14 Mart 2010 Pazar

Paradigmal Değişim Mi, Sistemi Restore Etme Politikası Mı?-1-

Kürt özgürlük mücadelesinin konfederal sistem örgütlenmesi ile toplumsal tüm alanlarda geliştirmiş olduğu yoğun ve yaygın mücadele gerçekliği, Türk devletinin 86 yıllık paradigmasını yerle bir etti.


Son süreçlerde Kürt sorunu ekseninde Türkiye’de yapılmakta olan tartışmalar giderek daha kapsamlı ve özgün biçimler almaya başladı. Zira gelinen aşamada yıllarca çözümsüz bırakılan Kürt sorunu, siyasi, ekonomik, diplomatik, sosyal ve askeri alanda tüm Türkiye’yi esir almış bulunmaktadır. Çağın koşulları ve halkın istek, talep, beklentileri yanında, iç dinamiklerin sahip olduğu özellikler, artık bu soruna eski klasik inkar-imhacı politikalarla yaklaşılmaması gerektiğini çok net bir düzeyde ortaya çıkardı. Kürt halkı, PKK öncülüğünde insani-doğal haklarını güvence altına almak, demokratik ve eşit bir yaşam statüsünü kurmak amacıyla yürütülen özgürlük mücadelesine verdiği destek ve yaptığı katılım ile sorunun çözümünü bütün ağırlığıyla gündeme taşımayı başarması tarihi öneme sahip bir sürecin başlamasını sağladı.
Özgürlük mücadelesi tarafından Türk devletine karşı geliştirilen direniş mücadelesini Kürt halkının aşama aşama tüm toplumsal alanlara taşırılmasında üstlendiği rol, sömürgeci zihniyeti yeni çıkış yollarına sevk etti. Bunun sonucunda Türk devleti klasik anlamda şiddet, baskı, göçertme, işkence, inkar ve imha politikalarıyla Kürtlere karşı yürütmekte olduğu yok sayma siyasetinin anlamsız kaldığını, Kürt özgürlük mücadelesinin yürütmüş olduğu direniş ile Kürtleri bir halk olarak varlığını kabul ettirdiğini anlayarak, yeni politik manevralar geliştirmeye başladı.
Örtülü Tasfiye Politikasının Kavramı: Açılım
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Kürt sorununda iyi şeyler olacak” açıklaması ardından kamuoyuna önce “Kürt açılımı”, ardından “Demokratik açılım” ve en son olarak da “milli birlik projesi” olarak sunulan yeni politik çizgi, özünde artık sürdürülemez duruma gelen sisteme bir soluk aldırarak, restorasyona tabi tutma çabasından öte bir anlam ifade etmiyor.  Çünkü Kürt özgürlük mücadelesinin konfederal sistem örgütlenmesi ile toplumsal tüm alanlarda geliştirmiş olduğu yoğun ve yaygın mücadele gerçekliği, Türk devletinin 86 yıllık paradigmasını yerle bir etti. Bunun bir sonucu olarak Türk devletinin eski klasik yapılanmasıyla kendini sürdürmesi mümkün olmadığı gibi, aldatmalarla yüklü tüm argümanlarının da ne denli içeriksiz olduğu tüm detaylarıyla gözler önüne serildi.
Gelinen aşamada Türk devletinin, Kürtlerin varlığını kabul etmekten başka bir seçeneği yoktur. İşin can alıcı noktası tam da budur. Bu durumdan kaynaklı Türk devletinden beklenen Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın yıllardır en zorlu koşullarda geliştirdiği barış mücadelesine sağ duyulu ve dürüst bir yaklaşım göstererek, Kürt sorununa demokratik-barışçıl yöntemlerle yaklaşmasıdır, demokratik diyalogun önündeki engelleri kaldırmasıdır. Hem iç koşullar hem de bölge ve dünya genelinde yaşanan gelişmeler böyle bir siyasi yöntemi zorunlu kılıyor. Kaldı ki devleti oluşturan bütün kurumlar klasik inkar politikası ve askeri yöntemlerle PKK’nin bitirilemeyeceği, tasfiye edilemeyeceği konusunda hem fikir olmuş durumdalar. Bunun yanında devlet bütçesinin çok önemli bir kısmı Kürt gerillalarına karşı yürütülen savaşta kullanılması bu kanıyı güçlendiren diğer bir etmendir. Bu durum siyasi tıkanma yanında ekonomik tıkanmaya da yol açarak, ortaya çıkan savaş rantı üzerinden elit bir tabakayı güçlendirirken, halkın ezici kesimini yoksullaştırıyor.
Salt askeri operasyon ve şiddet politikalarıyla PKK’nin bitirilemeyeceği anlaşıldıktan sonra, Türk devletinin giriştiği arayış konseptinden “açılım” kavramı ile ifadelendirilen yeni bir tasfiye süreci doğdu. Son yaşanan gelişmelerin gösterdiği gibi, söz konusu konsept temelinde atılacak bazı göstermelik adımlar ve kısmi girişimlerle PKK’yi güçlendiren argümanlardan bir kısmını geçersiz kılma üzerinden halkın PKK’ye olan desteğinin azaltılması hedefleniyor. Genelkurmay başkanının yanında diğer devlet yetkililerinin sürekli belirttiği “askeri önlemler yanında siyasi, kültürel ve ekonomik önlemler de alınmalı” sözü bu çerçevede söylenmiştir.
Hangi Tarihi Fırsat?
Belirtilen iç koşullar ve dinamiklerin ortaya çıkardığı koşullara, zorunluluktan kaynaklı bölge ve dünya düzleminde yaşanan yeni politik çizgi de eklendiğinde devlet yetkililerin belirttiği “tarihi fırsat” doğmuş oluyor. İç koşullar Kürt dinamiği üzerinden şekillenirken, dış koşullar kapitalizmin sistemsel ve küresel düzeyde yaşadığı bunalım üzerinden anlam buluyor.
 İçte ve dışta tıkanan Türk ulus-devlet sisteminin bu koşullar altında Kürt sorununa karşı farklı bir politika geliştirmekten başka bir şansı yoktur. Ancak bu politika Kürt sorununu özsel anlamı ve muhataplarıyla çözme üzerine oturtulmaktan öte “Kürt halkının varlığını tanıma” adı altında Kürtlerin iradesini temsil eden hareketi tasfiye ederek, yerine kendi Kürdünü  oluşturma eksenine dayanan bir planlamadır. Bu planlama içerisinde diri ve örgütlü Kürde yer olmadığı gibi, masa başında oluşturulan konsepte gelmeyenlerin potansiyel tehlike olarak görüleceğine dair belirtiler şimdiden bolca ortaya çıkmıştır. Hala DTP üzerinde yoğun ve yaygın kullanılan baskı ve tutuklamalar buna açık örnek durumundadır.
Kürt Kapanı Hala Devrede…
Sözüm ona Kürtleri “tanıyacak” bu yeni konsepte yön veren politikanın oluşumu hükümet ve devlet yetkilileri ile sınırlı bir oluşum değildir. Bu politikada ABD belirleyici etki ve katkıda bulunmuştur. Ardından devletin bir kesimine de benimsetilen bu politika PKK’nin tasfiyesi üzerinden Ortadoğu’nun denetim altında tutulmaya devam edilmesini amaçlıyor. Bugün ortaya çıkan verilerin gösterdiği gibi bu politika NATO’nun sivil kanadı olarak bilinen Kuzey Atlantik Konseyi’nin mutfağında pişirilip servis edilen bir menüden başka bir şey değildir.
Zaten ABD’nin Kürtlere olan “ilgisi” yeni değildir. İkinci Dünya Savaşı’nın son dönemlerinden başlayan bu ilgi, Kürtlerle dostluk kurmaktan öte kullanma politikasına endekslidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce bu rol İngiltere tarafından oynanıyordu. Ancak bu tarihten sonra ABD’nin küresel düzeyde sistemin önderi olarak siyaset sahnesine çıkıp rol sahibi olmasından sonra, Kürtleri ‘kullanma’ dozajında belirgin bir artış yaşandı.
1946’larda Güney Kürdistan’da KDP’nin kurulması ile bu politikayı İngiltere’den devralan ABD’nin Kürtleri  kullanma üzerinden olan ilgisi, dönem özelliklerinin yarattığı farklı koşullar altında gel-gitli bir seyir izlese de amaç değişmedi. Birinci Körfez Savaşı öncesine kadar örtülü devam eden yaklaşım siyaseti, bu aşamadan sonra daha farklı ve özgün biçimler almaya başladı. ABD’nin 2003 yılında Irak şahsında Ortadoğu’ya yaptığı müdahale ile yeni bir aşamaya taşınan bu siyaset, günümüzde Kürtler üzerinde yapılan hesapları önemli oranda netleştirmiş bulunuyor.
Irak müdahalesinde bölgenin sosyal ve kültürel dokusuna takılıp istediği sonucu elde edemeyen ABD, Pentagon ve CIA’nın ortak projesi ile Obama’yı iktidara getirip, görece daha yumuşak bir politik esneklik manevrası ile yarım kalan planlamasını sürdürmek istemektedir. Deyim yerinde ise kurtla kuzuyu beraber otlatarak, bölgeyi kendi amaçları ve çıkarları doğrultusunda düzenleme çalışmalarını daha farklı bir yaklaşım ile sürdürmeye çalışmaktadır. Özellikle Güney Kürdistan’da küçük bir ulus devletçik kurup, tüm Kürtleri bu yetinmeye razı etme çabası ön plandadır. Türkiye, İran ve Suriye devletleri tarafından egemenlik altında buludurulan Kürdistan parçalarını Güney Kürdistan’a kurban etme politikası açık ki, Kürt sorununu çözümsüzlüğe itip, daha çatışmalı bir düzeye çıkarma amacını taşımaktadır. Bütünü parçaya feda etme siyaseti çatışmaları ve ölümleri derinleştirmekten başka bir anlama gelmemektedir.
Esas Konsept Nabucco Projesi Etrafında mı Dönüyor?
Tam da Irak ve Ortadoğu’ya ilişkin yeni ABD konseptinin devreye konulduğu bir aşamada Nabucco Projesinin olanca ağırlığıyla gündeme getirilmesi, Kürt sorununa yeni yaklaşım ve bakış açısını da netleştirmiş bulunmaktadır. Anlaşılan o ki, tüm siyasal gelişmeler Nabucco Projesi ekseninde dönmektedir. Bu durum birçok nedene sahip olmakla birlikte, esas olarak ABD ve AB’nin Rusya’nın enerji tekeline kısmi düzeyde ‘dur’ deme ve bu yolla ekonomik olarak Rusya’nın daha fazla güçlenmesinin önüne geçme istemi yatmaktadır. Özellikle daha önce ekonomik işbirliği temelinde bir araya gelen Şanghay Beşlisi’nin Rusya öncülüğünde siyasal birlikteliğe ve buna dayalı olarak siyasal güce dönüşmesini engelleme de önemli bir yer tutmaktadır. Şanghay Beşlisi ülkelerin ekonomik olarak güçlenmesi durumunda siyasal etki alanlarını da bu paralelde geliştirme çabalarına girişmesi, -sahip oldukları karakter gereği- kaçınılmazdır. Buna politikası önünde engel olmak isteyen Avrupa devletlerinin Rusya tarafından enerji kozu ile gerektiğinde tehdit edilmesi de eklenince ABD’nin Nabucco Projesine verdiği önem kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
ABD ve Rusya arasında ideolojik bir farklılık ya da çelişki söz konusu değildir. Ama her iki gücün emperyal amaçlarının çatışması ve zenginlik kaynaklarından daha fazla pay kapma istemi bu durumu doğuran en önemli faktör durumundadır.
Uluslar arası korsorsiyuma dayanan Nabucco Projesi’nin istenilen düzeyde devreye konulabilmesi için, buna uygun siyasal koşullarında yaratılması gerekmektedir. Irak ve Güney Kürdistan petrolü ile doğalgazı Nabucco için hayati öneme sahiptir. Türkiye ile Güney Kürtleri arasında uyumlu ilişki ve işbirliği sağlanmadığı sürece Nabucco’nun pratikleşmesi söz konusu olamaz. Türk devletinin kendi Kürtleriyle yaşadığı problemin devlet zihniyetinde yaratmış olduğu paranoya Güney Kürtleriyle ilişkilenme önünde büyük engel teşkil ediyordu. Türk devleti Kürtlere karşı yeni bir politika oluşturmadığı sürece bu engeli aşması düşünülemezdi. Kaldı ki Nabucco için gerekli olan enerjinin önemli bir kısmı Irak ve Güney Kürdistan sahalarından karşılanması hedeflenmektedir.
İşte bu koşullar altında Türk devletinin önüne konulan sözde Kürt açılımı, Kürt sorununu demokratik barışçıl yollardan çözülmesini sağlamak değildir. Zaten bu amaçla geliştirilmiş bir politika da değildir. İsmi Kürt açılımı olsa da, özde yeni durumun bölgede ortaya çıkardığı sistemsel yeniden yapılanmanın bir gereği olarak Güney Kürdistan’la ilişkilerin düzeltilmesidir. Yani Kürt açılımından öte amaçlara sahiptir. Temel amaç Güney Kürdistan açılımı olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Bu politikanın içteki yansıması ise Fettullah Gülen ve AKP yandaşı bir Kürt kesimi yaratmaktır.
Şahan Dicle

Hiç yorum yok: