19 Nisan 2010 Pazartesi

Oryantalizm ve Postkolonizasyon -3

Biraz farklı bir açıdan yaklaştığımızda postmodernizm, Robert Young’un (1990) deyişiyle, “bir kültürün kendi tarihsel göreliliğinin bilincine varmasıdır ki,

Postkolonizasyon
Biraz farklı bir açıdan yaklaştığımızda postmodernizm, Robert Young’un (1990) deyişiyle, “bir kültürün kendi tarihsel göreliliğinin bilincine varmasıdır ki, bu da bize onu [postmodernizmi] eleştirenlerin neden Batılı tarih anlatılarının mutlaklığına olan güvenin yitmesinden bu kadar şikayetçi olduklarını açıklar” (s. 19). İşte bu güven yitimi bir başka postmodern tanımını daha ortaya çıkarıyor: “Üst anlatılara inançsızlık” (Lyotard, 1984, s. xxiv).
Modern diye anılan toplumların modernleşme süreçlerinin aynı zamanda bir emperyalizm ve sömürgeleştirme süreci olduğudur. Modernlik sadece Avrupa’da, Batı’da, Kuzey’de gözlenebilir bir şey değil. Dünyada bugün genellikle onun dışında olarak, onun modern olmayan dışsallığı olarak sunulan oluşumlar da modernizmin bir sonucudur. Örneğin bugün “Üçüncü Dünya” diye adlandırılıp modernleşme ölçeğinde aşağılara yerleştirilerek, olsa olsa “gelişmekte olan” diye nitelendirilen ülkelerin hemen hepsi de eski sömürgelerdir. Onların “az” gelişmişliği kendi ontolojik olarak farklı, yabani, geleneksel, “Doğulu” ötekiliklerinin bir sonucu olmayıp, tersine, sömürgeleştirilmelerinin, ‘çağdaşlaştırılmalarının’ bir sonucudur.
    Bu ilişki eski sömürgelerin sömürgeci efendilerinden bağımsızlıklarını kazanmış oldukları, onun için de artık sömürge olarak değil de “Üçüncü Dünya” olarak anıldıkları günümüzün “postkolonyal” dünyası için de geçerlidir. Postkolonyal sözcüğü modernist dönemselleştirme temsilinde olduğu gibi sömürgeciliğin artık olmadığı, sömürgeciliğin sonrasına geçtiğimiz bir dönemi anlatmıyor, anlatamıyor. Bir defa - sömürgeciliğe karşı verilen savaşların, savaşımların kazanımları ulus-devlet milliyetçiliği gibi sömürgecilikten “türevsel” (derivative) bir metin yazımıyla gerçekleştiğini not etmek zorundayız. Karşı çıkanın sömürgeciliğin değerlerini içselleştirdiği, dolayısıyla modernizmin hükümran öznesi nezdinde kabul gören, tescilli, icazetli bir bağımsızlık söz konusudur. Hükümran özne için hiç de yabancı olmayıp, tanıdık bir metin. Milliyetçilik içeride fark tanımaz bir birlik-bütünlük ideolojisi olduğu için bu bağımsızlığın yeni ulusun içindeki farklılıklar üzerindeki, asimilasyon yoluyla tanımadan yok sayma ve yok etmeye kadar dizi dizi sömürücü uygulamalarını kayda düşmüştür.
    Bu “postkolonyal” bağımsızlık, yeni ulusun dahil olduğu uluslar arası ve uluslar üstü ilişkilerin sömürgeci olmadığı anlamına da gelmiyor. Tam tersine onun, Spivak’ın (1988) deyimiyle, sömürgeci-sömürge ilişkisi benzeri bir “uluslararası iş bölümünde” sömürülen olarak yer alması demek oluyor. Böylece “postkolonyal” bağımsızlığın tescillenmesi ya da aldığı icazet, büyük ölçüde bu tanıdık kendi-öteki ilişkisi metninin sorgulanmadan kabulünden kaynaklanıyor. Üstelik hükümran öznenin giderek uluslar üstü bir beden bulup bireyselleşmesiyle bu bağımsız ulus-devletlerin daha da güçsüz, daha da uyruk kılındıklarını gözlemekteyiz. Uluslararası ilişkilerin uluslar üstü ve uluslar içi ilişkilerle kesişip eklemlenmesinden dolayı da yine sömüren-sömürülen, hükümran özne-uyruk öteki ilişkisini dışsal bir ilişki olarak görmek mümkün değildir. Uluslararası ilişkilerde uyruk konumda olması gereken bir Üçüncü Dünya şirketi “Fortune 500” listesinde yer alırken, Birinci Dünya’nın en gelişmiş ülkesi ABD’nin en varlıklı kentlerinde evsiz barksızlar çöplerden ve yardım kuruluşlarının sağlayabildikleriyle yaşamlarını sürdürmeye çabalıyorlar. Bunları bırakın, orada da asgari ücretle çalışanlar, yönetimin kendi belirlediği yoksulluk standardının altında yaşamak zorundalar. Yani bütün o şeytan-savma, onu dışarıya atma/yansıtma çabalarına karşın öteki yine içeride, tekinsiz, kendimizi en evimizde hissettiğimiz yerde karşımıza çıkıveriyor. Üçüncü dünyanın içinde bir Birinci Dünya, Birinci Dünyanın içindeyse bir Üçüncü Dünyanın yer aldığı karmaşık, melez bir dokuyla karşı karşıyayız.
Bu dokunun melezliğinden dolayı, ötekinin tekinsizliğinden dolayı, basitçe sömürgecilikle bulaşık olmayan bir ötekilik adına, kendi evinde olan bir yerlilik adına, hükümran özneye karşı çıkmak olası değildir. Tekrar oryantalizm örneğine dönersek, uyruksal kurgulanışından dolayı, “Batılı çarpıtmalara” karşıt olarak girişilen “gerçek olan Doğu” arayışları ve çeşitli amaçlarla dile getirilen “ötekini konuşturmak” dilekleri, hiç de oryantalizme, onun ötekini “kuşa çevirmek,” “Adam etmek” yoluyla tanıyan sömürgeciliğine seçenek olmayıp, onu daha da güçlendirmektedir. Rey Chow’un (1993) işaret ettiği gibi, oryantalizm ve yerlicilik (nativism) aynı paranın yüzünü ve tersini oluşturmaktadırlar.
“21. yüzyılın emperyalizmi, onun sömürgeciliği artık ülkelerin dışında değil içindedir. Sömürgeciler sadece yabancılar değil, daha çok ortaklarıdır. Sadece sermaye tekelleri küreselleşmedi; iktidar ve devlet de küreselleşti. Küresel iktidarın içi ve dışı ayrımı da kalmadı. Ulusal aidiyetlerinin de hiçbir önemi yoktur; hepsi ortaktır. Askeri, ekonomik, kültürel ayrımında anlamı kalmadı. Ortak dil İngilizce, kültürü Anglo-sakson, askeri örgütü NATO, uluslar arası teşkilatı BM’dir.” (A.ÖCALAN) 
     Modern olmak demenin hükümran özne olarak sömürgeleştirmeye konumlanmış olmak anlamına geldiğine ve modernleşme tarihinin aynı zamanda bir emperyalizm ve sömürgecilik tarihi olduğunu belirtmek gerekir. Bu bakımdan postmodern eleştiriler için söylenenler, bu eleştirilerin nasıl modernin radikal-demokratik açılımlarına olanak verdiğini, postkolonyal eleştiriler için de dile getirilmektedir. Postkolonyal eleştiriler de “postkolonyal” diye adlandırılan içinde bulunduğumuz durumun kendi geleceğine, ötekiliğine, dolayısıyla yeniden, farklı doğuşlarına olanak vermektedir. Böylesi açılımların olabilmesi için de en başta bizim ötekini asimilasyon yoluyla tanımamızı sağlayan bilme biçimimizi sorgulayarak kendi kendimizi yeniden temsil etmemiz, yeniden dokuyup yazmamız gerekiyor — ki bilip evcilleştirdiğimiz ötekini ve onu evcilleştirerek sömürgeci iktidarını kurduğumuz benliğimizi kendi ötekilerine, kendi ötekiliğine açabilelim. Böylelikle silip atmaya ve dışlaştırmaya çabaladığımız ötekinin tekinsizce her ortaya çıkışında onu bastırmaya çabalamanın yalnızca başkalarına değil kendi kendimize de zarar verdiğinin, dünyayı hepimize zindan ettiğinin de bilincine varabilelim.
 Oryantalizmin Güncel İdeolojik Boyutları
    Batılı bilinci en açık biçimde Hegel'in ünlü “Efendi-Köle Diyalektiği”nde görebiliriz. “Öz bilinç bir başka öz bilinç için var olduğu ölçüde ve ondan dolayı kendinde ve kendisi için var olur; yani ancak o kabul edilmiş varlık olarak vardır.” der. Tarih boyu Batı- Doğu’yu küçümsemiş kendi hakkında iyi, uygar, gelişmiş olduğunu anlatmak için hayali bir doğu yaratmıştır. Batılı bilinç bir öteki yaratmış ve bu yaratığı ötekinin barbarlığında vahşiliğinde keyfiyetinden kendini bulmak suretiyle bir bilinç oluşturmuştur. Bu bilinç doğuyu despotik olmakla suçlamış ve kendi kendisini temsil edemeyeceğini söylemiş ve tüm toplumları modernite ve özgürlük getirme misyonunu kendinde görmektedir (Bulut 2004: 11-12).
    Sürecin sonlarına yaklaştığımızda fark ediyoruz ki barış, özgürlük, demokrasi söylemi ile hareket eden Batı’nın çıkar ve menfaat ile küreselleşme adı altında dünyayı sömürdüğünü ve söylemde özgür ama gerçekte dünya çapında Batılı bir despotizme yol açtığı görülmektedir. Son noktada var olan sorunlar bir anda ortaya çıkmışçasına batı dışı toplumlara dayatılınca sorunlara çözüm bulamayacağı ve çaresizliği empoze etmek çarenin yine Batı’dan geleceğini vurgulayarak Batı merkezci bir dünya siyasetini pekiştirmektedir. Bu durum Batı’ya haklılık kazandırmakta ve mevcut egemenliğini tescillemektedir. Sorununu kendi iç dinamikleriyle çözememe zaten despotik olmakla suçlanan Doğu toplumlarını daha da despot olmaya mahkum etmektedir.
      İkinci dünya savaşından sonra ABD’nin kapitalist sistemin hegemon gücü haline gelmesiyle, ideolojik üretim merkezleri bu emperyalist gücün emrine girdi. Soğuk Savaş yıllarında öncelikli hedef olarak SSCB kötülenecek, Kore’ye, Vietnam’a ve Latin Amerika’ya yönelik emperyalist saldırganlık komünist dış-düşman öcüsüyle meşrulaştırılacaktır. Bunun yanı sıra İsrail’in kurulması ve büyük enerji kaynaklarının denetim altına alınması meselesi, ABD emperyalizmi için Ortadoğu’yu da vazgeçilmez kılıyordu. Oryantalist ideologlara göre ‘Amerikalıların, Yakındoğu’da kabul görmek için, Amerikan düşüncesine karşı mücadele eden güçleri daha yakından tanıması’ gerekiyordu. Böylece Amerika Şark Derneğinin yanına, doğrudan devletin yönlendirmesi ve denetimiyle Ortadoğu Enstitüsü, Ortadoğu Araştırmalar Birliği (MESA) Ford Vakfı, Hudson Enstitüsü, Pentagon ve üniversitelerdeki diğer araştırma bölümleri gibi pek çok ideolojik üretim merkezleri eklenmiştir.
    ABD’nin hizmetine giren oryantalizm kendi alanında daha da yetkinleşmiş, İslam ve Şark tarihine ilişkin ciltlerce kitaptan oluşan bir külliyat piyasaya sürülmüştür. Amerikalı oryantalistler daha önceki geleneğe, yani İslam’ı ve Şarkı aşağılama ve küçümseme geleneğine aynen devam etmişlerdir. Dün olduğu gibi bugünde ders kitaplarında Müslümanlar küçümseniyor, Arap dilinde her iki kelimeden birinin şiddet içerdiği öne sürülüyor ve Ortadoğu insanının tek amacının İsrail’i yok etmek olduğu anlatılıyor. Batı değerlerini yok etmek isteyen cani Müslüman ‘terörist’ imgesi, daha 1970’lerden itibaren kitlelere empoze edilmeye başlanmıştır. İsrail zulmünü dünyaya duyurmak için uçak kaçıran Filistin Kurtuluş Örgütü militanları, Batı değerlerini yok etmek isteyen cani ‘Müslüman teröristler’ olarak sunulurken, bu konuyu işleyen filmlerde Amerikalı kahramanlar, her zamanki gibi ‘teröristlere’ hadlerini bildiriyor ve uygar dünyayı canilerden kurtarıyordu!
   11 Eylül sonrası ‘ terörizme karşı savaş’ dönemi içerisinde, askeri hakimiyet ve saldırganlık hakkında buna denk gerekçeler duymaya devam diyoruz. Buna göre; askeri çabaların etkisiyle insanlara şuan da sahip olmadıkları ‘demokrasi’ götürülmüş olacak, dolayısıyla savaşın ve hakimiyetin kısa vadedeki sonuçlarına katlanmak zorunda kalsalar da, uzun vadede onların yararına olacaktır. Günümüzde bu tür argümanlar, on altıncı yüzyılda (sömürgecilik faaliyetleri) olduğu gibi, muktedirlerin taşıma kemerleri olan kadroları ile hakimiyete doğrudan maruz kalacak kadroların hiç olmazsa bazılarını büyük oranda ikna etmek için yapılıyordu. Meşruiyetin çağdaş düzeyinin gerçek ölçülerine, on altıncı ve yirmi birinci yüzyılda da sahip değiliz. Ama yine de meşrulaştırma tarzının, çok fazla yıprandığını belirtmek gerekiyor. Bunun nedeni; beş yüz yıldan beri, vahşice güç kullanımının uzun vadeli etkilerini görmekteyiz ve etkilerin büyük oranda olumlu olduğu iddiası insanlara gitgide artık inandırıcı gelmemektedir. Sonuç olarak bu argüman artık, güçlülerin ve ayrıcalıklıların düzenini meşrulaştırmaya pek yaramıyor. Oryantalist tarzın daha büyük bir rol üstlenmesinin nedenlerinden en önemlisi de on sekizinci yüzyıldan itibaren başlayan bu yıpranmaya karşı bir politik açılım yöntemidir. Güçlü adamın, kurnaz adamın, hakimiyetini entelektüel olarak meşrulaştırmak için Oryantalizm tarzına başvurmaları, kendi iktidarlarına karşı büyük bir direniş gösterebilen ve yetenekleriyle güçlü ve kurnaz adamın en iyi kadrolarını etkileyebilen gruplarla uğraştıklarını itiraf etmelerinin bir işaretidir. 
    11 Eylülden sonra ise ‘terörist Müslüman’ propagandasına daha da hız verilmiştir. İslam’ın terörizmle özdeşleştirilmesi ve uygulanan ırkçı politikalar ile Müslüman kitlelere potansiyel terörist damgası vurulmaktadır. ABD’deki ideolojik merkezlerin en temel özelliği, Amerikan emperyalizminin gündemine aldığı güncel siyasal meseleler hakkında tarihsel-ideolojik kanıtlar bulmak, bulamadıkları durumlarda ise tarihsel olayları istedikleri gibi kurgulayarak yeniden yazmaktır. Şark ve İslam tarihi üzerine yazılmış pek çok kitapta bunu görmek mümkündür. Özellikle 11 Eylül’den sonra yazılan ve güncel gelişmeleri tarihin belirli dönemlerindeki olaylarla ilişkilendiren kitaplarda bu keyfilik daha çarpıcı görülür. Bu bağlam da yazılmış, İslam ile terörizmin ilişkisi, İslam’ın ‘iç yüzü’, Arap ve Müslüman tehlikesi gibi kışkırtıcı başlıklar taşıyan sayısız kitap Amerika’da kitapçı raflarını doldurmaktadır. Örneğin önde gelen İslam uzmanı Bernard Lewis, Haşhaşiler adlı kitabında Hasan Sabah ile Bin Ladin arasında bağ kuruyor ve İslam da ‘terörizmin’ bir süreklilik arz ettiğini kanıtlamaya çalışıyor. Lewis’e göre geçmişteki şiddet dalgası yol almaya devam etmiş ve günümüzdeki taklitçilerine yeni öfke, yeni kavga araçları sağlamıştır. ABD emperyalizminin uluslar arası terörizm öcüsüyle kitlelerin akıllarını başından alıp düşünmelerinin ve gerçekleri görmelerinin önüne geçerek İslam düşmanlığını kışkırttığı bir dönemde, Lewis gibilerinin bu tür kitaplar yazması tarihçi merakından kaynaklanmıyordur! Çok açık ki yapılmak istenen, şiddet ve terörün Müslümanların doğasından geldiğini kanıtlamak ve sürekli bir dış-düşman öcüsüyle korkutulmuş kitlelerdeki İslam düşmanlığını pekiştirmektir.
        Amerika’da Pentagon, Dışişleri, CIA gibi devlet kurumlarıyla, petrol, silah, havacılık, finans tekelleriyle, film endüstrisiyle iç içe geçen söz konusu ideolojik merkezler, kendilerini ‘düşünce kuruluşu’ olarak adlandırıyorlar ve ABD emperyalizmi için muhtelif ideolojik argüman ve hatta askeri strateji üretiyorlar. Yeşil kuşak veya Büyük Ortadoğu Projeleri tarihin sonu, medeniyetler çatışması ve ılımlı İslam gibi projeleri söz konusu ideolojik merkezlerin ürettiğini, kışkırtıcı ambalajlara sararak emperyalist yönetimin denetiminde piyasaya sürdüğünü hatırlamak gerekiyor. Esasında içerdeki çelişkileri bastırmak üzere imal edilen bir dış-düşman olarak İslam, sanki tarihsel bir kaçınılmazlıkmış gibi sunulan medeniyetler çatışması safsatasının içine oturtulmakta ve böylece de daha ikna edici hale getirilmektedir. İlk kez 1993’te ABD Dışişleri Bakanlığı danışmanlarından Samuel Huntington tarafından ortaya atılan medeniyetler çatışması safsatasına göre dünya, ‘birbirlerinden tarih-dil-kültür-gelenek ve en önemlisi din tarafından’ ayrılan 7-8 kültüre bölünmüştür ve savaşlar da bu kültürler-uygarlıklar arasında yaşanacaktır. Dünya politikasının gelecekteki ana ekseni. Batı ve diğerleri’ arasındaki çatışma ve batılı olmayan uygarlıkların Batı gücüne ve değerlerine verdiği karşılıklar olacak gibi görünmektedir. (Hunhington)
    Oryantalizm, özellikle incelikli olan ve potansiyel olarak güçlü olanlar başta olmak üzere tüm ötekilerin özselleştirme ve maddeleştirme tarzıdır. Bu şekilde, Batı dünyasının içkin üstünlüğünü kanıtlamaya gayret etmiştir.
    Kuşkusuz Oryantalizm, bir argüman olması anlamında ortadan kalkmadı. Aynı argümanı günümüzde ‘medeniyetler çatışması’ hakkındaki söylemde de görüyoruz. Bu söylemin Batılı iktidarlar için belli bir çekiciliği var olsa da, dünyanın Batılı olmayan bölgelerinde bu çekicilik karşılık bulmamaktadır. Ya da daha doğru bir ifadeyle söylemek gerekirse, dünyanın Batılı olmayan bölgeleri, günümüzde söz konusu tartışmayı ters yüz ediyorlar. Aydınlanma düşüncesi içinde gelişen Batılı-Hıristiyan uygarlığını, insani düşünceden hayli uzak ve eksiklerle dolu buluyorlar. Bu uygarlığın hakimiyetine karşı, tersyüz edilmiş Oryantalizm altında mutlaka savaşılması gerektiğini ilan ediyorlar. Köktencilik ile söylenmek istenen şey tam da budur. Hıristiyan köktenciliği içinde aynı şey geçerlidir.      
 SONUÇ
Batıda ortaya çıkan oryantalizm çalışmalarının temelde üç aşamalı olduğu söylenebilir: Bu aşamalardan birincisini, temelde dini amaçlarla yapılanlar oluşturmaktadır. Rönesans ve Aydınlanma dönemlerini kapsayan ikinci aşamada ise, birincisine nazaran, kısmen de olsa, bilgi edinme gayesiyle bilimsel yöntemlerle yapılan araştırmalarla karşılaşmaktayız. Ancak bu dönemde yapılan çalışmalara bakıldığında, bunların çoğunun, ilk dönemde olduğu gibi, dinsel önyargılarla yapıldığı tespit edilmektedir. Üçüncü ve son aşama ise, büyük oranda Batılı devletlerin yayılmacı-sömürgeci zihniyetlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
   İşgal ettikleri Doğulu ülkelerde uzun süreli kalmak, onların yeraltı ve yer üstü kaynaklarından azami derecede istifade etmek ve daha fazla bölgeyi kontrolleri altına almak gayesiyle, sömürgeci siyaset güden devlet adamları oryantalistlerle sıkı bir ilişki kurdular; onların da askeri seferlere katılmasını sağladılar ve yayılmacı politikaya katkı sağlayacak çalışmalar yapmaları hususunda onları desteklediler. Zira, Doğu’daki sömürgeler çoğalmış ve bunların kontrol edilme sorunu gündeme gelmiş; bu da Doğulu halkların, tarih, dil ve inançlar açısından geniş bir tahlile tabi tutulmasını zorunlu kılmıştır. Bunu yapacak da elbette oryantalistlerden başkası değildir. Bu durum, oryantalistlerin sömürge bölgelerinde bizzat devlet memuru olarak atanmaları sonucunu doğurdu. Onların görevi, özellikle ayaklanma baş gösteren sömürge bölgelerinde bulunmak suretiyle, bu ayaklanmaların arkasındaki muhtemel, tarihsel, dilsel ve dinsel sebepleri tespit etmek ve bunu ilgili mercilere rapor etmekti. Bir başka deyişle, onların teoride ürettiği veriler, sömürgelerde takip edilen siyaseti doğrudan yönlendiriyor, bunlar pratikte doğrudan uygulanıyordu. Böylece, oryantalizm çalışmalarını sadece politik ve siyasal amaçlarla yapmakla karşı karşıya kalmışlardır.
Başka bir ifadeyle, oryantalizm çalışmaları tam anlamıyla günlük-takip edilen siyasetin tekeline girmiştir. İşte bu tür oryantalizm anlayışı, ‘uygulamalı oryantalizm’ (angewandte-gegenwartsbezogene Orientalistik) olarak isimlendirilmektedir. Bu akımın ilk temsilcisi olarak Hollandalı C.Snouck-Hurgronje (1857-1936) kabul edilmektedir, zira o, “oryantalizm çalışmalarını sırf politik ve siyasal gayelerle yürütmesi” için doğrudan devlet memurluğu makamına getirilen ilk kişidir. Onu diğer oryantalistler takip etti. Ancak bu akımın en önemli temsilcisi olarak, meşhur Alman oryantalist C.H.Becker (1876-1933) gösterilmektedir. Çünkü Becker, bilim adamlığı kimliği altında yaptığı çalışmaları, sadece devlet memuru olarak uygulamakla kalmamış, aynı zamanda Kültür Bakanlığı (1925-1930) döneminde bir politikacı ve devlet adamı olarak bu politikaları bizzat yönetmiştir. Becker’e göre her oryantalist, devletin takip edeceği Doğu politikasına çalışmalarıyla destek veren devletin bir memurudur ve yine her oryantalist Doğulu dünyayı, öğrenim seyahatleri ve kütüphane ziyaretleriyle tanımalıdır. Bu da uygulamalı Oryantalizm anlayışının en önemli yönü olarak karşımıza çıkmaktadır. (Hanisch,)
Ali Rızgar

Hiç yorum yok: