19 Nisan 2010 Pazartesi

Pozitivist Siyaset ve Toplumsal Putçuluk -2


Seçicidir: Sınırları belli bir varlık alanını konu edinir ve bu sınırlar dışına kesinlikle çıkmaz.

Pozitif Bilimsel Bilginin Özellikleri:
Seçicidir: Sınırları belli bir varlık alanını konu edinir ve bu sınırlar dışına kesinlikle çıkmaz.
Kuşkucudur: Yalnızca bilim dışı açıklamaları değil bilim çevrelerinin yaptığı açıklamalara bile kuşku ile yaklaşır.
Eleştiricidir: Özellikle de var olan bilimsel açıklamalara eleştirel bir tavırla yaklaşır.
Somuttur: Olgulara dayanır. Var olan gerçeklikleri inceler. Soyut konu ve kavramlarla uğraşmaz.
Nesneldir: Herkes için tek ve değişmezdir. Kişiye gruba veya başka ölçülere göre değişmez.
Evrenseldir: Nesnel olduğu içindir ki evrenin her yerinde aynı şekilde geçerlidir.
Kolektiftir: Tüm insanlığın ortak kültür malıdır.
Akılcıdır: Kendi içinde tutarlı akıl ve mantık ilkelerine uygun bilgilerdir.
Genelleyicidir:  Tek tek olgulardan hareket eder ama genellemelere, genel yargılara ulaşır. Sınıflama yapar. Benzer olayları diğerlerinden ayırır.
Ölçülüdür: Matematiksel bir dil kullanır. Kesin ölçülerle, sayılarla açıklama yapar.
Deneysel ve uygulanabilirdir: Olgusal olduğu içindir ki deneylerle sınanabilirler. Hatta bilimsel bilgiler teknik aracılığı ile hayatın farklı alanlarında her türlü araç ve gerece dönüşürler.
Birikimli olarak ilerler, dinamiktir: Kuşkucu ve eleştirici tavrı bilime her dönem yeni ufuklar açarak onu dinamik bir alan haline getirir.
İşte bu çerçeve içinde, günümüzde pozitivizm, bilim konusunda ampirist bir görüşe bağlılığı, toplumsal yaşama ampirist bilgi modeli üzerinde bilimsel bir yaklaşımı tanımlar. Sosyal bilimler bağlamında ise, bu, insan ve toplum bilimlerinin yöntemlerinin doğa bilimlerinin yöntemlerine göre şekillenmesi veya oluşturulması; olgularla değerlerin birbirlerinden kesin olarak ayrılmaları gerektiği ve bu yapıldığında, sosyal bilimlerin de, doğa bilimlerinde keşfedilen yasalara veya yasa benzeri düzenliliklere koşut toplum yasalarına erişebileceği anlamına gelir.

Pozitivizmin Tarihsel Süreci:
Comte, toplumsal fizik olarak gördüğü sosyolojinin fizik, kimya, biyoloji gibi doğa bilimlerinin ve özellikle bunlardan biyolojinin o zamanlarda uyguladığı pozitif yöntemi uygulamasını önermiştir. Yani yasalar bulmak amacıyla gözlem, karşılaştırma, deney ve uslamlama üzerine kurulan bu pozitif yöntem, o zamana kadar teolojinin ya da metafiziğin tekelinde olan toplum konularını incelemelidir.
Pozitivist felsefenin iki ayrı döneminden söz etmek mümkündür. İlk dönem Saint Simon’la ikincisi ise Viyana Çevresi düşünürleriyle başlamıştır. Pozitivist felsefenin temellerini aydınlanma dönemi filozoflarından Francis Bacon’a kadar geri götürmek mümkündür. Bacon Aristocu görüşlere karşı çıkarak gözlem ve deneyin temel alınıp bilimin bu esaslara göre yeniden kurulması gerektiğini savunmuştur. Simon ise bilimsel yöntemi temel alarak topluma yeniden yön vermek istemiştir. Simon’un görüşlerini yayan ve pozitivizmin gelişmesini sağlayan düşünür ise Comte’dur .
    Simon ve Comte pozitivizminin izinden yürüyen diğer bir düşünür de James Mill’in oğlu olan John Stuart Mill’dir. Mill, bireysel gelişmeyi ve özgürlüğü savunmakla Comte’un katı görüşlerinin dışına çıkmış, fakat toplumun yeni esaslara göre yeniden düzenlenmesi gerektiğini savunmakla da Simon ve Comte pozitivizmini sürdürmüştür.
    Pozitivizmi Simon ve Comte geleneğinden biraz daha farklı bir çizgi üzerinde düşünmek mümkündür. Simon ve Comte pozitivizmi sosyal olayları ön plana alırken, başta fizik ve biyoloji olmak üzere doğa bilimlerini, çıkış noktası yapan diğer bir pozitivist anlayıştan da söz edilebilir. Bu iki tür anlayıştan ilki sosyal pozitivizm diğeri ise evrimci pozitivizmdir.
    Evrimci pozitivizm, 19.yy.ın ikinci yarısında doğa bilimlerindeki gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle Darwin, Spencer ve Haeckel tarafından kurulmuş olan evrim teorisi; Fechner, Wundt ve Lipps tarafından geliştirilen deneysel psikoloji, bilgiyi pozitivist bir anlayışla ve bir evrim içinde ele alınmasına sebep olmuş ve zemin hazırlamıştır.
Pozitivist felsefenin yeni bazı özellikler kazanması 19.yy. sonlarında Mach ve Avenarius sayesinde olmuştur. Bu yeni pozitivist anlayış, olguları temele koyması ve bilimsel yöntemi esas kabul etmesi bakımından ilkiyle aynı ilkeleri paylaşmaktadır. Olgular duyumlarla özdeş olarak kabul edilmiştir. Olgular duyumlardan ibarettir ve biz sadece duyumları bilebiliriz. Mach ve Avenarius için duyumlar nötr elemanlar olup fizik ve psikolojik dünya bu elemanlardan ibarettir.
    Pozitivist felsefenin yeni bazı özellikler kazanması 19.yy. sonlarında Mach ve Avenarius sayesinde olmuştur. Bu yeni pozitivist anlayış, olguları temele koyması ve bilimsel yöntemi esas kabul etmesi bakımından ilkiyle aynı ilkeleri paylaşmaktadır. Olgular duyumlarla özdeş olarak kabul edilmiştir. Olgular duyumlardan ibarettir ve biz sadece duyumları bilebiliriz. Mach ve Avenarius için duyumlar nötr elemanlar olup fizik ve psikolojik dünya bu elemanlardan ibarettir.

Pozitivizm – Sosyal Bilimler İlişkisi   
    “Avrupa merkezli sosyal bilim egemenlik kokmaktadır. Ya egemen kılar ya da egemenlik altına sürer. Hâlbuki bize gerekli olan, demokratik özne olmak ve adilce paylaşmaktır. Avrupa sosyal bilimi özünde liberalizmdir. Bir ideolojidir. Ama bu gerçekliğini o denli görünmez kılmıştır ki, büyük muhalif eleştirmenlerin bile özümseme gücünü gösterebilmiştir. Bunu yaparken üstün eklektizm yeteneğini sergilemiştir.” (A.ÖCALAN)  
“Felsefe devrimi ve Aydınlanma dönemi ( 17. ve 18. yüzyıl) esasta bu ihtiyacın sonucudur. Fransız Devrimiyle beklenen çözüm yerine, sorunların daha da karmaşıklaşması, sosyolojiyi bağımsız bir bilim dalı olarak geliştirme eğilimlerini daha da yoğunlaştırdı. Ütopik sosyalistler ( Saint Simon, Fourrier, Proudhon), Auguste Comte ve Durkheim bu konu da ön aşamaları temsil eder. Hepsi aydınlanmanın çocuklarıdır. Bilime sonsuz inançları vardır. Toplumu da bilim yoluyla istedikleri gibi yeniden yaratabileceklerine inanıyorlardı. Tanrının rolüne soyunmuşlardı.  Hegel’in deyişiyle, ne de olsa tanrı yeryüzüne inmişti. Hem de ulus-devlet olarak... Yapılması gereken incelikli ‘toplum mühendisliği’ proje planlamasıydı. Ulus-devlet aracılığıyla hayata geçirilip, başarılamayacak hiçbir proje ve planlama yoktu. Yeter ki ‘pozitivist bilimsel’ olsun ve ulus-devlet kabul etsin.” (A. ÖCALAN)
“Artan büyük bunalımlar ve dünya savaşları pozitivist sosyolojiyi, liberal merkezi sağ ve sol kollarıyla birlikte iflas ettirmeye yetti. Toplum mühendisliğinin kendisi, çok eleştirdiği sığ metafizik olarak otoriter, totaliter faşizmle gerçek kimliğini ortaya çıkardı. Frankfurt Okulu bu iflasın resmi belgesi gibidir. Anneles Ecole, 1968 gençlik başkaldırısı; Başta I.Wallerstein’ın kapitalist dünya-sistem anlayışı olmak üzere, çok sayıda parçalanmış bir sosyal bilimler dönemini de beraberinde getirdi. Şüphesiz bunda 1970’ler sonrası finans kapitalin hegomonik karakter kazanması da önemli rol oynadı. Olumlu yanı, Avrupa merkezli düşünce hegomonyasının yıkılmasıydı. Olumsuzluğu ise, çok parçalanmış bir sosyal bilimin sakıncalarıydı.” (A.ÖCALAN)  
17. yüzyıla gelindiğinde doğa bilimlerinde -özellikle fizikte kaydedilen ilerlemenin etkisiyle, Thomas Hobbes siyasal alanda da bu gelişmenin sağlanabileceğine inanarak, ampirik ve tümevarımsal bir yöntemle ve özellikle de geometri ve matematiği örnek alarak toplumla aralarında bağ kurmaya çalışmıştır. Geometrinin yoktan var olması gibi toplumsal yaşam da “doğal hal” olan kargaşadan düzene doğrudur. Ancak, bu teori insanın doğasını değiştiremediğinden, içerden bir düzenleme yerine dışarıdan bir programlama ile toplumsallaştırmaktadır. Hobbes'a göre doğa halindeki insanla toplumsal düzende yaşayan insan arasında istek ve güdüler bakımından hiç fark yoktur, ancak doğa halindeki çatışma nedeniyle bunların gerçekleşmesi olanaksızdır; egemen gücün sağladığı düzen içerisinde bunlara ulaşılabilir.
Comte’un düşüncesine göre, sosyoloji ile doğa bilimleri arasında hem bir devamlılık hem de bir ara kesikliği vardır. Devamlılık vardır çünkü insan biyolojik ve hayvansal niteliktedir; insanın temel kuruluşu değişmez, toplum doğaüstü bir yönetim değildir. Ara kesikliği vardır çünkü insan ancak gitgide hayvansallığından sıyrılarak, kurumlara uymak için içgüdülerinden sıyrılarak toplumsal olarak yaşayabilir. O halde uygarlığın gelişmesi insanın kuruluşunu etkilemez, değiştirmez, fakat hayvansallıkta güç olarak içerik insansal olanı durmadan dönüştürür. Kimyasal değil fiziksel bir değişme söz konusudur. Öğeler aynı öğedir, fakat bütünlük yenidir. Bu düşünceler doğrultusunda Comte’a göre tarih, insanlığın hayvansallıktan nasıl sıyrıldığını gösterir ve sosyoloji insanlığın bu gelişmesini inceleyen bilimdir. Bu yüzden sosyolojik yöntem tarihsel yöntem olmalıdır. Tarihsel yöntemse insanlığın toplumsal gelişmesinin yasalarının aranması demektir.
Comte, sosyolojiyi sosyal statik ve sosyal dinamik olmak üzere ikiye ayırmıştır. Sosyal statik belirli toplumlardaki düzeni inceleyeceği için Comte onu bir düzen kuramı olarak sunmuştur. Sosyal dinamik toplumlardaki ilerlemeyi inceleyeceği için Comte onu bir ilerleme kuramı olarak sunmuştur. Comte’a göre toplumsal olgular bir birlik içinde birbirlerine bağlıdırlar.
Dinamik sosyoloji, statik sosyolojiye bağlıdır. Comte’a göre toplumların geçtiği artarda aşamalar, hayvansallığa göre toplumların gelişmesi olmuştur. Bu gelişmeyi harekete geçiren insan düşüncesidir. Toplumların işleyişi düşüncelere dayanır ve insan düşüncesi yasalara uymuştur ve uymaktadır. Bu üç hal yasasıdır.
    Lukacs'a göre insanlık tarihi doğallıktan toplumsallaşmaya doğru bir evrimsel süreçtir. İlkel dönemde hısım- akraba ilişkileri, geleneksel dönemde din ve hukuk, kapitalist dönemde ise ekonomik sistem bu sürecin aşamalarıdır.
    “Avrupa merkezli sosyal bilimlerin hakikati araştırma metotları özü gereği hegomonisttir. Hakikatin alternatif yollarını iki temel yöntemle adeta imkânsızlaştırırlar. Birincisi, monist (bireyci) evrensel yaklaşımdır. Hakikat her zaman ‘bir’e indirgenmektedir. İkincisi sınırsız görselci modeldir. Herkesin kendine göre bir hakikatinin var olduğunu söylerken, özünde hakikatin, olmadığını ifade etmeye çalışmaktadır. Hiçbir şeyin değişmediğini iddia etmek için her şeyin değiştiğini söylemek gibi bir şeydir. İki yönteminde indirgemecilikte birleştiği açıktır. Gerek evrenselci ‘bircilik’ gerek görselci ‘tekillik’ hakikati tek’e indirgemekle hegemonik karakterlerini açıkça yansıtmış oluyorlar.” (A.ÖCALAN)
    XIX. yüzyıl pozitivizmi Tarih bilimine kendi ilkelerini ve yöntemini giydirmeye kararlıydı. Onu buna sevk eden neden “bilimselleştirme” programı ve projesinin zorunluluğu olduğu kadar felsefesinin gücünü ve prestijini en kritik alanda kanıtlama güdüsüydü. Sosyoloji doğrudan doğruya pozitivist bir tasarımlama olarak doğmuş olduğu için toplumun en güvenli bilimi sayılıyordu, ama Tarihin durumu farklıydı.  
Tarih en eski toplumsal bilim olduğu halde bu eskilik onun devre dışı kılarak düşmesini gerektirecek bir eskilik değildi; toplumsal zaman denen dinamik, tarihi üretmeye devam ediyordu. Pozitivist irade eğer bu, kendini her gün üretmeye devam eden kadim bilgiyle başa çıkıp onu kendine boyun eğdirebilirse gerçek zaferini ancak o zaman tadabileceğini bildiği için Tarihe özel bir önemle ve iştahla yönelmede tereddütlü davranmadı. Tarih, toplumsal bilimlerin en az yapılanmış, bu yüzden de en esnek ve açık disiplinlerinden biri olduğu için (Braudel, 1992: 114)  pozitivistler açısından acil müdahale alanı olarak görülmekteydi.

Pozitivizme Yönelik Eleştiriler
Pozitivizm, gerçekte bir felsefi dizge olmakla birlikte, bu unvanı reddediyordu. Yalnızca bilimsel olduğunu ileri sürüyordu. Aslında evrensel bir metodoloji düzeyine yükselmiş doğa biliminin, kendini bilgiyle özdeşleştiren doğa biliminin metodolojisinden başka bir şey değildi. Dolayısıyla pozitivizme bir saldırı aynı zamanda bilime bir başkaldırı olarak ve bu şekilde akla bir başkaldırı olarak görünmek zorundaydı. Doğru anlaşıldığında, bu şeylerin hiçbiri değildi. Bilime başkaldırı değil, bilimin var olmuş ya da var olabilecek tek bilgi türü olduğunu ileri süren felsefeye başkaldırıydı. Akla başkaldırı değil, aklı doğa bilimine özgü düşünme türüyle sınırlayan kurama başkaldırıydı.     
Pozitivizme başkaldıranlar, genellikle işlerini pozitivizmin gölgesi altında yaptılar ve kendilerini pozitivist bakış açısından kurtarmakta büyük güçlük çektiler. Düşüncelerinin kimi noktalarında yeniden pozitivizme saplandılar.
   “Pozitivizm dinsel niteliğini olguculuktan alır. Özü itibariyle pozitivizm için olgu en temel gerçekliktir. Olgusal olmayan gerçeklik yoktur. Hâlbuki araştırmalar ve felsefe ( bir bütün olarak ) olgunun, algıyla aynı olduğunu ( yani olgu=algı ) göstermektedir. Algıcılık ise en basit zihni işlemdir. Nesnenin en yüzeysel gözlemlenmesi sonucu oluşup kaba bilgilenmenin  ( bilimsel olmayan en yanılgılı bilgi türü ) yöntemidir. Olguyu, olguculuk haline getirmek, nesneye temel gerçeklik rolü bahşetmektir. Paganizmin ( putçuluğun) temelinde de aynı yaklaşım vardır. Nesneyi tapınma konusu yapmak. Bu durumda pozitivizm istediği kadar din başta olmak üzere metafiziğe saldırsın, kendiside nesne hakikatçiliği nedeniyle kaba materyalist din haline gelmiştir. Yani nesnel putçuluğun modernite’deki yeni bir türevi, temsilcisi olarak metafiziktir. Hem de onun en yüzeysel halidir. Pozitivizm en az ortaçağ teolojisi kadar zihinler üzerinde tahribat yarattı. İnsan toplumlarının büyük manevi dünyasının farkında bile olmadı.” ( A. ÖCALAN )
Pozitivizmin anayurdu olan Fransa’nın aynı zamanda onun yılmaz ve parlak bir biçimde eleştirildiği bir ülke olması dikkat çekicidir. Fransız düşüncesinin on dokuzuncu yüzyıl sonu ile yirminci yüzyılın başında pozitivizme yönelttiği ve en büyük iç gücünü harcadığı saldırısı, aynı yüzyıldaki birçok başka eleştirel ve devrimci hareket gibi, gerçekte Fransız tutarlılığının kanıtı olmuştur. On sekizinci yüzyılda resmi dinin kalesine saldıran aydınlanma, özünde insan aklının, insan özgürlüğünün doğaya ve boş inanca karşı kendini ileri sürüşüydü. Pozitivizm doğa bilimini yeni bir boş inanç doğma dizgesine dönüştürmüştü; Fransız felsefesi işte tam da bu kaleye saldırmıştır.
Gözlem sürecinin başlamasından önce insan zihninin birtakım ön kabulleri, varsayımları vardır. Gözlem süreci ön kabullerden varsayımlardan sonra başlayan bir süreçtir. İnsan zihni gördüğünü yorumlayan aktif bir aygıttır. Zihin neyi nasıl gözlemleyeceğine bir seçim sonucunda karar verir. Gözlemden önce bir seçimin olması doğrudan bir gözlemin mümkün olamayacağını göstermektedir.
Toplumların tarihselliği, toplumsal siyasal olayların birbirine benzemezliği sosyal bilimlerde genellemelere gidilemeyeceği anlamını taşır.
Pozitivizm burada ve şimdi olan olay ve olguları incelediği için inceleme sonucunda elde ettiği bilgileri evrenselleştirir. Bu anlamda da pozitivizmin durağan bir zaman anlayışı vardır. Einstein’ın rölativite teorisi zamanın göreli bir kavram olduğunu ortaya koymuştur. Bu da zamanın lineer/doğrusal olmadığını göstermektedir. Oysa pozitivist yöntem zamanı durağan ve sabit bir kavram olarak kabul eder. Burada ve şimdi elde edilen bilgiler bin sene önce de böyle idi, bin sene sonra da böyle olacak diyerek pozitivizmin evrenselleştirici özelliği ortaya konmaktadır. Toplumların özgüllüğü, tarihselliği bunu gerçek olamayacağını göstermektedir.
Yorumlama programı için toplumsal dünya doğal bir gerçeklik değildir. Toplumsal yaşam biçimi belirli bir sembolik anlama sahiptir; yani doğa -orada- kendiliğinden vardır ve toplumsal yaşam bundan ayrı olarak toplumsal-kültürel biçimde kurulmuştur. Bu nedenle toplumsal yasalar doğal yasalardan farklıdır; evrensel olarak görülemezler, genelleştirilemezler çünkü toplumsal yasalar o toplumun kültürel sistemi çerçevesinde kurulmuştur. Dolayısıyla her toplumun yasası kültür farklılıklarına göre değişim gösterecektir. Onun için toplumsal bilimler doğal bilimlerde olduğu gibi nedensel ve yasa-bağımlı (nomolojik) açıklama yerine, anlamaya dayanan yorumsal bir açıklamaya yatkındır.
Bunu Henry Lefebrve şu sözleri daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır: “Araştırmalarda yalnız şimdiki zamana tutunmaktan daha kötü bir soyutlama olamaz.”
Tarihsel şekiller, tarihsel dereceler ya da geçmiş yaşama tarzları donmuş kalıplar, hareketsiz tarzlar değillerdir. Yani bir toplum her zaman aynı yapı içinde düzenlenmemiştir. Toplumlarda her zaman ilerleme olmamıştır ama her zaman hareket ve değişiklik olmuştur. Toplumsal yapıyı geçici bir denge ya da göreli bir devamlılık olarak tanımlamamız toplumların oluş nedenlerini hareketlerinde, değişmelerinde gördüğümüzden ileri gelir.
Tarihsel veriler, tarihsel gereçler olmadan hiçbir toplum anlaşılamaz, açıklanamaz. Bir toplumun görüntüsü kendi tarihiyle bezenmiştir. “Tarihsel Özgüllük İlkesi” işte budur. İnsan iradesi özgür değildir bazı koşullara bağlıdır. Bu koşullar toplumdan topluma değişmektedir ve iradenin değişik koşullara bağlanması insanı değişik olarak belirler.
Tarih tekerrür değildir, eski devrimler başka şimdikiler başkadır. 30 yıl önceki, 10 yıl önceki işçi hareketleri ile şimdiki işçi hareketleri arasında hem nicelik hem de nitelik bakımından farklar vardır.
Bir toplumu kendi özel ve somut tarihinden kopararak başka bir toplumun ya da toplumların belirleyicilik kalıplarına sığdırmaya çalışmak ancak bilim insanını söz konusu toplumu tanımama niyetine ve araştırma yapmama tembelliğine götürür. Pozitivizmin eleştiri alan noktalarından birisi de bilimlerin sınıflandırmasını yaparken psikolojiyi dikkate almamasıdır. Bu yönüyle pozitivistler insanı subjeden/özneden objeye/nesneye indirgemişlerdir.
Pozitivist yöntemin eleştiri alan özelliklerinden bir diğeri de; doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin aynı yöntemi kullanabileceklerini savunmasıdır. Toplumsal dünya ile doğal gerçekliğin birbirinden farklı gerçeklikler olduğu bilinmektedir. Doğa kendiliğinden var olan bir dünya iken toplumsal dünya kültürel olarak kurulmuş, kurgulanmış bir dünyadır. İnsan kendi dünyasını kurgular ve meydana getirir. Toplumsal dünyayı kuran kültürel insan da toplumsal olarak kurgulanmıştır. Oysa doğal dünya dışarıda kendiliğinden var olan dünyadır. Toplumsal yasalar doğa yasalarından farklı olarak genel ve evrensel değildirler. Her toplumun kendine ait tarihselliği söz konusudur. Her toplum kendine özgü kurallar ve yasalar üretir. Toplumlar arasında benzer, ortak yasalar vardır ancak genel- geçer her durumda geçerli olan yasalar yoktur. Bu nedenlerle doğa bilimleri ile sosyal bilimlerde aynı yöntem uygulanamaz.
   Habermas ise; üç bilgi sistemi ve bunlara karşılık gelen çıkarlar arasında bir ayrımlaşma yapar. Her bilgi sisteminin arkasında yatan ve yönlendiren çıkarlar genellikle halktan insanlar tarafından bilinmezler ve eleştirel kuramcıların görevi bunları bu arka planı açıklamaktır. Birinci tür bilgi sistemi analitik bilim ve klasik pozitivist bilgi sistemleridir. Bu tür bilginin arkasında yatan çıkar teknik kontroldür. Bu kontrol çevreye diğer toplumlara veya toplumda insanlara uygulanır. Habermas’a göre analitik bilim baskıcı kontrolü sağlayan bir araçtır. İkinci bilgi sistemi insani bilgidir. Bu bilginin çıkarı amacı dünyayı yaşamı anlamada temellenir. Bu bilgi şu genel görüş çerçevesinde hareket eder: Geçmişimizi anlamak genel olarak bugün olanı anlamamıza yardım eder. Bu bilginin karşılıklı ve kendini anlamaya yönelik pratik bir çıkarı vardır. Bu bilgi ne baskıcı ne de özgürleştiricidir. Üçüncü bilgi sistemi türü eleştirel bilgidir. Habermas ve Frankfurt Okulu’nun benimsediği bilgidir. Habermas ve diğerleri tarafından oluşturulan eleştirel bilginin kitlelerin kendi alt-bilinçlenmesini(self-cousciousness) sağlayacağı ve ümit edilen özgürleşme ile sonuçlanacak bir sosyal harekete yol açacağı düşünülmüştür.
 Aydınlanma ideolojisinin büyük çelişkilerinden biride, doğayı insana tâbi kılmasıdır. Aydınlanma öncesi dönemde insan doğaya tabi iken, Aydınlanma ile birlikte doğayı insana tabi kılmak özne ile nesnenin kesin çizgilerle birbirisinden ayrılmasına da yol açmıştır. Bu yolla insan için doğa artık dışsal bir şey; fethedilecek, üstünde hükümranlık elde edilecek bir nesne haline dönmüştür. Doğa üzerine yapılan bilimsel çalışmalar da onun egemenliği için araç olabilecek bilgilerdir. Horkheimer’in dediği gibi, doğaya egemen olma isteği, doğanın bir parçası olan insanın, kendi üzerinde de egemen olması gibi bir çelişki yaratmıştır. Bilim ve teknoloji doğa üzerinde egemenlik kurmak için kullanılırken, biçimlendirilmeye çalışılan “aşkın özne” tipolojisi, ayni zamanda üzerinde egemenliğin konumlanması dolayısıyla insanın çöküşüne de zemin hazırlamıştır. Böylece insanın doğa üzerindeki egemenliği, insanin hem kendisinin, hem iç dünyasının, hem de doğanın üzerinde egemenlik kurması seklinde sonuçlanmıştır. Bu iktidar ilişkisi yine Adorno ve Horkheimer’in dediği gibi öznenin, bir bakıma nesnenin de yazgısını paylaşması gibi bir sonuç doğurmuştur.
    Adorno ve Horkeimer, modern dönemde aklın, öznenin üzerinde toplumun ajanı olarak, bir anlamda öznenin üzerine takılmış bir protez gibi işlev gördüğünü belirtirler. Protez hem o bedene ait, hem de o bedende dışarının temsilcisi bir şey olduğu için, protez akıl modern iktidarın da bir aracı olarak işlev görür. Aydınlanma ideolojisinin ileri sürdüğü gibi akıl sadece özgürleşme ve ilerleme değil, aynı zamanda iktidar ve egemenlik de demektir. 
    Pozitivizm eleştirisi kısmen ekonomik determinizm’in eleştirisi ile bağlantılıdır. Bu bağlamda pozitivizm bütün çalışmalarına tek bir bilimsel metodun uygulanabilirliği düşüncesini kabul eder. Bütün disiplinler için fiziksel bilimleri güvenilirlik ölçütü olarak ele alır. Pozitivistler bilginin doğal olarak tarafsız olduğunu kabul ederler. Değerlerin  dışlanabileceğini düşünürler.
    Bu noktadan hareketle eleştirel okul çeşitli açılardan pozitivizme karşı gelmiştir. Pozitivizm sosyal yaşamı maddeleştirir ve onu doğal bir süreç olarak görür. Ancak eleştirel kuramcılar insan eyleminde ve bu eylemin sosyal yapıları etkileme yolları üzerinde odaklanır. Özetle eleştirel kuramcılara göre pozitivizm aktörleri göz ardı eder ve onları “doğal güçlerce” belirlenmiş pasif bütünlüklere indirger. Bu bağlamda ele alındığında eleştirel kuramcılar bilimin genel yasalarının hiç sorgulanmadan insan eylemine uygulanabileceğini kabul etmez. Diğer bir eleştiri noktası da şudur; pozitivizm amaçlara yönelik araçların yeterliliğinin değerlendirmekle yetinir. Ancak amaçları için benzer değerlendirmeye yönelmez. Doğal olarak bu eğilim içsel olarak konservatiftir ve dolayısıyla mevcut sistemi sorgulamaz. Sonuç olarak mevcut düzen maddeleştirilmiş olur. Olgular kesin çizgiler içinde ele alınır. Pozitivizm aktör ve sosyal bilimciyi pasifliğe sürükler.
"Pozitivizm etkin insan varlığına mekanik bir belirlenimcilik (determinizm) şeması içerisinde, çıplak olgular ve nesneler olarak yaklaşır." Oysa böyle olmamalıdır, çünkü öncelikle insanın kendini devamlı yeniden-ürettiği bu var oluş sürecine dair her türden belirlemeci yaklaşım bir noktada tökezlemeye mahkûmdur. Aslına bakılırsa Heisenberg 'in ortaya koyduğu Belirsizlik Prensibi (İndeterminizm) sadece fizik bilimi düzeyinde değil, insani düzeyde de geçerlidir. Ve mekanik belirlenimci düşünce, insani ve toplumsal olanın anlaşılabilmesini ve daha önemlisi aşılabilmesi sürecini büyük ölçüde zedeler. Levent Köker'in vurgusundan gidersek, "Bütünü açıklamaya yönelik her teorik girişim, kendi içinde kapalı, olgusal olarak sınanabilme olanağından yoksun bir sistem ortaya çıkaracak, Popper'ın dediği gibi bazı şeylerin olmasına yasak koyacak, kendi kabullerine aykırı olgularla karşılaştığında da ya o olguları kendi sistemine uydurarak açıklayacak veya onları yok sayacaktır..."   

Ali Rızgar

Hiç yorum yok: