27 Haziran 2010 Pazar

Direnip, kazanacağız

Türk askeri, polisi, partileri ve mahkemeleri bir yıl boyunca Kürtlere vuruyor. Türk savaş uçakları Kürdistan topraklarını atış poligonuna çevirdi. Pilotlar, eğitimlerini canlı Kürt vurarak yapıyorlar. Mahkemeler, Kürde ait her şeyi dava konusu haline getiriyor. Mülki amirler, Kürt çocuklarına tecavüzü öğütlüyor. Polis, KCK operasyonu adı altında, hanesine tecavüz etmediği Kürt bırakmadı. Çok aşağılık, acımasız, kuralsız ve insanlık dışı bir savaş sürdürüyorlar Kürde karşı. Kürt kendini senenin bir günü savunduğunda, kıyameti koparıp, mağdurları oynuyorlar.

Terör saldırısı altında imişler. Sahtekarlar… Terörize etmediğiniz tek Kürt bireyi bıraktınız mı?

Tabii yılın 364 günü yatan, Kürdistan’da adaylığını koyduğunda beş oy almayacak “bağımsız Kürt aydın ve siyasetçileri” de PKK saldırıları arttığında devreye giriyorlar:

“Silah bırak!”

Böyle dedikleri için bu aydınlar makbul, işin esasını anlatan, hile ve dolandırıcılıkla bu sorunların çözülemeyeceğini söylen bizim gibileri ise öldürülmesi veya sürülmesi gereken "makbul olmayan aydınlar” sınıfına girmiş oluyor. Diyarbakır, İstanbul ve Ankara’da taht kurmuş “makbul” aydın ve siyasetçilerimiz Türkleri ve Kürtleri birlikte idare etmekte hayli ustadırlar. Aslında idare ettikleri çürümüş rejimin kendisidir.

Irk esasına dayalı Osmanlılık düşü Doğu sınırlarından ve Akdeniz’den geri dönünce yeniden Kürdün üstüne abandılar. İmparatorluk düş ve güçleri bu kadardı. Osmanlı, imparatorluk olurken, güneşin doğduğu tarafta sırtını Kürtlere dayamıştı. Irk esasına göre örgütlenmiş devletin Doğu, yani Kürt cephesi çürük olduğu için, ufacık bir dış arayış sınırlardan geri dönüyor. Gelsinler, kendilerine imparatorluk dersi verelim ve yirmi milyon Kürdün, yirmi milyon da Alevinin yasak olduğu, devletin yalnızca bir kesime amirlik, memurluk, bürokratlık ve generallik sunduğu hileli devlet yapısından imparatorluk çıkmayacağını kendilerine anlatalım. İmparatorluk ve modern emperyalistliğin, aynı zamanda çok kültürlülük olduğuna dair kendilerine sayısız örnek sunalım.

Sayısını 6.500 kişi olarak yazdıkları PKK’lilerin, 6.500 kalaşnikofu bırakması durumunda sorunların çözüleceğini öne sürüyorlar. Yalan söylüyorlar. Kürtler daha önce 28 isyanda silah bıraktı veya silahları ellerinden alındı. O zaman bu sorun neden hala sürüyor?

Ortada suni Türk’e, Siyasal İslam’a ve Kemalist diktatörlere hizmet eden bir devlet yapısı var. Hazine ellerinde. Bütün önemli memurluklar ellerinde. Generallikler ellerinde… Sadece onlar bakan veya başbakan olurlar. Ötekiler, inançlarını ve etnik kimliklerini gizledikleri ve onların çanta taşıyıcıları oldukları sürece sistem içinde bir yer bulabiliyor.



Bu cumhuriyetin adı, Türkiye Cumhuriyeti Krallığıdır. Evet, Türkiye bir krallık gibi yönetilmektedir. Yalnızca İslam ve Türklük adına, ikisinin sentezi bir siyaset sürdürenlerin iktidar ve muhalefet olduğu bir krallık…

İşte çatırdayan bu krallıktır. İhtiyacı olmayan, dünyalık zahiresini tutmuş; acı, yoksulluk, işkence ve ölümle pek tanışmamış, ayrıca Kürdistan adında bir davası olmayan bir avuç sosyetik Kürde, kurulacak üç beş Kürdi kurumun parasal olanaklarını sunarak Kürt davasını çözmüş görünüp, TC krallığını sürdürmeyi planlıyorlar.

Bizim çocuğun dediği gibi, yine kandırık yapıyorlar. Hileye, yalana, dolana lüzum yok. Kürt davası, babası ve kardeşleri öldürülmüş, köyleri yakılmış, sürülmüş, Türk metropollerin ucuz işçileri, tinercileri, hırsızları, küçük fahişeleri haline getirilmiş; okullarda ensesi ve kaburgaları satırla parçalanmış, ırk esasına göre örgütlenmiş devlet olanaklarından Kürt olduğu için hiçbir pay alamayan yoksulların mücadelesidir. Sayıları on milyonla ölçülen aç ve kimliksiz bırakılmışların davasıdır.

Kürt sorunu, bu nedenle milli bir sorundur ve Kürt Milli demokratik devrimiyle çözülecektir. Çünkü mücadelenin temel yükünü, TC krallığının boyunduruğu altında olanakların çoğundan yoksun yaşayan Kürt yoksulları çekmektedir. Aç olan, hırslı olan, iktidar isteyen onlardır.



MİT eski görevlisi Öneş’in dediği gibi, bu nesil artık yabancı bulduğu her şeye taş atmaktadır.

Kürt zenginlerinin çoğunun Kürdistan sorunu yoktur. Çok özel yurtseverleri hariç, Kendilerine Kürt zenginiyim diyenler, çıkarlarını Türk rejimiyle bütünleştirmişlerdir. Yoksul Kürtlerin mücadelesini sevmemeleri bundandır. Yoksulların mücadelesini kaba bulmakta, ancak yoksulların bin bir fedakarlıkla açtığı Kürtlük alanına konmak için de dört göz ve kulakla beklemektedirler. Başka ülkelerin burjuvaları kendi halkına ülke ve devlet kurarken, bizim burjuvalarımız direnen kendi çocuklarından nefret etmektedir. Kürtlerin devlet ve vatan olamamasının en önemli nedenlerinden biri de budur.

Bir toplumun kendi dilinde eğitim istemesinin iç savaş anlamına geldiğini, Türk devleti ve ona bağlı siyasal gericilik söylemektedir.

Bir toplumun simgelerini ve renklerini sevmesinin ülkeyi böleceği fikri de onlara aittir.

Kendine ait harfleri kullanmanın, can güvenliği istemenin, ölüm korkusundan uzak gün ve geceler geçirmeyi arzu etmenin Türklüğe açılmış bir savaş olduğu görüşünü bunlar ileri sürüyor.

Sömürgeci Türk devletinin kanunları ve yasaları iç savaş korkusu üzerine kuruludur ve iç savaş içeriklidir. Toplumun yarısını çiğneme üzerine kurulmuş kanunlar ve yasalar insanlara onursuzluğu dayatmakta, buna karşı çıkmanın bedeli iç savaş olarak ödettirilmektedir. Türk yasaları, iç savaş yasalarıdır. Bu yasalar ve kanunlar var oldukça, Kürt ve Türk toplumu iç savaş tehlikesi altında yaşamaktan kurtulamayacaktır.

Kürt sorununun çözümünün PKK’nin silah bırakıp bırakmamasıyla bir bağının olmadığını kendileri de çok iyi biliyor. PKK silah bıraksa da bırakmasa da, Kürtler, vatanları olan Kürdistan’ı ismi, güvenliği ve statüsüyle geri istemeyi sürdürecekleridir… Dünya başımıza yıkılsa da, saç tellerimizden tırnaklarımıza kadar satırla doğrasalar da en azından bir kesimimiz Kürdistan’ın özgürlüğünden ve egemenlik davasından vazgeçmeyeceğiz. Fakat hesapları yanlış değildir, PKK'ye boyun eğdirdikleri zaman en azından bir insan ömrüne denk düşen bir zamanı kazanmayı ummaktadırlar. İzledikler yol basittir: Vur, dağıt, bastır ve ertele...

Bunun böyle olduğunu, 12 Eylül’de birkaç ay süren polis sorgularında da gördük. Türk sisteminde teslim alma süreci şöyle işler: Sorguyu yapan polis, çözülen tutsak karşısında “babacandır”. O noktaya gelene kadar tutsağın kırılmadık yerini bırakmayan sorgucu polisin, kurbanını çözdükten sonraki ses tonu yumuşaktır. Ağzından bal damlamakta, kurbana çay ve sigara servisi yapmaktadır. Bu ara, duygusal ortam içinde, savcılığa sunulacak hazırlık dosyasına sorgucu polis, kurbanın anasını ağlatacak başka faili meçhul suçlar da yedirmiştir.

Çözülmüş tutsağı polisin bizzat kendisi savcılığa götürür. Götürürken yolda bir de savcı ve mahkeme karşısında duruş dersi verir. O derste klasiktir:

“Savcının karşında boynunu hafif yana eğecek; ellerini pantolonunun yan dikişleri üstünde nizamı tutacaksın. O sırada hakim veya savcı, dosyadaki suçları işleyip işlemediğini soracaktır. Sen bir an için düşüneceksin, gözlerin dolacak, boynunu biraz daha eğeceksin. Cevabın şöyle olacak: ‘Evet, o suçları işledim, itten pişmanım.’”

Kaç zavallı arkadaş veya tanıdık, polisin bu oyununa gelip müebbet cezaları boyunlarına geçirdiler. İtirafçı oldular. Ondan sonra da koridor temizleyip ayakçılık işleri yaptılar.

Şimdi Türk basını, televizyonları, siyasetçileri, çürümüş rejimin Kürt ve Türk çürükleri boyun eğilirse, devletin “babacan” olacağını söylüyorlar.

"Babacanlık” rolü karakterli devletlerin işidir. Türk devletinde bu karakter yoktur. Ne kadar karakterli olduğu, Kandil’den çağırdığı barış gruplarını tutuklamakla ortadadır. Bunların babacanlığı, asilerin boyunlarına idam veya müebbet hükmünü iliştiren işkenceci polislerin babacanlığıdır.

Kandıramazlar. Kürt sorunu silah sorunu değil, vatan ve iktidar sorunudur. Kürtler, yaka silktikleri Türk siyasetinden, onun iftiracı ve yalancı basınından ve öldürücü Türk namlularından artık kurtulmak istiyorlar…

Her türlü öldürücü silahı kuşanmış bir milyonluk ordusu, seksen bin köy korucusu, birkaç yüz bin kişilik polis teşkilatı, kelle avcıları, Özel tim elemanları, Kürdistan topraklarında vurulmadık köşe bırakmayan öldürücü F 16 savaş uçakları ve zırhlı helikopterleriyle kocaman bir ölüm ve zulüm makinesinin Kürdistan’daki konumlanışını konuşmayıp, PKK’nin 6.500 ferdi silahını sorunun temeline koymak, dürüstlük değil, sahtekarlıktır…

Bu arada PKK için de söylenecek şeyler vardır. PKK kendisini bir ateşkes ve misilleme makinesi olarak görmemelidir. Türk devletiyle silah ve ölüm yarıştırmanın lüzumu olmadığı gibi, mağdur numaralarına yatan Türk devletinin ve onun basın içindeki uzantılarının yarattığı kabus ortamdan etkilenerek, bir süre sonra bozulacağı kesin olan tek taraflı ateşkeslere ihtiyaç duymamalıdır. Tek taraflı ateşkesler her iki topluma da sür git travmalar yaşatmaktadır.

PKK bu kez, ateşkes ve silah bırakma konusunda hiçbir ipotek altına girmemeli; tavrını, Türk ırk devletinin bozuk psikolojisine göre ayarlamamalıdır… Çöüzm koşulları artık bellidir.

Türk devletinin düşündüğü tedbirlerin başında ölüm hala ilk sırayı alıyorsa; şundan emin olunsunlar ki, Kürtler ölürken aman dilemeyecektir Bir adım daha ileri giderek, artık şöyle söyleme gerekmektedir: Kölelik ve tecavüz nasıl bütün ülkelerde kabul görmüş bir suçsa, Türk yasaları altında yaşamak da Kürt toplumu ve aydınları açısından bir suçtur artık. Tecavüz kültürü altında yaşamak ve o kültürle ittifak yapmak tecavüz suçuna ortak olmaktır.

İtirazımızı gittikçe yükselteceğiz. Türk sömürgeciliğinin toplumumuzun ırzına geçen egemenliğini kabul etmeyeceğiz.

Korkmak ve geri çekilmek yok.



Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

Hiç yorum yok: