19 Ocak 2011 Çarşamba

Evren Hakikatleriyle Insan ve Ahlak=Mikro Kozmos


Yerelden evrensele, bireyden topluma, kırdan kente, yeryüzünden gökyüzüne sıçrayıp katmerleşerek büyüyen sorun ve krizlerin neresindeyiz? Ontolojik gerçekliğimizi bu diyalektiğin neresine koyabiliyor ya da görebiliyoruz? Tüm kötülükler kaynağını anlamamazlık-cehaletten alıyorsa o zaman bu muamma nasıl çözülür? Peki kendisi, halen sırlarla dolu-çevrili insanoğlu kozmostaki hangi muammayı çözebilir ve sorunlara çözüm bulabilir? Çözünürlük durumumuzu büyük bir aydınlanma olarak anlıyorsak çözümleyen koca yanımızı büyük bir cehalet yığını mı sayacağız? Halen insan türü olarak sorunsuz, özgürce beraber yaşamayı başaramayan insan, acaba evrenle-tabiatla özgürce-sorunsuzca yaşayabilir mi? Biz evrensel oluşum diyalektiğinin bir parçasıysak, zihinsel varlığımızla HAYATİ isek evrensel adalet ilkeleri ya da ahlakın neresindeyiz? Sorulması ve cevaplanması gereken çok şey olduğu gibi birçok soru da vardır. Konu eğer hakikate ulaşmak veya/ya da yakınına uğramaksa bunun bir ilkesi-ahlakı elbette olmalıdır. Artık ne nesnel ne öznel ayrımını yapıp determinizmle hakikate ulaşabiliriz ne de salt ruh-beden ayrımını yapıp "bütün"lüğü parçalayarak yakın olabiliriz. Bunları da bütünlüğü içinde görmekle beraber, kaynağından başlayarak aramak DOĞRUYA veya doğruya yakın bir sonuca ulaştırabilir.

KOZMOS İLKESİ VE CANLILAR


Kozmos ilkesi, insanda da işledi, işlemekte. Tüm paleolitik, mezeolitik ve neolitik en yüksek duygusal zeka yoğunlaşması başta olmak üzere, dağlık Afrika riflerindeki ilk kopan primatlara kadarki süreç, öncesiyle-sonrasıyla tam bir diyalektik ahenklik içinde bu ilkeyle iç içedir; aşık aşıkane dediğimiz ilişki ağı ve optimalitesi de bunun kendisi olmaktadır. Doğa-tabiat, insan-toplum iç içeliği de diyebiliriz. Buraya kadar evren, doğa, doğa-toplum tüm varlık ve farklılıklarıyla keskin bir ayrılıktan uzaktır, iç içelik, bütünlük, birbirini besleme-oluşturma esastır. Saf ve temiz işlemekte, birincisi doğa ana şahsında, ikincisi ana-kadın şahsında müthiş bir özgürlük temelinde yürümektedir. Paylaşım sadece besin-gıdasal değil duygusal, ruhsal, büyüsel, iç görüsel düzeyde olup en doğma sırlar bile birbirini açıklamakta. Duygusal, ruhsal, büyüsel, iç görüsel ve elde edilen gıdasal-besinler ile araçlarıyla buluşunca artık ikinci doğanın ilkesi-ahlakı da belirginlik kazanmaktadır. Doğada nasıl ki gerçekleşme ve kendini süreklileştirme ilkesi varsa, var olan bu akıllı çocuğun da kendini var etme ve sürdürmesi için ilkesi-ahlakı olmalıydı. Doğa ana, bilge anaya kucak açıp kozmosun ilkelerinin şifrelerini sundu. Tek başına bu ahlak ilkesinin oluşması da zordur. Ahlak bu iç içeliğin ve paylaşımın ürünü olmaktadır; buna bağlı kalındıkça yaşam özgürce yaşanacak; adeta doğa anayla, kadın ananın birbirine bağlılık yemini ilk anlaşması olmaktadır; eşit, özgür ve kutsaldır. Çünkü bu ilkeyi çiğneyen adeta her iki doğanın da felaketini getirmiş olmaktadır. İnsanlığın mevcut durumu gözetildiğinde bu ilkeyi çiğnediği tüm ekolojik ve toplumsal alanlarda yaşadığı, kaos ve sürelileşen kriz olmaktadır. Felaketin sinyalleri, çanları çoktandır çalmaktadır. Bu ilke çiğnenmemeli. Tüm maneviyat dünyamız bu ilkenin kök hücresinde bir ağacın damarları gibi yayılmakta, bu ilke "manevi uygarlığın" kök hücresi rolündedir. Eğer hakikat doğruya ulaşma veya yakın olma ise küçükten büyüğe, mikrodan-makroya tüm kozmosun işleyişi esaslarını atlamadan, bir zincirin halkaları gibi iç içe bir bütünlüklü yaklaşım esas alınmalıdır; insan burada en büyük laboratuar konumuyla en büyük enformasyonu verecek kaynak durumundadır; hem içerde hem dışardayız; yüzük içimizde! Bununla birlikte şunu da sormak gerekir: Kendimizde kozmosun tümüne de ulaşabilir miyiz? Beyin düzeneğimiz; duygu, düşünce ile iç görümüz bunu çözmeye yeter düzeyde mi? Veya kozmos tüm sırlarını bize açacak kadar cömert olabilir mi? Peki güvenebilir mi? Buna doğru cevap alamazsak ya doğmatik metafizik ya da kaba maddeciliğe düşmekten kurtulamayız. Artık ne her şeyi maddede ne de her şeyi düşüncede arayıp bulabiliriz. Kuantum fiziği bu konuda daha açıklayıcı ve bol seçenekli bir durumu önümüze sermektedir. Atom altı parçacık dalga, gözlenen-gözleyen ilişkisi artık bazı şeylerin ya ak ya da kara ikilemiyle ifade bulamayacağı, hele hele determinizmi tarihsel-toplumsala uyarlamakla tam bir kaos yarattığımızı daha iyi açıklamaktadır. Ve her şeyi de tam tamına bilemeyeceğimizi, bazı şeylerin metafiziksel olduğunu artık bilmekteyiz. Kozmos da öyledir, toplum da. Bir yere kadar bilebilir, bilebilme olasılığımız vardır; kesin biliriz demek, ayağı havada kalma demektir. Yani insan kendisi metafizik yaşayabilmektedir. Tekrardan hatırlayalım insan  tüm bedeniyle çözümlenememiştir; ne kadar çözümlenebilir olasılığı yine tartışma konusudur. İnsandaki diziliş-düzenek kozmostakinden az değildir. İnsandaki madde-enerji-düşün bütünlüğü, bizi güçlü sonuçlara götürebilir. Avrupa'nın o illüzyonist ve şatafatlı, heybetli steplerinde yıllarca lüks mekanlarda zihniyet ve insanlık üzerinde büyük yoğunlaşma ve yaşadığı tecrübelerden sonra "yanlış hayat doğru yaşanmaz" diyen büyük düşünür Adorno'nun bu sözü, aslında maddi hayatın insanlık maneviyatı üzerindeki çok zalimane uygulamalarına karşı bir isyan haykırışı gibidir. Tek kelimeyle şunu demek isterdik fakat ahlak=maneviyatımızı kaybederek vicdansız bir bedene, boş iskelete dönüştük; iskelet ya paraya ya da mala-makine
ye dönüştü yani insan olmaktan düştü. Tıpkı şu günlerde televizyon  reklamlarından birisinde saf, candan bir kız çocuğun "babam Toyota gibi adamdır" özdeyişi aslında birçok şeyi gözümüzün önüne sermektedir.

Evet maddiyatı kıblegah eden bireyin ulaştığı düzey mallaşma-mülkleşmesi olmuştur. Tüm insanlık gelenek ve maneviyatından tersten bir iniştir ki, bırak hayvanlaştırmaya (çünkü hayvanın sezgi düşünüşü vardır) tam bir meta-mallaşmaya iniş demektir. Bedenimizde canlı ve sezgi potansiyeli barındıran, koca bir kemik, kan ve et maddeleşmesi iken beynimiz, düşünümüz hep bu maddi beden yığınlaşmasını aşıp manalaşmaya gayret gösterir. Bu mana-anlamlaşma güçlü iç sezi, vicdan ve düşünme seviyesiyle bir iyiliğe, sevgiye, hoşgörüye, güzelliğe ve doğruluğa ulaşma istemi ve pratiğidir ki, bu da maneviyatımız olmaktadır, ahlakımız olmaktadır. Yaşam bunsuz olmaz, var olmak bu hakikat diyalektiğiyle mümkün görünmektedir. Aslında tarihsel insanlık, izlek bu maneviyatın vicdanen, ahlaken vuku bulmuş, yaşamsallaşmış gelenek ve kültürümüzü de kendisi almaktadır. Birey bununla insanlaşırken-toplumsallaşırken toplum ve insanlaşma da maddi kalmaktan kurtulmuş olmaktadır. Bu yaşam; aşık aşıkane bir ilişki bütünlüğü içinde, en heybetli pınarlar, şelaleler gibi hayata güzellikle fışkırmakta, akar sular gibi doğaya yayılmakta, bahar esintileri gibi yazı-kışı yüzümüzde, bedenimizde ve saçlarımızda dalgalandırmaktadır; bu kelebek rengarenkliğiyle her kanat çırpınışında heyecan, sevgi, coşku ve özgürlük seli olup yüreklerimizde, gözlerimizde, burun ve kulaklarımızda fışkırmaktadır; bu kalp kıpır kıpır atmakta, adeta bedeninden fırlayıp başka bedenlerde de yaşamak istemekte, arzulamaktadır.  Beden içiyle-dışıyla, yüreğiyle, beyniyle her daim bir direnme durumu olmaktadır. Hem de var olma-yok olma hattında; fakat bu gerçeklik var olma ve yok olmak hattında nihai sonuçlar doğurmaz, tersi, bir bütünün gerçekleşme sürecini yaratmaktadır. Yani yürek ve beynimiz tüm varlığımızla olumlaşma ve olumsuzlaşma, yer yer ara bir uzlaşma süreciyle ağırlığını koyan neyse onunla sonuçlanır; bu nihai bir sonuç olmayabilir fakat kendinde ısrarın seçenekleri devasa malzemeler sunmaktadır. Yani ne olmak istersen veya nasıl yaşamalı soruları kadar, daha fazla anlam gücünü içeren diğer bir soru da "nasıl yaşardın-nasıl yaşıyorsun"dur, olmalıdır. Bu sorulara bir ruh, bir  zihin, beden-yürek ve beyin=düşün anlamı ve bütünlüğü içinde cevap ararsak hakikate daha yakın olabiliriz; yani kendimizi=bedenimizi parçalayarak bir sonuca ulaşamayız zaten bir bütünlük için olduğumuz için varız. Biz tuhaf bir varlık değiliz; sadece kendimizi çok bilen durumda olanlarız; kendimizi bilişimiz bilinmediğimizin yanında deryada hatta okyanusta zerrecik bir durumundadır. Onun için felsefenin sloganı "kendini bil" demekse filozof hakikat kapısını-yöntemini aralamış ve açmıştır. İçindeki cevher dışındaki devasa güzelliklerin şifresi saklı özü gibidir; yıllarca hasretinde, özleminde olduğumuz, ayrılmış bir parçamızı görmüş veya bulmuş oluyoruz; bu güzellik evren veya tabiatın herhangi bir şeyi olsa fark etmez.
 
Muhteşem doğa düzeni

Mevcut durumda bilimin üzerinde uzlaştığı kanaat, yerkürenin ilk dönemlerinde "canlılığı harekete geçirmek için gereken ılık bir ortam, çok miktarda su, gerekli atomlar; karbon, hidrojen, oksijen, azot ve fosfor ile enerji"nin olmasıdır. Bu başlangıç ilk etapta bilgi-DNA- ve hücre maddesi zincirlerinin -proteinlerin- oluşması için yeterince basitti; fakat zincirlerin oluşmasından önce halkaların oluşması gerekliydi. Önce DNA nükleoitleri ve proteinlerin aminoasitleri oluşmalıydı; küçük moleküller halkalar olmaktadır. Karbon, hidrojen, oksijen, azot ve fosfor atomlarının kimyasal olarak bağlanmalarıyla olur -morötesi ışınlarla ve şimşeklerle sürekli bombardıman ediliyor; bu işlemin yüz milyonlarca yıl devam ettiği söylemekte. Evet en iyi tahminlere göre evrenimizin yaşı 15 milyar yıl, dünyamızın ise 4.5 milyar yıl, bundan 3 milyar yıl önce yaşam başladı. O zamanlar 1.5 milyar yaşında olan dünya, canlıları barındıracak kadar soğumuştu. Bugün son derece küçük ve basit deniz yaratıklarının 2 milyar yıldan daha eski fosilleri bilimcilerin elindedir. Mevcut durumda kuantum fiziği, gözlemlenen durumu artık hakikate sadece fizik yöntemleriyle ulaşmanın mümkün olmadığını bize göstermektedir. Durum böyle olunca da hakikate ulaşma insanda, iç gözlemle mümkün olacaktır.  İnsanda gerçekleşen hiçbir şeyi hafife almayız, en ufak duygu ve düşünme kırıntısından ulaştığı sonuçlara kadar mikrosuyla-makrosuyla bir bütünlükte buluşmaktadır. Unutmamak gerekir ki, duygulara, iç sezilere deryadır demekteyiz.  Bu derya değil de nedir? Yine neolitik devrimi-toplumsallaşma-bu duygu, sezi zekasının muazzam yoğunlaşma enerjisiyle gerçekleştiği ve tüm tarım, köy devrimi mabediyle, totemiyle tüm yaşamsal gereklilik, ürün ve araçlarıyla, değerler ovandalığı böylesi bir sürenin en belirgin ürünü olmaktadır; analitik zeka yok denecek kadar az olmaktadır, nüfus etmekten uzaktadır. Ana-kadın duygusal zekasıyla bu sürecin başatıdır, bu sürecin erkekte gerçekleşme ihtimali sıfır altı sıfır olmaktadır. Fiziki-biyolojik anatomisi zaten yer vermemektedir. Bin yıllarca bu duygusal zeka yoğunlaşmasıyla toplumsallaşma, insanlaşma gerçekleşiyor; gerçekleşme evrensel diyalektik ilkesiyle ters orantılı değil, adeta bir halkası ama en gözde (duygusal ve beyinselliğiyle) halkası konumundadır. Onun için tüm analık gücünü, emeğini sunmaktadır; dünya toprağıyla kuluçka-yuva solumayı sağlamakta, evren güneşiyle ışık ve nefes-yaşam vermiştir. Kozmos çocuğuna galaksiden yıldızına, ayından güneşine, toprağından suyuna, ağacından hayvanına kadar her şeyini ama her şeyini bu akıllı çocuğun geleceğine seferber etmiştir; adeta onu tüm gizlerinin, sırlarının, muammalarının şifresi olarak yaratmıştır. Evren oluşum ilkesinden bahsetmiştik. "Denilebilir ki tüm evrensel düzen, biyolojik alem ve toplumsal kuruluşların kendileri insan oluşumunun hizmetindedir. Bundan daha büyük adalet olabilir mi? Kendi ilkesine-hakikatine tam bir bağlılık ve uyumdadır. Galiba evren anlamlaşmak-anlaşılmak istemektedir. Hemen hemen tabiatın hiçbir yaratığında olmayacak kadar ilke, doğma ve büyüme sürecinde insanoğlu kadar savunmasız, başkasına bağımlı olmasına rağmen evrenin akıllı çocuğunda yani insanoğlunda ısrar etmesi anlaşılırdır; anlaşılmak istiyor, anlaşılmak ölümsüzleşmektir. Evren bu haliyle canlı potansiyeli taşıyan maddeliğini aşmak istemekte, canlılığı  da maddesini aşmış olmaktadır. Gerçekleşen ilişki müthiştir, besleyicidir, sıcaktır, heyecanlıdır, enerjiktir, aşktır ve hakikattir. İlişki aşık aşıkanedir. Özgürlükte bu oluşma heyecanı olsa gerek arkanda büyük bir evren-tabiat ilkesi, ahlakı durmakta, bu ölçüde her şeyini sana sunmakta. Özgürlük bu değil de nedir? Tüm neolitik ve totemizm ana-kadın ve doğaya iç içe inanma özgürlüğüdür. Unutmayalım dünyamızda hiçbir tür başka bir türü yok etmez, onu amaçlamaz, türün soykırımı, türkırımı yoktur. Hiçbir zaman en basitinden yılanlar farenin soyunu tüketmeyi amaçlayamaz, kurbağayı yok etmez, yırtıcılar hatta en aykırısı duran aslan dahi ceylanı veya avının soyunu tüketmeyi amaçlamaz. Bu
doğa ilkesi-ahlakı çiğnenmez, diyalektiği buna izin vermez; adeta her tür bunun farkında gibidir; hatta birbirini var etme doğada daha başattır. Arılar-çiçekler sadece belirgin bir örnektir, benzerleri sonsuzdur.

Peki neden insanoğlu kendi türünü bile yok edecek-soykırıma uğratacak bir ilk canavar konumuna geldi? İçimizden bir şeylerin diyalektik esaslar, ilkelere ters gittiği ortadadır. Neyle, nerede, niçin sapmaya uğradı?


Necmettin BELLİER
18.01.2011 13:31
 E Tipi Kapalı Cezaevi / Siirt

Hiç yorum yok: