21 Ağustos 2010 Cumartesi

Başbakan’ın Kahvaltı Davetinden İzlenimler

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın açılım sürecini tartışmak için sanatçılara yaptığı çağrı, toplantı öncesinde kamuoyunda çok yankı buldu. Kimlerin katılacağı, neler söyleneceği, hatta ne yenip içileceği bile tartışma yarattı.
Bu yazıda, hem açılım sürecine dair görüşlerimi hem de Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nun müzik çalışmalarında faaliyet gösteren biri olarak katıldığım bu toplantıya dair izlenimlerimi aktarmaya çalışacağım. Aynı gün konserimiz olduğu için toplantının tamamını takip edemedim; gözlemlerimin eksik olduğunu da eklemek isterim.
Açılım mı?
Başbakan açılış konuşmasına, sanatın toplum üzerindeki birleştirici etkisine, politikanın soğuk diline, siyasetçilerin yitirdiği duyarlılıklara değinerek başladı. Ne kurşun seslerinin ne de politik nutukların ezgileri bastırmaya yeteceğini ifade etti; sanatçılara ülke meselelerine el atmaları, ellerini taşın altına koymaları çağrısında bulundu. ''Sevginin, hoşgörünün, karşılıklı anlayışın, diyalogun, birbirine saygının hâkim olduğu bir dünyayı hep birlikte imar etmek mümkün. Hükümet olarak yegâne çabamız budur.'' diye devam etti Erdoğan.
Aslında, yaz aylarında “Kürt Açılımı” olarak başlatılan süreç savaşın bitebileceği umutlarını yeşertmişti içimizde. Oysa, bugün gelinen nokta sadece endişelerimizin artmasına vesile oldu: “Kürt Açılımı”, “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” adını alırken ülkemizde beraberlik ve kardeşliğe tamamen tezat olaylar yaşanmaya başladı. Terörle Mücadele Kanunu kapsamında masal çağındaki çocuklar bir bir tutuklanarak cezaevlerine yollanmaya devam etti; yine “terörle mücadele” kisvesi altında Kürt siyasetçiler, kadınlar toplu halde gözaltına alınıp tutuklandı; askeri operasyonlar sonrasında ölüm haberleri gelmeye devam etti. Televizyonlar vaktiyle yürürlükte olan Kürtçe şarkı söyleme yasağının artık çok gerilerde kaldığını bas bas bağırırken pek çok Kürt müzisyen Kürtçe şarkı söylediği için yargılandı, yargılanmakta. Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılmasıyla birlikte, seçilmiş belediye başkanları, belediye çalışanları da tutuklular kervanına dahil edildi. Kürtlere adeta şu mesaj veriliyordu: “Siyaset alanında size yer yok.”
Sanatçılar “Açılım” İçin Neler Söyledi?
İşte bu gelişmelerin gölgesinde geldi Başbakan’ın sanatçılara açılımı değerlendirmek amacıyla yaptığı toplantı çağrısı. Ben de bu karanlık tablo karşısındaki endişelerimi dile getirmek, sözümü söyleyebilmek amacıyla davette yerimi aldım (BGST’nin kaleme aldığı mektubu [1] Erdoğan’a ilettim; söz aldığımda da kısaca salonda bulunanlar için özetledim).
Toplantıda Erdoğan, sanatçılara barış için elini taşın altına koyma çağrısı yaparken biz de başladık hükümetin elini taşın altına koyması için yapması gerekenleri anlatmaya:
İlk sözü alan Ali Rıza Binboğa; "Doğrularınızın yanında, yanlışlarınızın karşısında olacağımızı bilmenizi isterim." dedi ve “Artık barış istiyoruz." talebiyle tamamladı sözlerini.
Kıraç; binlerce insanımızı kaybettiğimizi ve kaybetmeye de devam ettiğimizi hatırlattı. Bunun artık son bulmasını istedi.
Ermeni bir anne ile Karadenizli bir babanın çocuğu olan Özdemir Erdoğan; bu birlikteliğin ürünü olmanın çok değerli bir şey olduğunu ve birbirimizi olduğumuz gibi kabul etmeniz gerektiğini ifade etti.
“Kürt, Türk, Çerkez, Ermeni, ... tüm kültürler bu ülkede birlikte yaşıyor” demenin artık yeterli olmadığını söyleyen Yavuz Bingöl, birlikte yaşam için hükümetin Kürt meselesini çözmek zorunda olduğunu, cesur davranması gerektiğini ve işe faili meçhul cinayetleri çözerek başlanabileceğini belirtti. “En önemlisi de bizleri 12 Eylül darbe anayasasından kurtarmanız olacaktır; değiştirin artık bu anayasayı." dedi.
Hakan Peker; “ Bu ülkede 30 yıldır yaşanan savaşı sonra erdirecek devlettir.” diyerek görevi başındaki Kürt belediye başkanlarını tutuklayıp "açılım"dan bahsetmenin inandırıcı olmadığını söyledi ve ekledi: “Benim hakkım olan, Kürt dostlarımın da hakkı olmalı."
Zerrin Özer’e göre ise dünyadaki en büyük meselelerden biri "sevgi", bir diğeri ise "haklar"dı. 'Hak verilmez, alınır' sözü yerine 'hak istenmez, verilir' sözünün yerleşmesini istiyordu. Sırf Alevi olduğu için konserlerine izin vermeyen belediyeler olduğunu söyleyerek yaşadığı mağduriyeti hepimizle paylaştı.
Arif Sağ; Tekel İşçileri'nin yaşadığı mağduriyete değindi. Bu mağduriyetlerin sonlandırılması için Başbakan’ın elini taşın altına koymasını istedi.
Rojîn; Terörle Mücadele Kanunu mağduru çocukların derhal salıverilmesini istedi ve hazırladığı dosyayı başbakana iletti.
Emel Sayın; "açılım" konuşulmaya başlandığından beri aklında olan bir projeyi bizlerle paylaştı: Klasik Musiki'ye gönül vermiş Ermeni bestekârlarımızın bestelerinden oluşan, içinde Ermenice şarkıların da olduğu bir albüm yapmak ve Erivan'da bunun konserlerini vermek. Devletin bu projeyi desteklemesinin gerçek bir barış mesajı olacağını ekledi.
Toplantıda "devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü"nden bahsedenler de oldu, sessiz kalıp sadece dinleyenler de… Toplantıdan umut ve kızgınlık karışımı duygularla ayrıldığımı söyleyebilirim. Umutluydum; çünkü “açılım” adı altında yapılanların pek çok müzisyeni rahatsız ettiğini gördüm. Kızgınlığımsa bu rahatsızlıkları yaşayanlar olarak bir araya gelip çoğalamayışımızdan, sesimizi güçlü bir şekilde duyuramayışımızdandı. Sanat alanına çeşitli düzeylerde katkı sunan bizler, birbirimiz için niye hâlâ bu kadar erişilmeziz? Niye birbirimize destek verip daha çok çabalamıyor, birlikte barışın sesini yükseltemiyoruz? Aslında aktivisti de olduğum Barış İçin Sanat Girişimi (www.barisicinsanat.org) gibi platformların çoğalmak, “barış” talebimizi yaygınlaştırmak için önemli bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Yeter ki, farklı disiplinlerinden birçok sanatçıyı bir araya getirebilen bu tür zeminleri etkin bir şekilde değerlendirebilelim.
Türkiye’de yaşanan savaşı hâlâ bir “terör ve güvenlik sorunu” olarak gören ve bu çerçevede askeri ve siyasi operasyonlar yürütmeye devam eden bir devleti barışa zorlamak, bir araya gelip çoğalmakla mümkün olacak. Silahlar susmadan, cezaevlerindeki Kürt çocuklar ve siyasetçiler serbest kalmadan, anadilini özgürce kullanma, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü garanti altına alan ve etnik aidiyeti, inancı, sınıfı, cinsiyeti, cinsel yönelimi farklı tüm kimliklere eşit mesafede yaklaşan bir anayasa topluma yayılarak oluşturulmadan barış ve özgürlükten bahsedilebilir mi? Peki bizler, toplumu barışa ikna etmek için neler yapacağız? Milyonların barışı istemesini sanatın gücüyle nasıl sağlayacağız? Biz elimizi taşın altına koymaya devam edeceğiz. Yeter ki ellerimiz kelepçelenmesin, sesimiz bastırılmasın.

Feryal Öney
27 Şubat 2010

Hiç yorum yok: