibi Amerikalı Kızılderili halklar ve İnüidler'dir. Bu halklar, dillerini büyük bir özenle korumuş ve "Kanadalı istimlakına" (Beyazların toprak gaspına) karşı sert bir biçimde kendi toprakları üzerindeki haklarını korumak için mücadele etmişlerdir. 1969'da hükümet, şimdiye dek yerli halklardan esirgenen yurttaşlık statüsünü vermeyi planlıyordu ki onlar bu öneriye tenezzül etmediler; çünkü katlandıkları uzun adaletsizlikler tarihini telafi etmeye yetmiyordu. 1999'da Kuzeybatı toprakları üzerinde yeni Ninavut (İnüidlerin dilinde "bizim toprağımız" anlamına) eyaletinin yaratılmasıyla özerklik elde etmeyi başardılar.     Akılla şefkati, yargıyla sevgiyi, acımasızlıkla merhameti dengede tutmak için çözüm üretmek gerekiyor. Zamanımızda hiçbir ülke halkları saygı göstermek ve farklılıkları korumak gibi önemli konularda temiz bir sicile sahip değildir. Şimdi büyük oranda yaşanan bunun farkına varma bilincidir, tekrarlamama isteğidir. Ülkemiz ve siyasi partiler böyle bir gerçekliğe doğru evrilebilir. Bunun koşulları vardır. Ama seçim meydanlarında bunu duymak hâlâ mümkün olmadı. Hâlâ ülkemizde ve bölgemizde gericiliğin ve tutuculuğun merkezi olma yarışı var. Öte yandan da "Demokrasi ve Özgürlük Bloku"nun sesi var.             


Eş merkezli halkalar


Eş yaklaşımlı-merkezli halkalar (eski konfederalizm ve şimdiki demokratik konfederalizm) teorisi, M.Ö. 4 yüzyıldan,
Theophrastus tarafından tartışmaya açıldığı tarihten beri, günümüzde de büyük bir ısrarla konuşuluyor. Attica'da, Theophrastus, Aristoteles'ten sonra Lyceum'um başına geçmişti. O zamanın konfederal yaklaşımını burada geliştirmişti. Atina demokrasisi bir geçiş sürecini yaşıyordu. Theophrastus da eski zamanların Med-Pers ve Hitit konfederasyonlarını incelemiş "eş merkezli halkalar" teorisini geliştirmişti. Ulaştığı konfederal sistemi, yaklaşımını, birim olarak bireyi, sosyal, ahlaki ve politik ilişkileri temsil eden yapıların (en yakından -örneğin aile-, en uzak olana -örneğin site devleti veya dünya-) bir dizi eş merkezli halkanın merkezinde gelişen ve iradeli bir toplumsallığa ulaşan betimlemelerle izah etti.       

Muhakkak ki bu teori, ondan sonra çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Attica'da deme, alt bölge, kent demokrasisi şeklinde, Roma'da cumhuriyet şeklinde yorumlanmış ve uygulanmıştır; hatta imparatorluk çapında yurttaşlar ve halklar, etnisiteler kendi kimlik ve yerel kültürlerinin yanında ve bunlardan vazgeçmeden Romalı olmaktan gurur duyabilir ve ona bağlılıklarını sunabilirlerdi. Daha sonraları Hıristiyanlık bu sistemi ruhani bir tarzda benimsedi ve diyakozluklar şeklinde pratikleştirerek yaygınlaştırdı.    


Eş merkezli halkalar teorisi ve onun pratikleşmiş biçimleri olan konfedere yapılar konusunda yorum farklılıklarının birçok nedeni bulunmaktadır. Günümüze kadar devam eden temel sistemli hata; "eş merkeze" iktidar, iktidar ilişkisinin konulmasıdır. Şu anda, Kürt Aydınlanması'nda gerçekleşen haliyle "eş merkez"den iktidar çıkarıldığında demokratik konfederal bir özellik kazanarak sürdürebilirlik kazanmaktadır. O zamanlar, Theophrastus'un keşfedemediği temel husus da bu olmaktadır. İktidar merkezli yorum, bu teorinin sürdürebilir olmasını engellemiştir. Diğer taraftan iktidar (veya devlet, imparatorluk) eksenli yaklaşım, bireylerin, birimlerin ve toplumların çeşitli ahlaki taahhütlerine göre yapılması gereken değerler-öncelikler sıralamasını çarpıtmış ve çıkarı (pragma) önplana çıkarmıştır. Bu da halklar arasındaki hassas dengenin bozulmasına yol açmıştır. Değerler-öncelikler sorununda; toplumlar kendi özerk kasaba, etnisite, kentlerine mi yoksa merkeze mi (Ekbatana, Atina, Roma, günümüzde ulus-devlet merkezi veya küresel merkez) bağlılık göstermelidir? Yıkıcı soru budur. Bazen de ara halkalar üzerinde (beylik, mirlik, kontluk) tartışmalar olmuştur.          


Ulus-devlet gelişimine kadar, eş merkezli halkalar (konfederalizm) yaklaşımı, bir yerde özerklik, federalizm ve konfederalizmi içeren, o zamanın yaygın sistem anlayışı tarihsel-toplumsal alana hakim olandır. Günümüzde ise, ulus-devlet modelinden uzaklaşarak yeniden güncelleştiriliyor ve uygulanıyor, ya da ciddi bir şekilde tartışılıyor.


Eş merkezli halkalar teorisi ve uygulamalarına karşı hazırlıksız olan toplumlar, kendilerini ulus-devlet tartışmalarının ortasında buldular. 18. yüzyıl öncesinde, kuşkusuz, toplumlar, krallıklar ve imparatorluklara bağlı olsalar da yerel düzlemde, kasaba-kent düzleminde, bölge veya eyaletler düzleminde özerk yapılarını korumuşlardı. Ulus-devlet yapılanması anti-özerklik temelinde gelişti. Fransa'da, Aydınlanma döneminde başlayan ilkel milliyetçilik ulus-devlete giden yolu döşüyordu.

Hiç yorum yok: