12 Ağustos 2010 Perşembe

'Bir devlet' ile yüzleşmek - 1



'Devlet içinde devlet'le ya da aslında 'bir devlet'le yüzleşmek

Kürt sorununda şiddet politikası yine devrede. Hükümet özel ordu birliklerini devreye koymaya hazırlanıyor. Bu girişim ise kamuoyunda kontr-gerilla kaygısını artırıyor.

AKP hükümeti bir süreden beri kontr-gerillaya karşı mücadele verdiğini söylüyordu, ancak 'kendi yöntemleriyle mücadele verecek' özel ordu birliklerini devreye koyacak olması ciddi bir çelişki oluşturuyor.

'Kendi yöntemleri ile mücadele edenler' 1990'lı yıllarda sık sık karşımıza çıktılar. Köy yakma olaylarında, faili meçhul cinayetlerde, kayıp olaylarında, işkence vakalarında, uyuşturucu ticaretinde hep onların adı vardı.

Bazıları ise 'devlet içinde devlet' olacak kadar 'kendi yöntemlerini' geliştirmişlerdi. Her taşın altında çıkan Bucak Aşireti böyleydi.

'Kendi yöntemleri'ni deneyenlerin aslında tek başlarına olmadıkları, devletin ta kendisi oldukları yetkililerce artık itiraf ediliyor. Koramiral Atilla Kıyat, 3 Ağustos 2010'da Bölge'de 1990-2000 yılları arasında işlenen faili meçhul cinayetlerin devletin bir politikası olduğunu açıkladı ve ekledi: 'Lütfen 93'ün, 94'ün, 95'in, 96'nın, 97'nin başbakanları, cumhurbaşkanları, Genelkurmay başkanları, OHAL valileri... Yatağınızda nasıl rahat uyursunuz!'

Kıyat'ın da dikkat çektiği gibi geçmişte yaşananlarla yüzleşilmesi ve hesap sorulması gerekirken, aynı yöntemlere dönmek acıları yeniden gündeme getirecek, yerini bulması gereken adalet yine gecikecek.

Kürt sorunu acılı geçmişiyle birlikte ele alınmalı ve yüzleşilmeli. Bu gerçek bir toplumsal barış ve adalet için gereklidir.

Bu dosyamızda bu acılı geçmişten bir kesit sunmaya çalışacağız. 'Devlet içinde devlet'in palazlandığı Urfa'da olan bitenlere bakacağız ve geçmişle yüzleşmenin nereden başlaması gerektiğine işaret etmeyi hedefleyeceğiz...



Yedincisini söylediğinde sıra kendisine gelmişti

31 Temmuz 1992'de Batman Gercüş'te vurulmuştu. İlk değildi, son da olmadı. Vurulan Gündem Gazetesi'nin bir başka muhabiri Yahya Orhan'dı.

Kemal'e olduğu gibi Yahya'ya da çok üzülmüştü ve kimlerin Yahya'yı vurduğunu çok iyi biliyordu, Kemal'i vuranların kimler olduğunu bildiği gibi. Zaten devletin kirli arşivlerinde Yahya'nın devlet güçlerince vurulduğu, yıllar sonra Susurluk Raporu'nda itiraf edilecekti. Kutlu Savaş'ın hazırladığı raporda Gündem'in yazar ve muhabirlerinin devlet tarafından öldürüldüğü, faili meçhul cinayetler olarak kayıtlara geçen cinayetlerin faillerinin kimler olduğunun bilindiği belirtiliyordu. (Susurluk Raporu'ndaki bu kısımlar yıllarca sansürlendi ve kamuoyuna açıklanmadı. Ancak on yıl sonra, 2008'de Ergenekon davasının iddianamesinin ek klasörleri arasında bu belgelere de yer verilince gerçekler ortaya çıktı.)

O ise yıllar sonra ortaya çıkan bu bilgileri daha ilk gün biliyordu. Yahya'nın vurulmasından hemen sonra Gündem'deki köşesinde şunları yazmıştı: 'Basının görevi, gazetecileri öldürenlerin, gözaltına alıp işkencelerden geçirenlerin, görev yapmalarını engelleyenlerin üzerlerine gitmek olmalıdır. Özgür Gündem çalışanı katledilen gazeteci sayısı, Özgür Gündem Gazetesi'nin Gercüş muhabiri Yahya Orhan ile birlikte yedi oldu. Diyarbakır muhabiri Burhan Karadeniz de uğradığı silahlı saldırıda ağır yaralandı. Bilindiği gibi daha önce 2000'e Doğru muhabiri Halit Güngören, Yeni Ülke muhabiri Cengiz Altun, Sabah muhabiri İzzet Kezer, Özgür Gündem muhabiri Hafız Akdemir, serbest gazeteci Mecit Akgün ve Özgür Halk muhabiri Çetin Abayay, tıpkı Yahya Orhan gibi 'kimlikleri belirsiz' kişilerce öldürülmüşlerdi. Vurgulayarak yazıyorum: Bu gazeteciler 'demokratikleşme' ve 'şeffaflık' şampiyonu DYP-SHP hükümeti döneminde öldürüldüler...'

Bu satırlar onun son satırlarıydı ve bir hafta sonra o da vuruldu. Kendi hesaplamasına göre vurulan sekizinci gazeteciydi.

8 Ağustos 1992'de Urfa Ceylanpınar'da işyerine gitmek için evinden çıktıktan hemen sonra üç kişinin silahlı saldırısına uğradı. Kurşunların hedefi olmuştu. Katiller ensesinden vurmuştu, tıpkı 15 yıl aradan sonra meslektaşı Hrant Dink gibi ensesinden... 28 saat direnebildi, sonra yaşama gözlerini yumdu.

Hüseyin Deniz, Gündem'in yazarıydı ve uluslararası PEN'in üyesiydi. Yahya'yı yazarken ve vurulan meslektaşlarının çetelesini tutarken belki de sıranın kendisinde olduğunu biliyordu. Çünkü tehdit edildiğini, takibe alındığını söylüyordu çevresindekilere. Hatta ailesine katillerinin isimlerini bile vermişti: 'Kontr-gerilla elemanları Mehmet Kaya ve Mehmet Gül. Beni vururlarsa onlar vurur!'

İsim de vermişti, ancak yine de ölümü 'faili meçhul' kaldı ve bugüne kadar aydınlatılamadı.

***

Musa Anter, 13 Ağustos 1992'de Deniz için şunları yazacaktı köşesinde: 'Evet 'can' Hüseyin öldü, ama Hüseyin'in öldürülmesine seyirci kalan devlet, işkenceciler, onursuz köy korucuları ve de satılmış kontr-gerilla ölülerine şehit diyorlar. Lanet olsun, o adamlar kutsal şehitliği rezil ettiler. Onun için ben Hüseyin bunlara karışmasın diye 'öldü' dedim. Aslında bizim Hüseyin Kerbela şehidi Hüseyin'den aşağı değildir. Oğlum Hüseyin ben sana öldün diyemiyorum. Ölümün bana o kadar ağır geliyor ki, sanki öldü desem seni ben öldürmüşüm gibi geliyor bana. Ama üzülme yavrum 'Ez xale te me', sağ kaldığım müddetçe senin de yerine yazarım, yok eğer beni de öldürürlerse sana kavuşurum ki, bu kavuşma en güzel kavuşma olur.'

Kavuştular, hem de vuranların inadına güzel bir kavuşmaydı onların, çünkü halkının 'can'larıydı onlar. Musa Anter, Deniz'den sadece 42 gün sonra, 20 Eylül 1992'de aynı güçlerce Diyarbakır'da ve yine arkadan vuruldu...

***

Hüseyin vurulduğunda Urfa'da vali yine Ziyaettin Akbulut'tu ve cinayetin üstünü örtmek için yine devredeydi. Devletin zirvesi bunu yapıyordu, o niye yapmasın ki! Gazeteci Hasan Cemal gazeteci cinayetlerini dönemin Başbakanı Süleyman Demirel'e sormuştu. Demirel, 'Onlar gazeteci kimliğine girmiş birer militan' diyordu.


Beyaz Renault Kemal'i bekliyordu

O gün gazete bürosundaki işlerini bitirmiş, çalışma arkadaşlarına hemen ayrılması gerektiğini söylemişti. Çünkü köyde kalıyordu ve arabaya yetişmesi gerekiyordu. Geceye kalmamalıydı, geceler bu aralar hiç de tekin değildi.

Bir kış günüydü. Saat 17.00 sıralarında bürodan çıktı ve Kuyubaşı'dan Urfa Akçakale otobüsüne bindi. Köyün yol ayrımına geldiğinde otobüsten indi, saatler 18.30 civarlarıydı.

Acele etmişti, nereden bilirdi ki, kendisini bekleyenlere gideceğini. Kendisinden önce beyaz Renault marka araba yol ayrımına gelmişti bile ve kendisini bekliyordu.

Karanlık çökmüştü, iki el silah sesi duyuldu ve cinayeti yakınlarda bulunan bir inşaattaki bekçi Ahmet Fidan görmüştü. Katilleri hiçbir zaman tarif edemedi, belki de aynı akıbetten korktuğu içindi.

Her zamanki gibi 'faili meçhul'e kurban gittiği yazılıyordu. Ancak hiç kimse bilmese de o katillerini iyi tanıyordu.

Bir ay önce Urfa Valiliği'ne başvurdu, tehdit edildiğini ve can güvenliğinin olmadığını dilekçeyle bildirdi. Vali Ziyaettin Akbulut'tu ve dilekçeyi reddetmişti. 11 Ocak 1992'de can güvenliklerini sağlayamadığı ve gazetelerine yönelik saldırılara sessiz kaldığı için Vali'yi kınayan bir açıklamayı kamuoyuyla paylaştı. 18 Ocak 1992'de Vali'ye hakaret ettiği iddiasıyla gözaltına alındı, sorgulandı ve bırakıldı.

Tarihler 18 Şubat 1992 idi. Gözaltına alındıktan tam bir ay sonra Kemal Kılıç Urfa'da köyüne giderken vuruldu. Gündem Gazetesi Urfa Temsilcisi Kemal, aynı zamanda İnsan Hakları Derneği'nin üyesiydi ve gerçeklerin peşindeydi. Ancak peşinde koştuğu gerçekler hayatı, akıbeti oldu.

Soruşturma başlatıldıysa da, 12 Ağustos 1993 tarihinde, savcı 'cinayetin faillerini teşhis etmenin veya yakalamanın mümkün olmadığı' iddiasıyla, 20 yıllık zamanaşımı süresi sonuna kadar araştırmaya devam edilmesi kararını verdi ve dosyanın üstünü örtmek istedi.

***

24 Aralık 1993 tarihinde Diyarbakır'daki Aydın Ticaret dükkanına silahlı bir saldırı gerçekleştirildi. Saldırıyı düzenleyenlerden Hüseyin Güney yakalandı ve Güney'in üstünde 9 mm'lik Czech marka bir tabanca ele geçirildi. Balistik inceleme sonucunda Czech marka tabancanın Kemal Kılıç'ın öldürülmesi olayında kullanıldığı belirlendi ve ayrıca 14 vurma olayında daha.

Güney yargılandı ve Kemal'in öldürülmesi olayında yer almadığını ileri sürdü. Tabancayı mensubu olduğu örgütteki başka kişilerden aldığını savundu. Nihayetinde Güney yargılama sonucunda Hizbullah davasından ceza yedi, ancak Kemal'in öldürülmesi olayından muaf tutuldu.

***

Meclis bünyesinde bir komisyon kuruldu ve Meclis Araştırma Komisyonu 9'u gazeteci 908 faili meçhul cinayetle ilgili 'A.01.GEC Sayılı 1993 10/90 Meclis Araştırma Komisyon Raporu'nu hazırladı. Raporda Kemal'in öldürülmesi olayı da yer aldı. Savcılığın yaptığı ve sonuçsuz kalan araştırmasına yer verilen rapor, 'Batman bölgesinde Hizbullah'ın siyasi ve askeri eğitim verilen bir kampı bulunduğu ve emniyet güçlerinden yardım aldıkları, bölgede sorumsuzluk olduğu ve bazı resmi görevli gibi görünen grupların cinayetlere karışmış olabileceği' görüşüyle bitirilmişti.

***

Hizbullah meselesiyle birlikte ortaya çıkan yeni durumdan hareketle zamanaşımına bırakılan dosya yeniden açıldı. Dosyada dönemin Urfa Valisi Ziyaettin Akbulut'un da cinayetle ilgili görüşlerine başvurulmak istendi. İki kez Vali Akbulut ifadeye davet edildiği halde davete gitmedi. Sonuç olarak da Kemal Kılıç'ın kendisine 'can güvenliğinin olmadığı ve koruma talep ettiği yönünde herhangi bir dilekçe vermediğini ve başvuru yapmadığını', kendisiyle ilgili iddiaların 'asılsız olduğunu' ileri sürdü.

***

Kemal'in öldürülmesiyle ilgili davada hiçbir şekilde bir ilerleme kaydedilmedi, failler açığa çıkarılmadı, devlet olayı örtbas etmek için her şeyi yaptı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ise devlet gibi düşünmedi ve 2000'de Türkiye'yi cinayetten dolayı mahkum etti.

Ancak Kemal'in kimler tarafından öldürüldüğü bu kadar ayan beyan ortadayken, cinayet yine de 'faili meçhul' olarak kayıtlardaki yerini koruyor...

'Kayıpsın' diyorlar

Sivil infazlar dönemiydi, faili meçhuller artıyordu, işkence kol geziyordu ve gazeteciler gerçekleri yazmaya ısrarla devam ediyorlardı. Peşlerine düştükleri gerçekler akıbetleri olsa da, her yazdıkları gerçeğin ardından vurulsalar da, düşen gazetecilerin kalemleri yerde kalmıyordu.

Yahya'nın, Kemal'in, Hüseyin'in, Apê Musa'nın kalemi bu kez daha ömrünün baharında olan, mesleğinin daha ilk coşkunu yaşayan genç birindeydi. Her haberden sonra daha büyük bir şevk ve mutlulukla kalemine sarılıyordu ve daha cesurca gerçeklerin peşine düşüyordu.

Murat Yoğunlu Siverek'ten aradı ve 'Çok önemli bir haber var, mutlaka gelmelisiniz' dedi. Haber olur da o gitmez mi? Öğlen saatlerinde atladı arabaya ve Siverek'in yolunu tuttu. Gitti ve bir daha dönemedi, cenazesi de gelmedi.

Tarih 12 Mart 1992'ydi ve Nazım Babaoğlu daha 19 yaşındaydı. Haber için gittiği Siverek'ten kendisinden bir daha haber alınamadı.

Ailesi, çalışma arkadaşları olayın peşine düştüler, Siverek'te Emniyet Müdürlüğü'nde Nazım'ı haber için çağıran Murat Yoğunlu ile yüzleştiler. Yoğunlu hırpalanmıştı ve işe yarar hiçbir şey söyleyecek halde değildi.

Arkadaşları olayın peşini bırakmadı. Nazım'ın Siverek'te etkin olan Bucak aşiretine mensup kişilerce kaçırıldığını ortaya çıkardılar. Tanıklar vardı. Ancak Savcı Müjdat Saraç, ne bir delili ne de bir tanığı kabul etti.

Urfa'da vali yine Ziyaettin Akbulut'tu ve olayın üstüne gidilmemesi için Nazım'ın arkadaşlarını ve yakınlarını uyarıyordu, üstelik 'can güvenlikleri için'.

Bir diğer dikkat çeken isim ise, 4 Ağustos 2010'da Balyoz Darbe Planı Davası'nda tutuklanan emekli Albay Ahmet Şentürk'tü. Şentürk, Nazım kaybettirildiğinde Siverek'te İlçe Jandarma Komutanı'ydı. Nazım, yine Siverek'te kendisinden 3 ay önce gözaltına alınan ve bir daha kendilerinden haber alınamayan Ahmet Alper ve Aziz Taşkaya ile aynı akıbeti yaşadı.

Şentürk'ün Nazım'ın kaybettirilmesinden 16 yıl sonra tutuklanması üzerine Taşkaya ve Babaoğlu aileleri davaya müdahil olmak için harekete geçti. Ziyaettin Akbulut'un milletvekili olduğu hükümetin Şentürk'ten hesap sorup sormayacağı ise merak konusu... Ancak gerçek olan şu ki; Akbulut ve Şentürk'ün görev yaptığı dönemde Nazım'ın kaybettirilmesi olayının üstü örtüldü ve Nazım için 'Kayıp' dediler.

***

Nazım'ın hikayesini yazdılar, tarih 2004'tü. 'Kayıpsın Diyorlar' adıyla kitap yayınladılar. Devlet kitaba dava açtı ve yayıncı ceza yedi. Failleri koruyanlar, olayın üstünü örten dönemin valisini milletvekili yapmış, olayın aydınlatılmasını isteyenleri ise cezalandırmıştı.

Son sözleri 'Saldırganları şahsen tanıyorum' oldu

Kemal'in, Hüseyin'in ve Nazım'ın akıbetini soruyordu, her gün dile getiriyordu. Siyasette aktifti ve aynı zamanda insan hakları aktivistiydi.

Her cinayeti sorduğunda, dile getirdiğinde tehdit ediliyordu ve bu işlerin peşini bırakması isteniyordu. Ancak o bildiğini yaptı ve gerçeklerin peşini bırakmadı.

1993 Nisan ayıydı, Köy Hizmetleri'ne gidecekti, çünkü kendisi aynı zamanda Ziraat Mühendisi olarak bu kurumda emek harcamış biriydi. Özel Timler ondan önce gitmişlerdi ve onu almaya çalışmışlardı. Tuzaktan kurtuldu ve dönemin valisi Ziyaettin Akbulut ile Urfa Emniyet'i Siyasi Şube Müdürü Mustafa Tekin'i aradı. Akbulut ve Tekin olayın üstünü örtmeyi tercih etti.

1993'ün Eylül ayında ise bir genç yaklaştı ve arkadan vurmak istedi. Ancak şoförü Mehmet Ayyıldız, daha hızlı davrandı ve cinayeti önleyebildi. Yine Siyasi Şube Müdürü Mustafa Tekin'i aradı. Tekin kendisini Emniyet'e çağırdı ve tehdit etti: 'Urfa'da bir polis ölürse sorumlusu sensin, seni de biz öldürürüz.' O da babasına bunları anlattı ve ekledi: 'Öldürülürsem Terörle Mücadele Şube Müdürü Mustafa Tekin sorumludur.'

Komplolar, takipler ve tacizler bitmedi. O da ısrarla doğru bildiklerini, sadece gerçekleri dile getirmeye devam etti.

Peşini bırakmadılar. 2 Haziran 1994'te, sabah saat 8.30 sıralarında evinde çıktığı sırada çapraz ateşe tutuldu. Daha önce kendisini ölümden kurtaran şoförü Mehmet olay yerinde yaşamını yitirdi. O ise ağır yaralı olarak Urfa Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. Ancak kurtarılamadı.

Son sözleri ise şunlar oldu: 'Saldırganları şahsen tanıyorum. Çünkü uzun süreden beri beni izliyorlardı. Çeşitli kereler yüz yüze geldiğim kişilerdi. Yani bize kurşun sıkanlar, önceden beni izleyen sivil polis ekibinden kişilerdi...'

Muhsin Melik de Urfa'da vurulmuştu. HEP, DEP ve son olarak HADEP'te önemli görevler üstlenmiş bir Kürt siyasetçiydi. Gerçekleri dile getirmekten, tehditlerden korkmuyordu. Ondan korkanlar onu da vurmuştu.

Kendisini rahat bırakmayan Urfa Emniyeti'nden Siyasi Şube Müdürü Mustafa Tekin'di. Urfa'nın Valisi de Ziyaettin Akbulut'tu.

Dönemin Urfa İl Jandarma Alay Komutanı ise Albay Seral Saral'dı. Ayrıca yüzlerce korucusuyla bölgede 'devlet içinde devlet' olanlar Sedat Bucak'ın aşireti Bucaklardı.

Nuri FIRAT

Hiç yorum yok: