29 Mart 2010 Pazartesi

TARİH: 16 MART 1978 YER: İSTANBUL

İstanbul Üniversitesi'nde gerçekleşen ve tarihe 'Beyazıt Katliamı' olarak geçen saldırıda, 7 öğrenci öldü, 41 kişi de yaralandı. 12 Eylül Darbesi'nin habercisi olan katliamın davası, bu yılın başında 'zaman aşımı'na uğradı. Bir katliam daha tozlu raflarda yerini aldı.

32 YIL ÖNCE İNSANLIK, ŞİMDİ İSE HUKUK KATLİAMI

Devrimci demokratik toplumsal muhalefeti bastırmak ve darbe ortamı hazırlamak için yapıldığı ortaya çıkan ve tarihe 'Beyazıt katliamı' olarak geçen provokasyon, İstanbul Üniversitesi'nde 16 Mart 1978'de 7 öğrencinin yaşamını yitirmesi, 41 kişinin de yaralanmasına yol açmıştı

Katliamda Hatice Özen, Cemil Sönmez, Baki Ekiz, Turan Ören, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl ve Murat Kurt isimli yedi öğrenci hayatını kaybetti. Geçtiğimiz günlerde Yargıtay tarafından alınan 'zamanaşımı' bahanesi ile dava dosyası kapatıldı

16 Mart 1978 Beyazıt

İstanbul Üniversitesi'nde 16 Mart 1978'de 7 öğrencinin yaşamını yitirmesi, 41 kişinin de yaralanmasıyla tarihe 'Beyazıt Katliamı' olarak geçen olay, Türkiye'de hukukun da nasıl katledildiğini göstermek açısından oldukça çarpıcı bir örnek. Katliamın faillerinin yargılanması için büyük zorluklarla açılan ilk davanın yanında olayın faillerinden birinin ailesinin itiraflarıyla açılan ikinci dava da 32 yılda olayın yıldönümüne birkaç gün kala Yargıtay'ın zamanaşımı kararıyla tozlu raflardaki yerine yeniden konuldu.

Devlet bağlantılı

Yükselen toplumsal muhalefeti sindirip yıldırmak amacıyla bir dönem devlet eliyle örgütlendirilip silahlandırılan ülkücüler, arkalarındaki devlet desteğiyle çeşitli kitle katliamlarında rol almaktan geri durmadılar. Kitlelere yönelik gerçekleşmeleri nedeniyle tarihe Kanlı Pazar (16 Şubat 1969), 1 Mayıs 1977, Maraş (24 Aralık 1978), Çorum (1 Temmuz 1979) katliamları olarak geçen bu olaylarda devletin rolü, polis-kontrgerilla-MHP ilişkisi içerisinde kendini açığa vurdu. Söz konusu olaylarda yer alanların hamisi olarak olayların örtbas edilmesi, faillerin cezalandırılmaması için tüm gücünü kullanmaktan geri durmayan devlet, bu katliamlar hakkında açılan davalar için adres olarak ise, tozlu rafları gösteriyordu. Hedef gözetilmeksizin direkt halkın kendisine yönelik olarak gerçekleştirilen bu katliamların arkasındaki gerçekler hiçbir zaman tam olarak aydınlatılamamakla birlikte kimi davalarda failler ya çok az cezalara çarptırıldı, ya da gerçek faillerden başkaları kurban edildi. Devlet desteğini alan taşeron faillerle devrimci, demokrat muhalif kesimlere yönelik olarak gerçekleştirilen saldırılar arasında biri var ki, neredeyse üzerine hiç söz etmeye yer bırakmıyor. O da 16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesi'nde okuyan solcu öğrencilere yönelik olarak gerçekleştirilen bombalı ve silahlı katliam.

İtiraf yeniden dosyayı açtırdı

Eczacılık Fakültesi önünde ülkücüler tarafından düzenlenen bombalı ve silahlı saldırı sonucu Hatice Özen, Cemil Sönmez, Baki Ekiz, Turan Ören, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl ve Murat Kurt isimli yedi öğrenci hayatını kaybetti. 41 öğrencinin ise yaralı olarak kurtulabildiği 16 Mart katliamı hakkında olay sonrasında açılan ilk dava, 14 yılın ardından sanıkların delil yetersizliği ve zamanaşımından beraat etmeleri ile sonuçlanırken; ilk davada zanlılar arasında yer alan Zülküf İsot'un öldürülmesi sonucu ailesinin bazı itiraflarda bulunması, katliamın ikinci davasının açılmasına yaradı. İsot'un ailesinin oğulları ile birlikte Latif Aktı, Özgür Koç, Sıddık Polat ve polis memuru Mustafa Doğan'ın katliama karıştığını açıklaması üzerine harekete geçen katledilen yedi öğrencinin okul arkadaşları, 10 Eylül 1992 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu. 2 Ekim 1995'te İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yeniden görülmeye başlanan davada polis memuru Mustafa Doğan, Latif Aktı ve Özgün Koç, 'Taammüden adam öldürmek ve yaralamak' suçlarından sanık olarak hakim karşısına çıkarken, Polat hakkında ise daha önce kesinleşmiş yargı kararı olduğu için dava açılamadı.

Sonuç yine aynı: 'Zamanaşımı'

Üç sanığın taammüden adam öldürmekten yargılandığı davanın değişik aşamalarında yaşanan çeşitli aksaklık ve kesintiler nedeniyle yargılama, uzadıkça uzadı ve nihayet Yargıtay 1. Ceza Dairesi'nin 21 Ocak 2010'da yerel mahkemenin verdiği kararı onaması ile zamanaşımına kurban gitti. Yargıtay'ın 2010/211 sayılı kararı doğrultusunda, saldırıda 7 öğrenciyi öldürdükleri öne sürülen Özgür Koç, Latif Aktı ve Mustafa Doğan'la ilgili kamu davası ortadan kalktığı için 16 Mart davası da, 32. yılında ikinci kez kapanmış oldu. Yedi kişiyi öldürmenin yanı sıra 41 kişiyi öldürmek amacıyla yaraladıkları öne sürülen sanıklar için ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteniyordu. İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nin verdiği karar ile bu ceza talebi zamanaşımı nedeniyle dikkate alınmadı. Kararda '30 yıllık asli ve munzam dava zamanaşımı süresi dolduğundan sanıklar hakkındaki kamu davasının ortadan kaldırılmasına karar verilmiştir' denildi. Saldırının üzerinden 32 yıl geçmekle birlikte yerel mahkemenin ardından geçtiğimiz günlerde Yargıtay tarafından alınan 'zamanaşımı' kararı ile dava dosyası kapanmış oldu.

Polis katliamı önceden biliyordu

Hukuka olan güvenin azalmasına yol açan ve vicdanları sızlatan bu olay üzerine son kararı veren Yargıtay, aslında kafalardaki ve yüreklerdeki adalet duygusunun üzerine bir kürek daha toprak atarken, katliam dosyası, gerçeklerin açığa çıkaracak iradenin ortaya çıkacağı güne kadar yeniden tozlu raflara yollandı. Türkiye'de hukukun ayaklar altına alındığının en büyük örneği olan davanın konusunu oluşturan olayın ayrıntıları, davanın bütününü ve gerçekleri görmek açısından son derece önemli. Çünkü katliamdan tam 9 gün önce polisin, gönderilen bir yazıyla katliamdan haberdar olduğu, dava sürecinde ortaya çıkmıştı. Emniyet Teşkilatı Toplum Zabıta Müdür Vekili Murat Naiboğlu, saldırı olmadan bir haftadan fazla bir süre önce polise yolladığı yazısında henüz gerçekleşmeyen saldırı hakkında şu bilgileri vermişti: 'İÜ hukukta 08.03.1978 günü ülkücü gruba mensup gençler karşı görüşlü gençlere Anfi-1'de saldıracaklar. Solcular okula gelmeye devam ederse 8-10 gün içinde bu grup üzerine bomba atılacağı...'

Kilit isim yine Reşat Altay

Nabioğlu tarafından iletilen istihbarata rağmen önlem almayan isme bakılacak olduğunda ise, karşımıza tanıdık bir isim çıkıyor. O isim de o sıralarda üniversitedeki polis noktasında görev yapan Reşat Altay. Dava sürecinde tanık olarak birçok kez mahkemeye çağrılmasına rağmen gelmeyen Altay, aradan 17 yıl geçtikten sonra İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürü sıfatıyla Cumhuriyet Başsavcılığına 'zamanaşımı haddine kadar daimi aramaya aldırılan faili meçhul patlayıcı madde atılması olayı faillerinin bugüne kadar kimlikleri tespit edilememiş ve bulunamamıştır' yazısını gönderdi. Savcının 24.12.1991 tarihli yazısını ancak 1995'te yanıtlayan Altay, yeniden terfi ettirilerek İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılığı'na getirildi. İstanbul Sıkıyönetim Askeri Savcısı H�im Yüzbaşı Tarık Senkeri, 1981 yılında olay sırasında üniversitedeki polisler hakkında 'ihmalkârlıktan' soruşturma açılması için suç duyurusunda bulunsa da soruşturmanın akibeti hakkında hiç kimse bilgi edinemedi.

Dink cinayetinde aynı 'ihmalkâlık'

Saldırının ardından dikkat çekici bir biçimde sürekli rütbe alan Altay, son olarak Trabzon Emniyet Müdürlüğü görevini yürütürken Hrant Dink cinayetinde verilen 'ihbarı' değerlendirmediği gerekçesiyle görevinden alındı. 1978'de açılan davada, dönemin Ülkü Ocakları Derneği (ÜOD) İstanbul Şube Başkanı Orhan Çakıroğlu, sonradan MHP milletvekili olan ÜOD yöneticilerinden Mehmet Gül, dönemin MHP Gençlik Kolları Başkanı Kazım Ayaydın ve dernek üyeleri Sıdık Polat ile Ahmet Hamdi Paksoy yargılandıysa da 1984'te tüm sanıklar beraat etti. 17 kişi hakkında takipsizlik kararı verilirken, diğer sanıklar hakkında 'idam' istemiyle İstanbul 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nde dava açıldı. 15 ay süren yargılama sonunda, Polat 11 yıl hapis cezasına mahkum edilirken, diğer sanıklar delil yetersizliğinden beraat etti. Askeri Yargıtay'ın 5 Ekim 1982 tarihli kararından sonra Polat da beraat etti. 1995'te yeni tanıklarla yeni bir iddianame hazırlandı. Oğlunun konuşmaması için öldürüldüğünü iddia eden Zülküf İsot'un ablası tanık Remziye Akyol, duruşmalar esnasında saldırı emrini MHP lideri Alparslan Türkeş'in verdiğini açıkladı.

Polis, katliamcıyı korudu

İsot Ailesi'nin katliama polis memuru Mustafa Doğan'ın da katıldığını açıklaması üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne yazı yazarak Mustafa Doğan isimli polis memuru olup olmadığını ve adresinin bildirilmesini talep etti Ancak emniyet, 'Aynı ad ve soyadını taşıyan birden fazla personel bulunduğundan şahsın açık kimliği tespit edildikten sonra' diyerek savcıyı yanıtladı ve Doğan'ın adresini vermedi. Savcı bu kez emniyete 1977-78 yıllarında Toplum Zabıta Müdürlüğü'nde görevli ve kimliğine ilişkin başka bilgi bulunmayan Mustafa Doğan adlı baş komiser, komiser veya polis memurlarının açık kimliklerini ve adreslerini isteyen bir yazı yazdı. Emniyet bu defa da savcıya verdiği gıyabi cevapta ink�a yöneldi, söz konusu tarihte Mustafa Doğan isimli bir personelin çalışmadığını bildirdi.

Savcı da çelişkilere şaştı

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Ulvi Sezgin, emniyetten gelen son yazı karşısında şaşkına döndü ve emniyetin verdiği cevapların tümünün fotokopisini ekleyip, bir yazı daha yazdı. Savcı, yazısında bu kez 'Cevaplarınızda çelişki var, kayıtlarınızı yeniden tetkik edin' dedi. İnat eden emniyet de Doğan'ın adresini vermemek için 'halen görevli olan ve başka il emniyet müdürlüğü bünyesinde atanan birçok Mustafa bulunduğunu, bunlardan hiçbirinin olay tarihinde çalışmadığını' ifade eden bir yazıyla cevap verdi. Savcının ısrarları nedeniyle emniyet, yaklaşık iki yıl sonra pes etti. Yazışma maratonu 1994'te nihayet son buldu ve emniyet Mustafa Doğan adlı üç polis memurunun açık kimliğini ve adreslerini açıklamak zorunda kaldı ve aranılan kişinin 1979'da olumsuz sicilden dolayı ihraç edildiğini bildirdi.

Katliamın izi Susurluk'ta çıktı

Türkiye'de siyaset, polis ve kontr-gerilla gerçekliğinin en net kanıtı olarak yer edinen Susurluk skandalı davasında yer alan Abdullah Çatlı'nın katliamda atılan bombaları temin ettiği de ortaya çıkan gerçekler arasındaki yerini aldı. Yine katliamın ardından Altay'ın Çatlı'yla telefonda görüşmüş olduğu Susurluk dosyasında ortaya çıkan bir başka gerçek oldu. Söz konusu görüşme tutanağı sonraki süreçte mahkemeye sunulsa da tamamı istenen bu tutanağı MİT geri çevirdi. Hatta gizli bilgileri açıkladığı iddiasıyla avukatlara dava bile açıldı. 1978'de açılan davada, dönemin Ülkü Ocakları Derneği (ÜOD) İstanbul Şube Başkanı Orhan Çakıroğlu, sonradan MHP milletvekili olan ÜOD yöneticilerinden Mehmet Gül, dönemin MHP Gençlik Kolları Başkanı Kazım Ayaydın ve dernek üyeleri Sıdık Polat ile Ahmet Hamdi Paksoy yargılandıysa da 1984'te tüm sanıklar beraat etti.

Böylesine çelişkili isimler ve ihmallerin bulunmasına rağmen yıllarca üstü örtülmeye çalışılan katliamın gizli kalan yönlerinin bu dosyaya dayandırılarak açığa çıkarılması büyük önem taşıyor. Tanıkların yeniden konuşması dava nedeniyle yargılanan ülkücülerin MHP kadroları arasında yer bulması, suçlu polis ve ülkücülerin başta milletvekilleri olmak üzere devlet görevlileri tarafından korunduğunun ortaya çıkması, karanlıkta kalmış birçok faili meçhul cinayette rol alan faillerin bulunması açısından son derece önemli.

ÖMER ÇELİK
İSTANBUL

Hiç yorum yok: