Acımasız bir açıklıkla soralım: Arap dünyası niye bu kadar geri? Niye bu kadar çok diktatör, bu kadar az insan hakları, bu kadar çok devlet güvenliği ve işkence, bu kadar vahim düşüklükte okuma yazma oranı var? Bu perişan bölge, petrolden yana bunca zenginken, bilgisayar çağında bile niye bu kadar kötü eğitimli, bu kadar yetersiz beslenen, bu kadar bozulmuş bir nüfus üretmek zorunda kalıyor? Evet, Batı sömürgeciliğinin tarihini biliyorum, Batı’nın karanlık kumpaslarını, Arapların o meşhur savunusunu: ‘Düşman kapıya dayanmışken’ şeyhleri, kralları, otokratları, imamları alaşağı edemezsiniz. Bunda doğruluk payı var. Fakat kâfi miktarda değil.
Gelir 24 yılda yüzde 6.4 artmış...
Gelir 24 yılda yüzde 6.4 artmış...
BM Kalkınma Programı (UNDP) yine bir raporla pat diye ortaya çıkıverdi. Bu beşinci raporda (Arap analistler ve akademisyenler aracılığıyla hazırlanmış, dikkatinizi çekerim) Ortadoğu’nun büyük kısmının gelişmemişliğini ayrıntılarıyla ortaya konuluyor. Rapor, ‘bölgenin siyasi, sosyal, ekonomik ve çevresel yapılarının kırılganlığından... dış müdahalelere savunmasızlığından’ dem vuruyor. Fakat bu çölleşmeyi, (bilhassa kadınlar arasındaki) okuma yazma bilmemeyi ve (raporun da teslim ettiği üzere) genellikle ‘insan güvenliğinin ana sağlayıcısından ziyade o güvenliğe yönelik tehdide dönüşen’ Arap devletini açıklıyor mu?
Arap gazeteci Rami Huri’nin umutsuz-ca söylediği gibi: “Ortaçağ koşullarımızın altındaki nedenleri nasıl ele alacağımız ve somut vatandaşlığa, üretken ekonomilere ve istikrarlı devletlere dayalı gerçek değişimi nasıl hayata geçireceğimiz, Arapların üç nesildir sırrını çözemediği bir muamma olmayı sürdürüyor.” Bölgedeki gerçek kişi başına gelir, 1980-2004 arasında sadece yüzde 6.4 artmış. Bu da yılda sadece yüzde 0.5 artış anlamına geliyor, ki ‘CIA World Factbook’un 2008’de analiz ettiği 217 ülkenin 198’i bundan daha iyi durumda. Ve 1980’de 150 milyon olan Arap nüfusu, 2015’te 400 milyona ulaşacak.
Bu durumu büyük ölçüde ben de müşahade ediyorum. 1976’da Ortadoğu’ya ilk ayak bastığımda yeterince kalabalıktı. Kahire’nin buhar tüten, kötü kokan sokakları o zaman da gece gündüz sıkış tepişti ve bir milyondan fazla evsiz büyük Osmanlı mezarlıklarında yaşıyordu. Arap evleri bal döküp yalayacak kadar temizdir, fakat sokaklar genellikle iğrençtir, pislik ve atıklar yola taşar. Az çok demokrasinin olduğu ve Ortadoğu’nun en eğitimli ve kültürlü halklarından birinin yaşadığı Lübnan’da bile benzer bir fenomen bulursunuz. Ücra dağ köylerinde aynı temizliği bütün evlerde görürsünüz. Peki sokaklar ve tepeler niye bu kadar pistir?
Sanırım Arapların zihninde gerçek bir sorun var; ülkelerini kendilerine ait hissetmiyorlar. Sürekli şaşaalı sözlerle Arap birliğine veya ulusal ‘birliğe’ dair coşku patlamalarına sevk edilen bu insanlar,
Batılıların hissettiği bu aidiyet duygusunu hissetmiyor. Büyük çoğunluğu gerçek temsilci seçemedikleri (Lübnan’da bile aşiret veya mezhep bağlamı dışına çıkmak zor) için, ‘hükmedilmiş’ hissediyor. Fiziki bir varlık olarak sokak, ülke başka birilerine ait. Ve bir hareket ortaya çıktığı ve (daha da kötüsü) popüler olduğu an, bu hareketleri yasadışı veya ‘terörist’ kılacak sıkı yönetim yasaları derhal devreye
sokuluyor. Bu yüzden de bahçelerin, tepelerin ve sokakların bakımını yapmak daima başka birilerinin sorumluluğu oluyor.
Ve devlet sistemi dahilinde çalışanlar da (doğrudan devlet ve onun yozlaşmış otarşileri için çalışanlar) var oluşlarının tam da devletin sırtını dayadığı bu yozlaşmışlığa bağlı olduğunu hissediyorlar. İnsanlar yozlaşmanın parçası haline geliyor. Yıllar önce bir Arap derebeyinin hükümetin yolsuzlukla mücadele hamlesinden şikâyet edişini hep hatırlarım: “Eskiden rüşvet verirdim ve telefon, su tesisatı, elektrik bağlanırdı. Peki şimdi ne yapabilirim Bay Robert? Kimseye rüşvet veremem, bu yüzden de hiçbir şey yapılmaz!”
UNDP’nin 2002’deki ilk raporu bile son derece hazindi. Arap dünyasındaki insani kalkınmanın önünde üç devasa engel saptıyordu: Özgürlük, kadın hakları ve bilgi alanlarında giderek artan ‘eksiklik’. Eski ABD Başkanı George W. Bush, Irak katliamının orta yerinde sürekli özgürlük, demokrasi falan gibi mevzulardan bahsederken, bu konuya da dikkat çekmişti. ‘Terör’e yeni bir isim veren adamdan ders almak konusunda anlaşılır bir gücenme yaşayan Mısır’ın Hüsnü Mübarek’i bile (ki yüzde 90’ın üzerinde seçim zaferleri kazanmasıyla meşhurdur) 2004’te eski Britanya başbakanı Tony Blair’e modernleşmenin ‘geleneklerden ve din kültüründen’ kaynaklanması gerektiğini söylüyordu.
Arap-İsrail çatışmasına çözüm bulunması tüm bunları da çözer mi peki? Belki bazılarını çözer. Daimi kriz tehdidi
olmaksızın, sıkıyönetim yasalarını sürekli yenilemek, anayasallıktan kaçmak, aksi takdirde köklü değişim talep edebilecek halkların dikkatini başka yönlere sevk etmek çok daha zor olacaktır. Bununla birlikte bazen sorunların, Arapların ayaklarının altında ilelebet akacak bir lağım gibi çok derinlere çöktüğünden ve o lağımın üzerine yeni bir şeyler inşa edilemeyecek kadar koyulaştığından korkuyorum.
Mühendisler taksi şoförü
Birkaç ay önce Kahire Üniversitesi’nde konuşurken, öğrencilerin ne kadar parlak olduğunu, sınıflarda ne kadar çok kadın öğrenci bulunduğunu ve daha önceki ziyaretlerime kıyasla ne kadar iyi eğitilmiş olduklarını görüp sevindim. Ancak Batı’ya taşınmak isteyenlerin sayısı çok daha fazlaydı. Kuran paha biçilmez bir belge olabilir - fakat Yeşil Kart da değerli. Ve Kahire taksi şoförlüğü yapmak zorunda kalan mühendislik mezunlarıyla doluyken, onları kim suçlayabilir?
Ve evet, her şeyi göz önünde bulundurarak, Filistinlilerle İsrailliler arasında ciddi bir barış Arapların başına bela olan akıl almaz dengesizliklerin düzeltilmesine yardımcı olur. Bu savaşın temsil ettiği zalim adaletsizlikle ilgili artık karın ağrısı çekmezseniz, belki başka adaletsizlikleri ele almaya sıra gelir. Bunlardan biri içteki şiddet; bütün Arapların açıkça sergilediği büyük aile sevgisine rağmen Arap dünyasında şiddet Batılıların idrak edebildiğinden (veya Arapların kabul etmek istediğinden) çok daha yaygın. Fakat bence Ortadoğu’yu askeri olarak terk etmemiz de gerekiyor. Bulabildiğiniz her yoldan Araplara öğretmenlerimizi, iktisatçılarımızı, ziraatçılarımızı gönderelim. Fakat askerlerimizi çekelim. Onlar bizi savunmuyor. Bu dünyanın Kaide’lerinin beslendiği adaletsizliği çoğaltan kaosun ta kendisini yayıyorlar. Hayır, Araplar bizim görmek istediğimiz türden ekonomi aşığı, cins eşitliğine dayalı, şen şakrak demokrasiler üretmeyecek. Fakat ‘bizim’ vesayetimizden bir kurtulsalar, belki toplumlarını kendi insanlarının lehine geliştirecekler. Hatta belki ülkelerinin kendilerine ait olduğuna inanır hale bile gelecekler. (28 Temmuz 2009) Radikal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder