12 Ağustos 2010 Perşembe

AKP'nin 12 Eylül'ü

Freud’un yaptığı önemli tespitlerden biri, eskiden birçoklarının varsaydığı gibi rüyanın uykuyu sekteye uğratan bir zihinsel süreç olmadığı, aksine uykunun devamını sağlayan bir etkinlik olduğudur. Örneğin Christopher Nolan’ın geçen hafta vizyona giren Inception/Başlangıç filmini hatırlayalım. Filmde uyurken su dolu bir küvete düşen ana karakterimizin rüyasındaki evin pencerelerinden içeriye su fışkırması gibi; uyku sırasında vücudumuz dışarıdan gelen bir uyarıcıya maruz kalırsa, bilinçdışımız uykuyu korumak için hemen bu uyarıcıyı alıp rüyamızın hikâyesine uyarlamaya çalışır. Zira uykunun sürebilmesi için uykuda olduğumuzu fark etmememiz gerekir.
Benzer bir şekilde, bugün 12 Eylül’ü sekteye uğratacak bir özne olduğuna inanmamız beklenen AKP’nin, aslında tam da 12 Eylül’ün bizi soktuğu uyku halininin devamını sağlayan bir rüya işlevi gördüğünü kaçırıyor olamaz mıyız? Buna göre, 12 Eylül’de aldığımız darbeyle bedenimize kazınan piyasacılık, otoriterlik, muhafazakârlık, etnik düşmanlık ve sol karşıtlığı gibi travmaların bugün hızla derinleşmesinde AKP’nin ideolojik desteği zaruridir. Zira AKP tüm bu travmaları rüyamıza uyarlayarak uyanmamızı engeller. Bu yüzden değil mi ki toplumsal eşitsizlikler ve yoksulluk gözümüze “teğet geçer”? Tüm devlet aygıtlarının iktidar partisinde tekelleşmesini demokratikleşme, maden ve tersanelerde can veren işçilerimizin halini kader, dağlarda yıllardır birbirini öldüren gencecik vatandaşlarımızı “taşeron” ya da “şark kurnazı”, işçi sınıfının meydanları geri almasınıysa iktidarın lütfu sanmamız bu yüzden değil mi? Freud, “rüya uykunun bekçisidir” diye yazıyordu. AKP ise 12 Eylül’ün travmalarının...

12 Eylül’ün özü
Freud’u bir anlık unutup Marx’a dönerek bu iddiayı bir adım ileriye götürmek mümkün: 12 Eylül’ün ne olduğunu anlamak için önce AKP’yi anlamak gerekir! “Ama artık bu kadarı da fazla” diyenler çıkabilir: Geçmişe bakarak bugünü anlamak yerine bugüne bakarak geçmişi anlamak olsa olsa saçmalık değil mi? Bu sorunun yanıtını Marx’ın Grundrisse’deki meşhur cümlesinde bulmak mümkün: “İnsan anatomisi, maymun anatomisini anlamak için bir anahtar niteliği taşır. Daha yüksek bir gelişimin alt hayvan türlerindeki nüveleri, ancak üst evrim kademesi bilindiği zaman anlaşılabilir”. Bu formüle dayanarak denebilir ki, 12 Eylül’ün “özünü” ancak onun birçok yönden üst aşaması olan AKP ile birlikte okuyarak kavrayabiliriz: Örneğin 24 Ocak 1980 piyasacılığını idrak etmek ancak AKP’nin zirveye ulaştırdığı yıkıcı neoliberal reformlara bakmakla mümkündür. Darbe sonrasındaki meşhur “hep işçiler güldü, biraz da biz gülelim” sözleri ancak bugün AKP’nin sermayeyi kahkahaya boğmasıyla anlam kazanabilir. Turgut Özal’ın emek düşmanlığı, popülizmi ve din temelli vizyonu ancak Tayyip Erdoğan’ın bunları bir üst kademeye taşıması incelenerek gerçekten kavranabilir. Darbe ile birlikte resmi devlet ideolojisi yapılan Türk-İslam sentezi, ancak bu eğitimden geçmiş kadroların bugün devleti yönetmesi ile anlaşılabilir. Ve son olarak, 12 Eylül’ün yürütme organını yasama ve yargıya göre görülmemiş biçimde kuvvetlendirmesi, ancak AKP’nin 30 sene sonra yine bir 12 Eylül’de tüm bu organları kendisine bağlama girişimine bakınca berraklaşır.
Birçok sol grubun referandum paketinin 12 Eylül’ün “özünü” koruduğunu ısrarla iddia etmesi bu bağlamda tesadüf değil. Zira AKP, 12 Eylül ile hesaplaşmak şöyle dursun, aksine 12 Eylül’ü mantıksal sonuçlarına ulaştıran bir siyasi öznedir.

Oedipus kompleksi
Durum böyleyken, AKP’nin yaptığı 12 Eylül karşıtı referandum propagandasını nasıl anlamlandırmak gerekir? Bu sorunun birbirini tamamlayan iki cevabı var.
Birincisi, yakından bakıldığında, AKP’nin ne Anayasa paketinin ne de propagandasında kullandığı söylemin 12 Eylül’ün yukarıda detaylandırılan “özüne” ilişkin bir eleştiride bulunuyor olması. AKP’nin soyut bir değişim ve statüko karşıtı söylemini Şafak Türküsü’nden dizelerle birleştirip duygu sömürüsüne yüklenmesi tam da bu yüzden değil mi? Zira eğer 12 Eylül’ün özünün ve kurumlarının gerçekten üzerine gidilecek olursa, AKP’nin var oluş koşulları ve tüm siyaset zemini ayağının altından çekilir. Örneğin 12 Eylül hapishanelerinde ölen, Türkiye solunun simge isimlerinden Fatsa belediye başkanı Fikri Sönmez’in anıtının dikilmesi fikrine AKP’lilerin cansiperane biçimde karşı çıkmaları, 12 Eylül eleştirilerinin doğal sınırlarını görünür kılması açısından son derece sembolik.
İkincisi, ortada baba-oğul arasında yaşanan ve boynuzun kulağı geçmesinden kaynaklanan bir aile dramı vardır. AKP, artık otoriter baba figürü 12 Eylül ile hesaplaşacak kadar büyümüştür: Ancak otoriteye ilkesel olarak karşı olduğu için değil; doğrudan babanın yerini alabilmek için. Üç hafta önce Radikal İki’de yazdığı makalede Zafer Aydın buna değinmişti: “AKP vesayet rejimini tasfiye etmenin değil, vesayetin müdahale araçlarını ele geçirmenin uğraşı içinde ... AKP’nin paketi bu rejimi değil, vesayetin odağını değiştiriyor”. İşte bu Freudyen ilişki bizi AKP’nin Oedipus kompleksine getiriyor: Devlet aygıtından kıskandığı babasını öldürerek devlet aygıtına sahip olmak isteyen erkek çocuğunun kompleksi...
Demek ki Marx’ın “Louis Napoleon’un 18 Brumaire’i” adlı eserinde, tarihte tüm büyük kişi ve olayların iki kez ortaya çıktığını ve bunların ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak yaşandığını yazdığı meşhur satırlar bugün bir kez daha geçerli. Evet, birinci 12 Eylül gerçek anlamda bir trajediydi. Ancak sonuna kadar ondan beslenirken onu ortadan kaldıracağını iddia eden “Erdoğan’ın 12 Eylül’ü”, komedi gibi görünse de trajediden çok daha korkunç sonuçlar doğurabilir. Bu noktada otoriterleşmenin yalnızca askeri rejim ile inşa edilebileceğini sanmak ise, ancak yazının başında değinilen uyku halinin bir eseri olabilir. Başlangıç filmindeki ana karakterimizin dediği gibi, “rüyanın içindeyken onu gerçek sanırız, değil mi?”

EFE PEKER:Simon Fraser Üniversitesi, Sosyoloji Doktora

Hiç yorum yok: