21 Aralık 2010 Salı

Erdoğan ve İsrail

Diyojen’e sormuşlar; “bir insanın zekâsını nasıl anlıyorsunuz?” diye. Diyojen’de cevaben; “bir insanın zekâsını anlayabilmek için, nasıl konuştuğuna bakarım” demiş. Bunun üzerine tekrar sormuşlar; “ peki ya hiç konuşmazsa” diye, Diyojen’de cevabı hemen yapıştırmış; “henüz o kadar akıllısına rastlamadım” demiş.
İnsanı ve zekâsını tanımlama da böyle bir görüş sahibi olan Diyojen, günümüzde Erdoğan’ı görseydi; acaba Erdoğan’ın zekâsı hakkında nasıl bir karara varırdı. Erdoğan’ın konuşmaları hakkında bir zekâ seviye tespitine gitmek gerekirse; tutarsızlığının sınır tanımadığını çok iyi anlayabilmekteyiz. Sözlerinin arkasında kalması bir yana, söylediği her sözün takvim yapraklarındaki rakamlar kadar kalıcı olmadığı tartışılmayacak kadar keskin olmaktadır. 
Geçmişte envai türden çıkışlarıyla, çok ciddi sözlerin altına hükmünü koymaya çalıştı. Fakat bugün yaşanan gelişmelerle söylenenlerin, o külhanbeyi havaların bir tüy kadar bile ağırlığının olmadığını anlayabilmekteyiz. 
Özellikle 2008’in sonlarından bu yana İsrail ile yaşanan her türlü gelişme ve günümüzdeki duruma baktığımızda, bu durumu daha net anlayabilmekteyiz. “Çocuk katilleri” diye başlayan çıkışların ardından, Mavi Marmara gibi siyasi şovlara dönüşen tuhaf salvolarla inişli-çıkışlı bir hal alan İsrail-AKP ve doğal olarak Erdoğan ilişkilerinin gerçek yüzü son günlerdeki flörtleşmelerle daha iyi açığa çıkmış bulunmaktadır.
Bu ilişkilerin gerçek yüzünü nasıl okumak gerekir?
 Öteden beri Türkiye-İsrail ilişkilerinin karakteri gizli tutulmuştur, Erdoğan’da bu geleneğe uyan biridir. Kamu önünde kükreyen, kapalı kapılar ardında ise tamamen değişmesinin sebeplerini iyi görmek ve bu şekilde bir yoruma gitmek önemli olmaktadır.
Türkiye-İsrail ilişkileri tarihten günümüze değin neden sürekli gizli tutulmuştur? 
Özetlemek gerekirse, bu ilişki mantalitesinin altındaki temel neden Ortadoğu coğrafyasında İsrail’in kuruluşundan günümüze değin Araplarla yaşadığı sorunlardan/savaşlardan dolayı, bir Müslüman ülke olarak Türkiye’nin açık bir şekilde hareket etmekten duyduğu çekinceler oluşturmaktadır.
Hatta 1960’lı yıllarda İsrailli yetkililer Türkiye için “İsrail’in Araplar arasındaki gözü” şeklindeki nitelemeyi geliştirmişlerdir. 
Türkiye ile İsrail ilişkilerinin kökü İsrail’in kuruluşuna, yani II. Dünya savaşının bittiği yıllara kadar gitmektedir. 14 Mayıs 1948’de kurulan İsrail’i, 28 Mart 1949’da resmen tanıyan ilk Müslüman ülke Türkiye olmuştur. Kuruluşunun üzerinden bir yıl geçmeden İsrail’i resmen tanıyan Türkiye, aynı zamanda ilişkilerin oluşturulması ve geliştirilmesi yönünde de ilk adımı böylelikle atmış oluyordu. 
Dönemin başbakanı İnönü, İsrail’in Ortadoğu’daki rolü ve önemi için; “bölgede barışın tesisi için önemli rol oynacağını” belirtiyordu. Gelinen aşamada İsrail’in barışın inşası ve temini yönündeki rolünü bütün dünya çok iyi gözlemlemektedir. 
Daha sonrasında geliştirilen bu ilişkilerle birlikte özellikle askeri alanda ve istihbarat konularında yoğun bir trafik, Türkiye ve İsrail arasında yaşanmaya başlamıştır. 1960’lı yılların ortalarına kadar süregelen bu anlaşmalar ve işbirliğinden bırakın birçok çevrenin haberdar olmasını, dönemin hükümet yetkilileri dahi haberdar olmamıştır. 
Birçok gizli anlaşma ve çeşitli operasyonlar o kadar gizli kalmıştır ki, daha sonra bunları açığa çıkaran İsraillilerin konu hakkında söyledikleri-yazdıklarına en çok şaşıran, hayretler içerisinde kalan yine sözünü etmeye çalıştığımız hükümet yetkilileri olmuştur.
Günümüze değin süregelen bu ilişkilerin özellikle son birkaç yıldır neden bu kadar çatışmalı (!) bir hal aldığını nasıl izah etmek gerekiyor?
Mevcut AKP hükümetinin Ortadoğu ve batı dünyası arasında yürütmeye çalıştığı denge politikalarını anlamadan/görmeden, mevcut haliyle Türk/İsrail ilişkilerini anlama veya yorumlamaya çalışmak eksik sonuçların ortaya çıkmasına neden olabilir. 
Bu temelde AKP hükümeti ile İsrail ilişkilerinin ciddi anlamda bir çatışmasının olduğunu varsaymak baştan yanılgıya düşmek olur. Hükümet ve İsrail devleti arasında bırakalım bir çatışmayı, herhangi bir pürüz dahi yoktur. Elbette yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi bu süt liman anlaşmaları, gizli pazarlıkları açıktan yapmamaktalar. Bütün mesele bu olmaktadır. 
2007’de TBMM’de konuşan ilk İsrail cumhurbaşkanı olan Simon Peres’e yönelik, 2009’un başında çıkış yapılan ve Davos krizi denilen olay ise Ortadoğu’da yeni bir dönemin başlangıcı olarak ele alınabilir. Özellikle aynı dönemde ABD’de Obama döneminin başlıyor olmasıyla birlikte, Ortadoğu’da yeni dengelerin oluşturulması için uluslar arası güçlerin Türkiye ve İsrail’e yönelik verdikleri bu rolün gereği bu çıkışların yaşanıyor olması, bütün parçaları doğru bir şekilde yerine koyduğumuzda daha çok anlaşılan bir husus olmaktadır. 
2003’lerden günümüze değin İsrail ile birçok alanda geliştirilen işbirlikleri ve anlaşmaların sayısı ya da hesabını bugün doğru düzgün bilen herhangi bir devlet yetkilisi yoktur. Mavi Marmara gibi siyasi şovların yaşandığı dönemde bile, savunma bakanı bu anlaşmalara ve işbirliği protokollerine yönelik net bir bilgisinin olmadığını verdiği beyanatlarla dile getirmişti. 
Erdoğan’ın da bu durumda olduğunu çok iyi bilmekteyiz. Bu ilişkilerde piyon konumunda ve tamamen rol-görev dağılımı gereği kendisine düşeni yerine getirmektedir. Ne Davos çıkışı, ne de Mavi Marmara gibi olaylarla Erdoğan’ın Filistin halkının ve haklı davalarının yanında durduğunu, desteklediğini söyleyenler-yazanlar/çizenler kesinlikle yanılmakta veya bilinçli bir şekilde yanıltmaya çalışmaktadırlar. 
AKP hükümeti ve Erdoğan zihniyetinin dayanmak istediği temel ilişkilenme biçimi gizli/kapalı kapılar ardında olanıdır. Böyle bağlayıcı yanı olmayan, daha anlaşılır bir dille ifade etmek gerekirse bir söylediği diğerini tutmayan ilişkiler, Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin mayasına göre olmaktadır. Bundan dolayı da AKP hükümetinin ve Erdoğan’ın, İsrail ile geliştirdiği ilişkinin düzeyini kestirmek hayli güç olmaktadır. 
Yaşanan sürtüşmelerin, dil cambazlığının altındaki en büyük neden 2009’un başıyla birlikte Ortadoğu genelinde oluşturulmak istenen yeni konseptten ileri gelen bir durumu ifade etmektedir. Bu temelde Ortadoğu’da söz sahibi olma, gücü elinde bulundurma noktasında çeşitli anlaşmazlıkların olduğunu varsayabiliriz. Bunlar belli noktalarda AKP ile İsrail arasındaki mevcut durumlara da dönemsel olarak yansımasını göstermektedir. Fakat bunların köklü olduğunu ya da temelden kaynaklandığını varsayamayız. 
Erdoğan’ın zekâsına göre bunlar göründüğü gibi kabul edilecek ve bu temelde özellikle Araplar içerisinde ciddi anlamda bir itibarı beraberinde getirecek. Konu zekâ ve Erdoğan olunca, böyle senaryoların geliştirilmeye çalışılıyor olmasını belli noktalara kadar anlamak mümkün olmaktadır.
Fakat Erdoğan’ın zekâsını ve eylem çizelgesini/davranış biçimlerini önümüze koyup incelediğimizde; kazın ayağının daha farklı olduğunu anlamaktayız. Masum insanların katline yönelik siyasi söylemlerin tavan yapabileceğini özellikle bu kirli ilişkilerin neticesi olarak daha çıplak bir gözle görebilmekteyiz. 
Bunun da önümüzde Erdoğan’a ve AKP hükümetine neleri sunacağını hesaplayabilmek için Pisagor teoremine ihtiyaç duymamaktayız!

Toprak Cemgil

Hiç yorum yok: