10 Ağustos 2010 Salı

Foucault'dan...

Fransız filozof Michel Foucault (Mişel Fuko), dünyanın birçok yöresinde birçok insanı etkiledi. Paris'li yıllarında onu dinleyenler, konferans ve seminerlerini izleyenler, kitaplarını 'yiyip yutanlar', kendilerine 'Foucault'nun öğrencileri' diyenler, bu işte elbette birinci 'kanal' rolünü oynadılar. 'Öğrencisi' olan ve belli bir süre sonra ülkelerine dönenlerden kiminin taklitten kaçınmadığı da görüldü. Bunu maalesef her zaman başarılı bir biçimde yapamadıklarını da saptadık.
Çevirilerinde herhalde en çok ihanete ugrayan filozoflardan biri Foucault'dur. Türkiye'de bu konuda pek çok örnek vermek mümkün. Burada kimi çevirideki Fransızcadan Türkçeye aktarım yanlışlarını, Türkçe ifade bozukluklarını, anlamların anlamsızlaştırılmalarını anlatmayacağım. Bu özel ve ayrı bir makale konusu olabilir. Bunların çevirmenleri, çeviribilimini, filozofları ve felsefeseverleri ilgilendiren meraklı konular olduğundan eminim. Çevirinin ihanet, çevirmek eyleminin katletmek anlamına geldiğini doğrulayan örneklerdir bunlar.
Elbette özgürce yaşamış, yaşarken kavramlar önermiş, kavramlar geliştirmiş, düşünçe ve düşünmek için yol gösterici olmuş bir filozofun, yapıtlarının, yaklaşımlarının tanıtılması yararlıdır. Yararlı olmaya adaydır. Ancak bunun hakkıyla yapılması gerekiyor. Onun yazdıklarına hakim olarak, yani iyi bilerek yapmak lazım çeviriyi de, tanıtımını da. Nasıl her Türkçe bilen çevirmen olamazsa her Fransızca veya İngilizce konuşan da çevirmen olamaz. Çevirmenlik kendine özgü bir meslektir. Kurallarıyla. Bu meseleyi ayrı bir biçimde irdelemek lazım.
Burada Foucault'nun az bilinen bir yönüne, çalışma disiplinine, çalışmak ugraşına verdiği öneme ve arşivciliğine değinmek istiyorum. Keşke değişik mekanlarda Foucault'nun 'şubesi' rolünü oynayanlar, onun çalışma disiplinini örnek alsalar. Çünkü Foucault, Paris'te, o yıllarda Richelieu sokağındaki, Milli Kütüphane'de düzenli ve özel bir araştırmacı gibi sabahtan kapanış saatine kadar dirsek çürütüyordu. Neredeyse en disiplinli bir devlet memuru gibi, sabahtan akşama. Sessiz bir çalışkan, inanılmaz derecede arşiv meraklısıydı. Arşiv sevdasını Foucault'ya aşılayan Georges Dumezil'dir. Oysa, değişik coğrafyalarda 'şube' rolüne soyunanlar, Milli Kütüphane'nin kaç kapısı olduğunu bilmezler. Foucault'ya biçimsel açıdan öyküneceklerine onun çalışma disiplinini ve bilimsel etiğini, bilimsel meslek ahlakını benimsemeliydiler. Ama maalesef çoğu bunu yapamadı. Çünkü bu onlar için çok zor(du). Dahası 'Foucault'cular', etiksizliği, mesleki ahlaksızlığı bayrak yapıyorlar. Madem ki birçoğu alabildiğine çalıp çırpıyor: Foucault'dan ve diğerlerinden.
'Foucault'cu' olduklarını iddia edenler onun veya benzerlerinin ileri sürdüklerinin her yerde, her zaman, ve işin ölçüsü kaçırılınca yapıldığı gibi, 'sonsuza dek' (niçin olmasın !!!) geçerli olacağını bile iddia ediyorlar.
Fransız, Alman ve anlosakson filozoflar, düşüncelerinin, savlarının, öğrencileri olduğunu iddia edenlerce evrenselleştirilmeye tabii tutulacağını, Arjantin'e, Cezayir'e, Birmanya'ya, Türkiye'ye tatbik edilmek isteneceğini bilemezlerdi. Böyle bir şeyi tasarlayamazdılar. Çünkü, onlar, üçüncü dünyanın değişik kentlerinden gelenlerdeki ölümüne takım tutma alışkanlığını bilmiyorlardı. Bilselerdi mutlaka yeni bir felsefî konu daha önerebilirlerdi.
Foucault'nun ve diğerlerinin belli konular ve belli durumlar için ileri sürdüklerini evrenselleştirmeye heveslenenler post-modern filan değil, bizatihi çok-moderndir. Post-modernizmi bir tür tarikatçılığa çeviren yeni tür bağnaz takım, konuyu akıllara durgunluk veren bir esrar, gizem ve bulut içinde sunuyorlar. Amaç tekel olmak ve bunu kimselere kaptırmamak.
Kimsenin umurunda değil. Ama komik olan anlatıklarının anlaşılmazlığıdır. Anlamadılar ki anlatabilsinler. O nedenle şu soruyu sorabiliriz: Kapalı kapılara omuz atan ve kimi kez açan, mahkumların, 'azınlıkların', kağıtsızların savunmasını karşılıksız üstlenen Foucault'nun ürkek öğrencileri nerelerdesiniz?

Hiç yorum yok: