20 Mayıs 2011 Cuma

Güney Afrika’da Öz Savunma Birlikleri




‘’Müzakere sürecinde şiddet azalmadı, arttı. Şiddeti tetikleyenler, halkın ANC’ye desteğini kesmeyi hedefliyordu. Şiddetin dozajını yükselterek, halkın barış ve çözüm iradesini hedef alıyorlardı. Halk ANC’ye karşı ayaklanacaktı, müzakerelere karşı çıkacaktı ve şiddete şiddetle cevap verecekti. Müzakere süreci de başarısızlığa uğrayacaktı. Hesap buydu.“

Viktor Steyn

Güney Afrika ile Kürdistan’dan söz edildiğinde, çokça benzerliklere vurgu yapılır. Paralellikler daha çok liderlik ve müzakere boyutunda kurulur. Zira Güney Afrika’da Apartheid’e karşı mücadelenin esas gücü ANC’nin lideri Nelson Mandela’nın Fok Adası’ndaki tutsaklığı Kürtlere, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın İmralı Adası’ndaki esaretini anımsatır. Yine son dönemde devlet yetkilileri ile PKK lideri arasında yürütülen ve müzakerelere evrilmeleri umut edilen görüşmeler açısından Apartheid rejimi ile Mandela arasındaki müzakereler önemseniyor.



Her ne kadar iki ülkedeki mücadeleler arasında önemli farklılıklar olsa da -gerek mücadelenin biçimi, gerekse de uluslararası konjonktör bakımından- ANC liderliğindeki mücadele ilgi çekici deneyimler kapsıyor. Pek bilinmeyen deneyimlerinden bir tanesi de, ANC tarafından kurulan Öz Savunma Birlikleri (Self Defense Units - SDU). Müzakere sürecinde, yani 1990’ların başında oluşturulan bu birliklerde yer alanlardan biri de, Hakikatleri ve Uzlaşma Komisyonu hakkında röportajlar yapmak üzere gittiğimiz Cape Town’da tanıştığımız Victor Steyn. Eski Savaşçıların Eylem Komitesi’nde (Struggle Veterans Actions Comittee - SVAC) çalışma yürüten Steyn ile Güney Afrika özgürlük mücadelesinde silahlı direnişin yerini ve Öz Savunma Birlikleri’ni konuştuk.

Sayın Steyn, Güney Afrika’nın özgürlüğü için verilen silahlı direnişin bir boyutunu oluşturan Öz Savunma Birlikleri pek bilinmiyor. Sizinle bu birlikleri konuşalım. ANC’nin silahlı direnişi ile başlayalım...

 
Güney Afrika’daki silahlı direnişin anlaşılması için biraz daha geriye gitmemiz gerekiyor. Biliyorsunuz, ANC (Afrika Ulusal Kongresi) 1912 yılında kurulmuştu. Silahlı mücadele ise çok sonraları, 1960’lı yıllarda başladı. O dönemde mücadele daha çok siyasal zeminde veriliyordu. Kitlesel kampanya ve genel grevlerle Apartheid rejiminin ırkçı yasaları ile mücadele yürütülüyordu. Yani 1912 ile 1961 yılları arasında, ANC’nin siyasi eylemselliği barışçıl ama güçlü protestolardan oluşuyordu. Bu ise, o dönemki siyasi iklimin sonucuydu. Ki, biraz daha ılımlı olan o iklim, ten rengi beyaz olmayanlara belli düzeyde bir siyasi alan tanıyordu. Bir de o dönem ANC liderliğinde belli bir muhafazakarlık hakimdi, siyasi muhaliflik var olan yasal çerçeve içinde, Hıristiyan merkezli bir bakış açısıyla ele allınıyordu. Bunun da kısmen etkisi olmuştur.

Fakat 1960 yılında, mücadelenin niteliğini değiştirecek önemli gelişmeler yaşandı. Bunlar içinde en önemlisi, Sharpeville katliamı idi kuşkusuz. ANC içinde yer alan bir kesim, örgütün eylem çizgisinin sonuç vermediği görüşünde olup, 1959’da kısa adı PAN olan Pan Afrikanist Kongre’yi kurmuştu. 1960 yılının Mart ayında Johannesburg yakınlarındaki Sharpeville township’inde Apartheid sisteminin ırkçı kimlik yasalarını protesto etmek için halkı sivil itaatsizliğe çağırmışlardı. Binlerce insan, kimliklerini yanlarına almadan karakola yürüyüşe geçmişti. Tamamen barışçıl bir eylemdi ama polis insanlara silahlarla ateş açtı. Düşünebiliyormusunuz, o gün 69 insan vurularak öldü. Sayısız insan da yaralandı.

Silahlı mücadele, devletin bu katliamına yanıt olarak mı başlatıldı?

 
Aslında tam öyle değil. Devlet direnişçilere başka alternatif bırakmadı. Sharpeville katliamından sonra ülke çapında yoğun protestolar gelişti. Devlet bu gösterileri şiddetle bastırmaya çalışıyordu. O dönemde 20 bin insan tutuklandı. Apartheid rejimi açısından tutuklamalar da sonuç vermeyince hem ANC hem de PAN yasaklandı. Ayrıca olağanüstü hal ilan edilmişti. Bu gelişmeler karşısında durum değerlendirmesini yapmak zorunda kalan ANC, barışçıl direnişin sonuç vericiliği üzerine geniş çaplı tartışmalar yürüttü. Nihayetinde Güney Afrika devletine karşı silahlı mücadeleyi başlatma kararı alındı ve bu amaçla 1961’de genelde MK olarak bilinen, asıl adı Umkhonto We Sizwe olan silahlı kanat kuruldu. Umkhonto We Sizwe Zulu dilinde ‘Ulusun Mızrağı’ anlamına geliyor. Dikkat edilirse, ilk kurulduğu dönemde yapılan konuşmalarda kendini hep halkın ordusu olarak nitelendirdi.

Fakat askeri açıdan, yani silah kullanma, strateji ve taktik geliştirme, komutanlık yapma gibi konularda deneyimsiz bir yapıdan söz ediyoruz, değil mi? 

 
Tabii. İlk dönemki eylemler zaten çok basitti. El yapımı bombalar kullanılıyordu. MK’nin içinde, İkinci Dünya Savaşı’nda askerlik yapmış olanlar vardı, onların birikiminden faydalanılıyordu. Ama askeri eğitim çok acil bir ihtiyaçtı. Bazı kişiler, komutanlık yapabilmek için, eğitim almak üzere yurtdışındaki benzer hareketlerin kamplarına gitti. ANC’nin silahlı kanadını yöneten Nelson Mandela bizzat, 1961-62 yıllarında Etyopya ve Cezayir’de askeri eğitim aldı örneğin. Kendimiz bunun içinde yer almadık belki ama özellikle örgütün o döneme ait belgeleri incelendiğinde, teorik olarak da önemli tartışmaların yürütüldüğü görülür. Mesela o zaman gerilla mücadelesi dört aşamalı bir süreç olarak ele alınıyordu. İlk aşama sabotaj eylemlerine dayanıyordu. Diğer aşamalar ise gerilla savaşı, toplumsal ayaklanma ve devrim. Gerilla savaşı stratejisi 1990 yılına kadar, yani Nelson Mandela ile müzakereler başlayıncaya kadar sürdü.

Öz Savunma Birlikleri de müzakerelerle birlikte devreye girdi. Neden tam da müzakere döneminde böyle bir savunma gücüne ihtiyaç duyuldu? 

 
1980’li yılların sonunda Apartheid devleti ile, o dönem hala tutuklu bulunan Mandela arasında belli düzeyde görüşmeler gerçekleştirildi. Bu görüşmeler müzakerelere dönüştü. Ardından kendisi 1990’da serbest bırakıldı, ANC üzerindeki yasak kaldırıldı. Halkta demokratik çözüm yöndeki umutlar doruğa ulaştı. Karşı tarafta da belli düzeyde bir iyi niyet vardı. Ancak böylesi çatışmalı ortamlardan faydalanan, bu çatışmaların rantını yiyen çevreleri unutmamak lazım. Çözümü istemeyenler de vardı. Çözüme en yakın olduğumuz dönem belki de şiddetin en fazla yükseldiği dönemdi aynı zamanda. Evet, müzakere sürecinde şiddet azalmadı, arttı. Hem de ciddi boyutlarda! Mesela ağırlıkta Zululardan oluşan IFP partisi var. Onları işbirlikçi olarak nitelendiriyoruz çünkü ANC ile mücadelede devleti desteklediler. Dolayısıyla özgürlük hareketi ile IFP arasında zaten ciddi çelişkiler vardı. Bu çelişkiler müzakere sürecinde ise şiddetlendi. Bu çok bilinçli yürütülen bir politikaydı. IFP’nin güvenlik güçleriyle arası iyiydi. Devlet içindeki bir kanat, müzakere sürecinde ANC’yi zayıflatmak için IFP’yi kullandı. Yine özellikle ANC’nin örgütlü olduğu township’lerde sivil halka yönelik katliamlar gerçekleştirildi. 1989 ile, Mandela’nın Cumhurbaşkanı seçildiği ilk özgür seçimlerin yapıldığı 1994 arasında, karşıt Güney Afrikalı örgütlerin iç çelişkileri ve çözümü istemeyen güçlerin saldırıları nedeniyle 7 bini aşkın insan öldü. Düşünebiliyormusunuz, müzakere sürecinden bahsediyoruz. Ölümlerin, şiddetin artık düşmesi beklenilirken ciddi bir artış yaşandı.

Bu şiddet sarmalını ateşleyen, bahsettiğiniz 7 bin insanın ölümünden sorumlu olanların hesabı neydi? 

 
Çözümü istemiyorlardı. Çözümün en güçlü tarafı ANC idi. Mandela serbest bırakılmadan önce devlet ona, ön koşul olarak silahlı direnişe son vermesini dayatıyordu. Mandela, serbest bırakıldıktan sonra, resmi müzakereler sürecinde silahlı mücadeleyi sona erdirme amacını deklare etti. ANC büyük bir halk hareketiydi. Dolayısıyla böyle bir kararı almak için, o kararın arkasında durmak için, halk desteğine de ihtiyaç var. Müzakere sürecindeki şiddeti tetikleyenler, halkın ANC’ye desteğini kesmeyi hedefliyordu. Şiddetin dozajını yükselterek, halkın barış ve çözüm iradesini hedef alıyorlardı. Halk ANC’ye karşı ayaklanacaktı, müzakerelere karşı çıkacaktı ve şiddete şiddetle cevap verecekti. Müzakere süreci de başarısızlığa uğrayacaktı. Hesap buydu.

Dolayısıyla Öz Savunma Birlikleri sürecin heba olmasını önlemek amacıyla mı oluşturuldu?

 
Bir nevi. Ama asıl amaç, halkın korunmasıydı. Öz Savunma Birlikleri 1991’de ANC tarafından, polisin sorunun bir parçası olarak görüldüğü bir dönemde kuruldu. Daha çok genç erkeklerden oluşuyordu.

Siz de Öz Savunma Birlikleri’nde yer aldınız. Bu birlikleri nasıl bir yapı olarak düşünmeliyiz?

 
Evet, cezaevinden çıktıktan sonra, 1980’li yılların ikinci yarısında illegal alanda faaliyetler yürüttüm. Ardından Öz Savunma Birlikleri’ne geçtim. Bazılarımız silahlıydı, bazılarımız ise silahsız bir şekilde halkın öz savunmasında yer alıyordu. Benim içinde yer aldığım birlik ise, özellikle şehirde güvenlik güçleriyle çatışıyordu. Ağırlıkta hafif silahlar, bombalar kullanıyorduk.

Yapıya gelince; özgürlük hareketi içinde sokak komitelerimiz vardı. Bazı alanlar bölge şeklinde örgütlendiriliyordu. Özellikle township’lerde böyle bir örgütlenme vardı. Bu township’ler özerk yapılar olarak ele alınıyordu. Kendimize ait yapıları geliştirip güçlendirmeye çalışıyorduk. Ben o dönemde Cape Town’da kalıyordum. Sokak komiteler zemininde oluşturulan bölgeleri polisten koruyacaktık, polisi içeriye sokmayacaktık. Ya da çatışacaktık. Askeri eğitimi ise kurtuluş ordusunun savaşçılarından alıyorduk. Onlar ufak gruplar halinde, Öz Savunma Birlikleri’nde yer alanları eğitiyordu.

Amaç öncelikli olarak halkı savunmaktı. Çok ciddi saldırılar gerçekleştiriliyordu ve halk silahsızdı. Öz Savunma Birlikleri olarak örgütlenmeseydik kim bilir daha nice katliam yapılırdı. Bunların önüne geçmeye çalışıyorduk. Herkes kendi bölgesini 24 saat boyunca gözetliyordu, her tarafta nöbetçiler vardı. Dönüşümlü olarak nöbet tutuluyordu. Diğer bir amaç ise, güvenlik güçlerine karşı psikolojik savaş yürütmekti. Morallerini düşürmeye çalışıyorduk. Onları yorgun düşürmeye çalışıyorduk. Ve bu konuda başarılı da olduk.

Peki Öz Savunma Birlikleri siyah Güney Afrikalılar açısından yeni bir olgu muydu, yoksa önceki süreçlerde belli bir karşılığı var mıydı? 

 
Aslında Öz Savunma Birlikleri gibi gayriresmi denetim yapıları Güney Afrika’daki siyahi toplum açısından yeni bir olgu değildi. Tersine, öncesinde de özellikle township’lerde benzer yapılar geliştirilmişti. Fakat farklı ihtiyaçlardan ötürü. Düşünün, sizin ülkeniz sömürgeciler tarafından işgal ediliyor. Bütün devlet yapılarında sömürgeciler yer alıyor. Üstelik sistematik bir ayrımcılık ile karşı karşıyasınız. Haklarınız tanınmıyor. Şimdi böyle bir realitede halk açısından devletin ve onun kurumlarının bir meşruiyeti kalmıyor. Diyelim yaşadığınız township’te bir suç işleniyor. Kime gideceksiniz? Polise gitseniz ilgilenecekler mi? Suçlu bulunup adalete teslim edilecek mi? Ayrıca polis hiçbir şekilde siyahi halkı şiddet ve suçtan korumuyordu.

Bundan dolayı, özellikle 1970’li ve 1980’li yıllarda halk kendi yapılarını inşa etmeye başladı. Mesela devlet mahkemelerine güvenmeyen halk, o dönemde Makgotla denen halk mahkemeleri kurdu. Yine township’lerde gözcü sistemi geliştirildi. Ayrıca barış bekçileri vardı. Sorunları önlemeye çalışıyorlardı. Sorunlar çıktığında ise taraflar arasında arabuluculuk yapıyorlardı. Daha fazla örnek de verilebilir ama sanırsam anlaşıldı. Yani Güney Afrika’daki siyahi toplum açısından öz yapılar 1990’dan önce de işliyordu. Tabii bu yapılar farklı açılardan sorgulanmalı da. Mesela ne kadar özgürlükçü, demokratik idiler? Ne gibi hatalar yaptılar? Bunlar, madalyanın öbür tarafı.


‘Kürdistan dağlarında gerilla olurdum’

 
48 yaşındaki Victor Steyn ile, Güney Afrikalı insan hakları savunucuları ve aktivistlerden oluşan Kürt İnsan Hakları Eylem Grubu’nun (KHRAG) toplantısında tanıştık. Kendini ''dogmatik olmayan komünist“ olarak tanıtan Steyn, toplantıda yaptığı konuşmada „bugün Güney Afrika’da olmasaydım, Kürdistan dağlarında savaşan bir gerilla olurdum“ sözleriyle hemen dikkatimi çekti. 31 yıldan beri mücadele yürüttüğünü söyleyen bu eski militanın hikayesini sordum, o da anlattı:

31 yıl önce, yani siz 17 yaşındayken, Güney Afrika nasıl bir görünüme sahipti?

 
Bunu size anlatabilmem için, biraz daha geriye gitmeliyim. Ben 12-13 yaşındayken bir amcam Cape Town’daki evimizin arkasında bir tamir yerini işletiyordu. Sanayi bölgesiydi. Bir gün, ben amcamın yanında duruyordum, polisler gelip siyahi işçilere saldırmaya başladı. Amcama bu saldırının nedenini sorduğumda, işçilerin günün belli saatlerinde burada bulunmak için gereken kağıtlara sahip olmadığından saldırıya uğradıklarını söyledi. Yaşım küçüktü ama bu olay beni çok sarsmıştı. Şahit olduğum bu saldırıdan sonra politik düşünmeye başladım.

Sonra 14 yaşındayken liseye geçtim. 1976 yılıydı. O yıl, Johannesburg’a bağlı Soweto’da halk ayaklanmıştı. Flamanca’dan türemiş Afrikaans dilinin eğitim dili olmasına karşı çıkan öğrenciler katledilmişti. Ben de Cape Town’daki okul boykotunu tertipleyenler arasında yer aldım.

1976, direniş hareketi için çok önemli bir yıldı. Sonra ANC bünyesinde çalışma yürütmeye başladım. Ayrıca, ABD’deki Kara Panterler’den ilham alan Siyah Bilinç Hareketi’nde yerimi aldım. 1985’de ‘terörizm’ suçlamasıyla tutuklandım, bir yıl cezaevinde kaldım. Tutuklanmadan önce üniversitede hukuk okuyordum. Tutuklanınca eğitimimi tamamlayamadım. Sonra yeraltında, ilegal alanda mücadeleye devam ettim. Ardından ise Öz Savunma Birlikleri’ne katıldım.“

Victor Steyn kendini solcu olarak tanımlıyor. „Ben komünistim. Dogmatik değilim ama sosyalizme kesinlikle inanıyorum“ diyor. Güney Afrika’daki gidişattan pek memnun değil: „Ben gerçekten hala bir sosyal aktivistim. Mücadele bitmedi daha. Ulusal kurtuluş mücadelesinde belli bir yeri kazandık ama demokrasi mücadelesini pekiştirmeye ihtiyacımız var.

Hala bir dönüşüm sürecindeyiz. Sosyal dönüşüm sürecinin sancılarını yaşıyoruz. Bazı alanlarda çok gelişkin, çok başarılıyız. Ama bazı alanlarda zayıfız.“ Bugün, bağımsız sosyal projelerde yer alan Steyn’a ülkenin temel sorunlarını sorduğumda, kabul edilemeyecek düzeydeki yolsuzluğu ve zengin ile yoksul arasındaki uçurumu vurguluyor. Kamu çıkarı ile bireysel çıkar arasında ciddi bir dengesizliğin olduğunu kaydeden Steyn, söyeşimizin sonunda hüzünleniyor. Neden mi? Yine kendisinden dinleyelim: „Çok önemli bir mücadele verdik ama bence biz aynı zamanda gençliği feda ettik. Bazı yöneticiler, militanlar, savaşçılar bugün önemli pozisyonlarda. Ama örneğin o yıllarda Öz Savunma Birlikleri’nde yer alanlar bugün nerede? Onlara ne verildi? Nasıl bir gelecek, perspektif hazırlandı onlar için? Onları yeniden bir araya getirmek gerekiyor...“ 

  MERAL ÇİÇEK

Hiç yorum yok: