7 Haziran 2011 Salı

Seçim İzlenimleri- Bismil

Veysi Sarısözen'in seçim izlenimleri demek yerine "Seçim izlenimleri ısınma turu" diyeyebileceğimiz ilk izlenimlerinin ikincisi Diyarbakır Bismil merkezli oldu. Bismil'den sonra yazarımız izlenimlerine yurtdışına çıkmak zorunda kaldığı için kısa bir ara verecek. Diyarbakır'da Emek Demokrasi Özgürlük Bloğ'unun altı adayı var. Blok, Diyarbakır'dan bütün Türkiye'nin yakından tanıdığı isimler olan Leyla Zana, Hatip Dicle, Altan Tan, Emine Ayna, Nursel Aydoğan ve Şerafettin Elçi'yi aday olarak gösterdi. Bismil halkı ise bu adaylar arasında yapılan bölüşüm sonucu Leyla Zana'ya oy verecek. Serhat bölgesine ise yazarımız Vedat Çetin gitti. Yakın bir zaman içinde onun izlenimlerini de yayınlayacağız. Seçim sürecinde, Bölge illerinin tümünden izlenim yazılarını gazetemizde bulacaksınız. Öte yandan yazarlarımız, Ege, Akdeniz, Marmara bölgelerinden de izlenim yazacak. Yazarımız Av. Ayşe Batumlu ise cezaevinde olup da Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu'ndan bağımsız milletvekili adayı olanlarla görüşerek kendilerini seçmenlere anlatmalarına aracı olacak...  

'Roj baş'tan 'Ehlen ve sehlen'e


BDP üyesi Mehmet Ceylan'la gitmiştik İbrahim Oruç'un evine.


Evde İbrahim'in babası, amcası, amcazadesi, çaylarımızı içip, ailenin acısını paylaşıyoruz.


Tanışırken "ben de Arabım dedi  Hadi Çelik. Antakya'da doğup büyüdüğüm için bu Arap arkadaşa kanım ısınıverdi.

"Ehlen ve sehlen" dedik karşılıklı.

Oruç ailesinin yakın dostlarından. BDP'den Belediye Meclis üyesi.


Bir misafirleri daha vardı: Meki Oran, imammış. Ben tam "imamlık" hakkında sohbeti koyulaştıracaktım ki, BDP'li
Mehmet Ceylan atıldı:

"Yalnız imam değil, dedi, emekli gardiyan..."


Ağzım açık kaldı.


Daha ben "bu kadarı da fazla" diyecektim ki, o devam etti: "Benim gardiyanım, Bismil'de cezaevindeyken o da bizim gardiyanımızdı..."
Mezopotamya, Amed, Kürt toprakları... Her insanın yaşamında bir "sır" var. Kaseye bir vuruyorsun, bin "ah" dinliyorsun.

Burada hiçbir şey alışılmış değil, hayatın renkleri başdöndürücü bir hareket halinde. Toplum kaynıyor, fokurduyor, hangi kapıyı çalsan, karşına bir "efsane" çıkıyor.


"Acaba BDP adayına oy verecek mi?" diye münasebetsiz bir soru sorsam mı derken, "ben de BDP üyesiyim" diyor.


Sonra öğreniyorum: Belediye Meclis üyesi Hadi Çelik'in oğlu İbrahim'in sınıf arkadaşıymış. Ve Çelik'in oğlu o günden beri okula gitmiyor.


Genç şehit İbrahim'in evinde bir insanlık hercümerciyle karşı karşıyayım.


Mehmet Ceylan "benim de eşim bu aileden, Süryani kökenli bir Kürt kadını" demez mi?


Mezopotomya boşuna "uygarlıklar beşiği" adını almamış...


İbrahim'in baba-ana evi de işte böyle, tıpkı Mezopotomya gibi...


'Meğer her Türk asker doğmazmış'!


Bismil'e geldiğim gün, halk iki HPG'li gencin cenazelerini kaldırıyordu.


Halkın acısı bir anda "seçimi" gündemden düşürdü. Savaş olan ve ölüm olan yerde "seçim" ve "oy" o kadar zavallılaşıyor ki, insanın canı seçimden konuşmak istemiyor.


Ben de zaten konuşmadım. Gazetemizin bu "seçim izlenimleri" planını Bismil'de değiştirdim ve HPG'lilerin taziyelerine gittim.


Bismil'den yaklaşık 700 genç dağa gitmiş.


Gidenlerden 252'si şehit düşmüş.


Yaklaşık gidenlerin üçte biri ediyor bu rakam.


Yıllardır böyle. Gidiyorlar, cansız bedenleri tabutlar içinde geri geliyor. Tabutları görenlerin korkacağı sanılıyor.


Korkmuyorlar. Soruyorum, "korksaydılar ölenlerin yerine dağa gitmezlerdi" yanıtını veriyorlar.


Burada "askere alma" gibi, kanun ve devlet zoru yok. Askerlik şubeleri gibi "gerillacılık şubeleri" kurulmamış. "Gerilla kaçakları"ndan söz edilmiyor. "Kaçak yok".


Ama şu anda Türk tarafında askerlik yapmak istemeyenler var. Bu yüzbinlerle ifade ediliyor. Ve devlet asker kaçaklarının peşinde koşuyor, vicdani retçileri tutukluyor.


Sonunda pes ediyor: Zorunlu askerlikten paralı askerliğe geçme kararı veriyor, böylece "Her Türk Asker Doğar" efsanesinden vaz geçiyor.

 

Mezopotomya'nın Gizli Hakikati: Oruç Ailesi

Şehitlerine yas tutan insanlara "seçim havasını" sormanın uygunsuzluğu çok açık. O nedenle YSK provokasyonuna karşı direniş sırasında vurulan 17 yaşındaki İbrahim Oruç'un yaslı ailesini ziyarete giderken onlarla ne konuşacağımı bilmiyordum. Acılarını paylaşıp dönmeyi düşünüyordum.  
İbrahim'in evine vardığımızda, kadınlar bir odada toplanmıştı, tülbentli başları, üzgün gözleriyle bizi selamladılar. Yan tarafa geçtik. Ömer Oruç'un da yüzünde hala oğlunun acısı asılı duruyordu.

"Bizler içimizde kin beslemeyiz dedi Ömer Oruç, ama oğlumun katili bulunana kadar, ben her gördüğüm polisi oğlumun muhtemel katili olarak göreceğim. Bunu kaymakama da söyledim"...


Oruç ailesi Sadye köyünden, -bu köye halk arasında "gavur Sadye" derlermiş- göçetmişler. Amca İhsan Oruç "köye koruculuk dayatılınca göç ettik" dedi.  


Bu minval üzre konuşup, artık ayrılmayı düşünüyordum ki, her şey değişti.


Oruç ailesi 1915 yılında Ermeni soykırımı esnasında onlarla aynı kaderi paylaşan bir Süryani ailesinden geliyor. Aile sonradan Hristiyanlıktan Müslümanlığa geçiyor.


"Ama diyorlar, İbrahim'in babası ve amcası, ailemizin pek çok ferdi Avrupa'da ve onlar bugün de Hristiyanlar."


Onlar Türkiye'ye tatile geldiklerinde Oruç ailesine misafir oluyorlar. Misafirler Hristiyan olarak, Oruç ailesi Müslüman olarak ibadetlerini yapıyor.


Bunları dinleyince, Sadye köyüne neden "gavur Sadye" dendiğini anlıyorum.


Büyük dedeleri beş altı yıl önce tam 104 yaşında vefat etmiş. 1915 soykırımını hatırlıyormuş. "Vahdettin'in adamları geldiler, herkesi kırıp geçirdiler, kollarında kırmızı kurdelalar vardı" diye anlatıyormuş. İttihatçıları belli ki bilmiyor. Halktan uzak İttihatçılığı Süryani köylüleri demek ki henüz o zaman  duymamışlar. Ama onlar Padişahı biliyorlar. O nedenle "Enver'in adamları" dememiş, "Vahdettin'in adamları" demiş.


17 yaşında toprağa düşen İbrahim'in babasına soruyorum: Büyük dedenizin adı neydi?


"İbrahim'di diyor Ömer Oruç, oğlumun adını onun anısına koymuştuk..."


Mezopotomya'nın acılı, trajik gerçekliğiyle yüzyüze gelmenin büyük gerilimiyle çayımı içiyorum. Oruç ailesi "kaçak çay" içmiyor. "Biz Türk çayı içiyoruz" diyor Amca. Oruç ailesi çoktandır Kürt ve Müslüman bir aile. İbrahim'in küçücük yaşamındaki dev gerçeklik aklımı karıştırıyor.  



"Yaşayabilseydi, İbrahim de dedesi İbrahim gibi yüz yaşını geçebilirdi" diye düşünüyorum.


İbrahim'in devletten yüz yıla yakın alacağı kaldı.


Küçük, kızıl-sarı saçlı bir kız çocuğu çay getiriyor. İbrahim'in 12 yaşındaki kızkardeşi Fatma. Yanıma oturuyor. Büyüyünce hemşire ya da doktor olmak istiyormuş.


Bilmiyorum neden, ama "doktor ol Fatma" diyorum.


Babasının acılı yüzüne bakamıyorum.


Sonra İbrahim'in muhterem annesi Sevim hanım geliyor. Bu ailenin bütün bireylerinin yüzünde esrarlı bir hüzün var. Gazeteciliğe uygun "fotoğraf karesi" filan düşünmüyorum.


Bir "hatıra resmi" çektiriyoruz. Bu resmi büyütüp, evimin duvarına asacağım.


"Büyük Felaket"in yaşandığı toprakların "Gizli Hakikat"inin resmine ibretle bakacağım.


Cami Kürdün, Cemevi Türkmenin Bismil herkesin


Bismil bir mozaik. Anlattıklarına göre, Kılıt köyü halkı eski Süryanilerden Kürtleşmiş, Müslümanlaşmış bir halk.

Tuhaf bir düşünceye kapılıyorum: Acaba bu insanlar neden etnik ve dinsel köklerinden koparak Kürtleşip, Müslümanlaştılar? Neden Türkleşmediler de Kürtleştiler?


Halkların "suç tarihi" yazılsa, bir de "halkların yüzleşme, hakikatleri araştırma komiteleri" kurulsa... Belki bu büyük yüzleşmenin sonucunda insanlığın ruhu kurtulacak. Yepyeni bir insanlık rüyası gerçekleşecek: Düşmanlıktan arınmış bütün halkların tek bir "demokratik ulus" içinde bütün renkleri birbirine karışacak, tarihin bütün siyah sayfalarının yerine, tarihin hızıyla dönen insanlığın yedi rengi, tertemiz, beyaz bir geleceğe dönüşecek...


Oradaki Kürtlere soruyorum: "Siz bütün azınlıkları bu şekilde asimile mi ediyorsunuz?"


Arkadaşımız "hayır, diyor, gel asimile olmayan bir köye gidelim..."


Gidiyoruz: Türkmen Acı köyü. Atabaylara misafir oluyoruz.


Köy Kürt çoğunluğun arasında küçücük bir Türkmen adacağı gibi. Köylüler hem Türkmen, hem de Şafi çoğunluğun arasında" Alevi. köyün Cemevi var.


"İşte Kürtlerin asimilasyoncu olmadıklarının bir kanıtı" diyoruz.


Topu topu 150 hane. 550 oyumuz var diyor Atabaylar büyük bir gururla. Köy çok göç vermiş.


Anlattıklarına göre, 1960 başında Almanya'ya işçi göçü başlayınca, Kürtler "Alman parası haramdır" diyerek Almanya'ya gitmemişler. Türkmen aleviler ise "paranın milliyeti, dini olmaz" diyerek ver elini Almanya yapmışlar. "Alamancı" olmuşlar. "Bizimkiler dönüp de, komşu köyün İmamı'na 100 Mark verince, İmam da "paranın haramı olmaz" deyivermiş. Gülüyorlar.


Tanışıyoruz. Fikri Atabay, Zeynel Atabay, Muharrem Atabay... Hoş sohbet insanlar.


Fikri Atabay'a kaç yaşındasın diyorum. "Nüfus kağıdımda 1929 yazıyor ama, değil. Anam anlatırdı, 'sen doğduğunda bahardı ve de top sesleri duyuluyordu'... Şeyh Sait isyanında doğmuşum, yani 1925 tevellüdüm..."


Şaşkınlıkla yüzüne bakıyorum. Bu yaşlı Türkmen, Kürt tarihinin içinde doğmuş. Dünyaya gelişini o tarihin büyük "başlangıcı" ile tarif ediyor. Ve bu yaşlı olması gereken Türkmen Allah inandırsın benden neredeyse yirmi yıl büyük olduğu halde, benden daha genç görünüyor.


"Siz asimile olmamışsınız, Kürtlerle aranız nasıl?"


"Biz diyorlar, burada Kürtlerle kardeşçe, barış içinde yaşıyoruz, vaktiyle 'Alevinin kestiği yenmez' diyenler olduysa da, bizi tanıyanlar bilir, kestiğimiz eti yer".


"Bizim Alevi Türkmenleri Kürtler değil Yavuz Sultan Selim asimile etti. Tılalo, Molla Cabir, Köseli köyü ve nicesi vaktiyle hep aleviydi. Korkudan dönmüşler."


"Siz korkmuyor musunuz?"


Korkmuyorlar. Mağdur Kürt halkı, mağdur Türkmen Aleviyi sahiplenmiş. Ufak tefek sürtüşmeler vaktiyle olmuş, ama hiçbir zaman ciddi boyutlara ulaşmamış.  


"Araya devlet girmezse nifak olmaz" diyoruz hep birlikte...


Bu "sıradan" cümlenin derin bir teorik anlam taşıdığı çok açık. PKK önderi Öcalan "demokratik ulus" kavramını masa başından geliştirmemiş. Hiçbir zaman bugünkü anlamıyla "devlete" sahip olmamış olan Mezopotamya halklarının tarihsel deneyimini genelleştirmiş ve teorik sonuçlara varmış; O, devletin "araya" girmediği bir durumda, "gerici uluslaşmaların" yerini "demokratik uluslaşmanın" alacağını ve halkların barış içinde yaşayacağını kendi topraklarının tarihine bakarak görmüş...


İşte Türkmen Alevilerle, Kürt şafilerin barış içinde yaşadığı Bismil... Yarın "demokratik özerklik" elde edildiğinde, Bismil'de "demokratik uluslaşma" süreci kendiliğinden başlayacak. Şeyh Said'in asıldığı zamanda doğduğunu bilen bir Türkmen Alevi neden bir Kürt Şafiyle "demokratik ulus" içinde birleşmesin?


Ayrılırken bu güzel insanlar, Aysel Tuğluk'la Ferhat Tunç'u köylerine davet ettiler.  


Ben adaylarımızın gitmesini isterim.


Oy için değil. "Gelin canlar bir olalım" demek için elbette...

Hiç yorum yok: