14 Mart 2010 Pazar

Ortadoğu’da Yaşamı Doğru Tanımlamak-IV

ABD-AB hegemonyasında yürütülen yeni Ortadoğu savaşları nasıl sonuçlanabilir? Daha da yaygınlaşıp yoğunlaşacaklar mı? Bölgeyi terk edebilirler mi? Ederlerse ve etmezlerse neleri beklemek olasıdır? Açık ki bu temel sorulara net, kesin cevaplar verilemez, ama farklı bir tarihsel aşamayla karşı karşıya olduğumuz kesindir.

IV. BÖLÜM

Abdullah ÖCALAN


KAPİTALİST MODERNİTENİN HEGEMONİK SALDIRISI ve ORTADOĞU KRİZİ
Uygarlık sistemlerinin üç özelliğini yeniden hatırlarsak, birincisi rekabet-hegemonya, ikincisi merkez-çevre ve üçüncüsü inişli-çıkışlı döngüsel karakteridir. Temelinde ise, iktidar ve ekonomiye yönelik tekellerin kendi aralarındaki mücadelesi yatar. Uygarlığın çıkış ve olgunlaşma dönemlerinde daha yavaş bir seyirle kendini gösteren bu eğilimler, kapitalist modernite çağında hem kısa aralıklı çok yoğun ve hızlı, hem de çok kanlı bir biçimde yansırlar. Toplum, ekonomi ve politik yaşam üzerinde bu etkenler ve eğilimler sonucunda rekabet-hegemonya, çok gelişmiş merkez-metropollere karşılık az gelişmiş kolonyal bölgeler ve kısa-uzun aralıklarla kendini gösteren buhranlar, çöküşler hiçbir zaman eksik olmaz. Tarihin kaydettiği ilk hegemon Kral Sargon’dan son hegemon G. W. Bush’a kadar bu döngü hep yaşanmıştır.
Kapitalist modernite bu döngüyü çarpıcı bir biçimde Britanya-İngiltere hegemonyasının çıkış ve yükselişinde yeniden kanıtlamıştır. İngiltere hegemonyasını yalnız bir ada ülkesinin tekelci seçkinlerinin çıkışı olarak değerlendirmek hatalı ve eksik olacaktır. Çıkışın daha ilk adımlarında küresel hareket etmiştir. Günümüze kadar da hep küresel kalmıştır.
Moderniteyi değerlendirirken, tüm hata ve yanlışlıkların temelinde yatan bir yaklaşım tarzını aşmak ve kesinlikle düzeltmek gerekir. O da ülke, ulus-devlet, olay, şahıs bazlı düşünme ve hüküm yürütme alışkanlığıdır. Özellikle ulus-devlet ideolojilerinin bu yönlü pozitivist yaklaşımları, toplumsal tarih gerçekliğinin karartılmasında belirleyici rol oynar. Amaç, ulus-devlet tanrıcılığını ve dinciliğini kesin hakikat olarak sunmaktır. Doğru olan evrensel-tikel iç içeliğini nesnel-öznel aynılığına düşmeden toplumsal doğayı inşa edilmiş gerçeklikler, anlamlar ve hakikatler bütünlüğü içinde bilme tarzıdır. Yaşamsal bakış olarak da değerlendirebileceğimiz bu yaklaşım, tüm evrenselliklere olduğu kadar tikelliklere ve doğallıklara da temel yöntem olarak uygulanmak durumundadır.
İngiltere tekelciliği (Hegemon, dünya-sistem, kapitalist sömürgeci, emperyalist, imparatorluk, modernite, uygarlık olarak da adlandırılabilir) üç sacayağı -kapitalizm, ulus-devlet, endüstriyalizm- üzerinde çıkış yaparken aynı eğilimler içinde hareket etti. Rekabet-hegemonya, merkez-çevre ve inişli-çıkışlı krizler hep oldu. Rakiplerini kontrol altına almayı, merkezini çevreye hâkim kılmayı ve bunalım döngülerinden (kısa ve orta süreler-konjonktürel bunalım) çıkmayı başardı. İç ve dış koşullar ayrımını yapmadan, bu hareket tarzını tüm stratejik ve taktik hamlelerine uyguladı. İster emperyalizmin ‘böl-yönet’ politikası ister strateji ve taktik ustalığı diyelim, özünde aynı yaklaşımı ifade eder. Kapitalist modernitenin mantığı, yapılanması ve anlamı gereği böyle işlemektedir. Sistemin oluşum mantığını kullanarak, Avrupa’daki rakiplerinin, özellikle Fransa, Almanya ve İspanya’nın hegemonik özlemlerini etkisizleştirmeyi başardı. Şüphesiz bunda üç temel silahı, kapitalizmi, ulus-devleti ve endüstri mantığını en uygun biçimde işletmesi belirleyici oldu. Bu mantık temelinde kullanmadığı hiçbir hakikat kalmamıştır. Portekiz’le İspanya’ya, Fransız Devrimi ile Fransa’nın hegemonya peşindeki krallığına, hatta sisteme en bilinçli karşı çıkmaya çalışan K. Marks ve Marksistleri Alman-Avusturya İmparatorluklarına, tüm Hıristiyan mezhepleşmelerini Papalık otoritesine karşı bu mantığı işleterek kullanmaya çalışmış ve çoğunlukla da başarmıştır. Küresel çapta aynı strateji ve taktikleri sistemin ruhuna ve mantığına uygun olarak kullanmakla küresel hegemonyasını tesis edebilmiştir.
19. yüzyılın ikinci yarısında tüm dünyada Güneş Batmayan İmparatorluğunu tesis ettiğinde, belirleyici olanın çıkış yapılan ülke, devlet, ulus ve hatta sınıf büyüklüğü değil, dayanılan sistemin rakipleri karşısındaki mantığı, anlamı ve hakikat değeri olarak gücüdür. Güç’ün bu yönlü kullanımını en başarılı biçimde Büyük İskender’de de görüyoruz. İskender’in arkasındaki sistem Grek uygarlığıydı. Sistemlerin rekabet mücadelesinde sonucu belirleyen, dayandıkları mantıkî anlam ve hakikat değeridir. Her mantıkî anlam hakikat haline gelmeyebilir. Hakikat, hareket halindeki anlamlı yaşamdır. Anlam bir kişide güçlü yaşanabilir. Fakat örgütlenip hareketlendikçe, bir toplumsal hakikat haline gelebilir. Toplumsal mücadelelerde karşı karşıya gelen hep bu yönlü örgütlenmiş hakikat halleridir. Anlamlı yaşam değeri olanlar er geç sonucu belirleyeceklerdir.
O halde İngiltere İmparatorluğu’nda temsil edilen mantık kapitalist sistemin anlamlılığıdır. Bütünsel tarihsel gücüdür. Sistem olarak inşa edilmiş varlığıdır. Bir küçük adadaki devlet ve sınıfın münhasır gücü değildir. Hindistan gibi bir alt kıtayı on bin kişilik bir güçle yönetirken de asıl belirleyici olanın arkasındaki modernite hakikati olduğu açıktır.
a- İngiltere İmparatorluğu’nun Ortadoğu’ya yayılımında aynı stratejik gerekçelere göre hareket edilmiştir. Sistemin küresel ihtiyaçları bölgeye yaklaşımı belirlemiştir. Başta Hindistan olmak üzere Uzakdoğu’daki sömürgelere giden yol üzerindeki stratejik değer, kutsal mekânlar ve bölgenin sunduğu ekonomik kaynaklar hâkimiyet kurma gerekçeleridir. 19. yüzyıldan itibaren yoğunlaşan nüfuz hâkimiyeti adım adım geliştirilmiştir. İngiltere alan üzerinde hâkimiyet mücadelesi yürütürken, zayıflatmış olsa da halen hegemonya peşinde koşan eski rakip Fransa’yla yeni hegemon adayları Almanya ve Rusya’nın bölgeye sızmalarını engellemeyi, sınırlamayı ve kendi önderliğinde modernite değerlerini tesis etmeyi amaçlamıştır. Bu stratejik amaçlar günümüze kadar değişmemiştir. Şöyle ki:
1- Dünya genelinde olduğu gibi bölgenin egemen güçlerini öncelikle kendine bağımlı kılma, başarılamaması halinde parçalama. Eski uygarlığın ayakta kalan son iki gücü olan Osmanlı İmparatorluğu ile İran Şehinşahlığı’na bu temelde yaklaşmıştır. Diğer hegemonya adayları Almanya, Fransa ve Rusya’ya karşı himayesine almaya çalıştığı bu iki bölgesel gücü modernite değerleriyle yükleyerek, kalıcı bir bağımlılığı tesis etmeye önem vermiştir. Boş durmayan diğer hegemonya adayları da nüfuz bölgeleri peşinde koşmuşlardır. Benzer stratejik amaçlar onlar için de geçerlidir. İki bölgesel güç bu nüfuz mücadelesinden yararlanarak, denge politikalarıyla ömürlerini uzatmaya çalışmışlardır. İngiltere daha deneyimli hegemonik güç olarak sadece iki bölgesel gücü bağımlı kılmakla yetinmemiş, Avrupa’da çoktan uyguladığı ‘küçük ulus-devlet’ politikasıyla uzun vadeli geleceği de planlamıştır.
Ulus-devletçilik çokça sanıldığı gibi millici, ulusçu güçlerin bir yaratımı, icadı değildir. Tersine, İngiltere hegemonyacılığının dünya çapında uyguladığı ‘böl-yönet’ politikasının muhteşem icat edilmiş aracıdır. Avrupa’nın tüm imparatorluklarını bu silahla hem de devrimcilik adına (milli devrim) vurmuştur. Milli kurtuluş hareketlerini kesinlikle revizyondan geçirmek gerekir. Sosyalizmin gereği olduğu sanılır ama yanlıştır. Yaratıcı ve başta gelen uygulayıcısı İngiltere’dir. Kendisi imparatorluk olarak genişlerken, rakip imparatorlukları ulus-devletçiliklerle bölerek güçten düşürmüş ve parçalamıştır. Kaldı ki, kapitalist modernitenin iktidar stratejisi de esas olarak bu tip devletleri gerektirir. Etle tırnak gibi moderniteyle bağlantılıdır. İngiltere bu temeldeki köklü iktidar deneyimlerine dayanarak küçük iktidar elitlerini hazırlamaya her zaman önem vermiştir. İktidardaki elit kadar muhalif elitler de kendisi için çok gereklidir. Gerektiği zamanda hep kullanmaktan çekinmemiştir. İki bölgesel imparatorluğun resmi elitleriyle bağını sürdürürken, imparatorluklarla çelişkileri olan çeşitli azınlıklar, aşiretler ve mezheplerden minimum küçük ulus-devletçi hareketlerle, ideolojik ve pratik olarak sadece ilişkilenip desteklememiş, gerektiğinde inşa edilmelerinde belirleyici güç olarak davranmıştır.

Ermeni, Rum, Asuri, Arap, Kürt ve Türk, Acem ulusal hareketlerine bu revizyondan geçirilmiş bakışla yaklaşıldığında, Ortadoğu’nun son iki yüz yılını daha gerçekçi kavramak mümkündür. Revizyondan geçirilmesi gereken ideoloji, sağ-sol, dinci-laik ayrımı yapmadan, hepsinin temelinde yatan oryantalist bakış açısı oryantalizmin kendisidir. Ortadoğu’nun son iki yüz yılı iktidar açısından sadece hegemonik bağımlılık açısından değil, küçük ulus-devletçiklerle parçalanmasında da derinliğine bir krizi yaşamıştır. Bu krizde Osmanlı İmparatorluğu çökertilmiş, yerine çok sayıda ulus-devletçik inşa edilmiştir. Araplar yirmi iki devletçiğe bölünürken, yüzlerce kabile ve mezheple de parçalanma hep gündemde tutulmuştur. İmparatorluğun hâkim eliti Türkler Anadolu’da küçük bir ulus-devletle oyalanırken, Balkanlarda, Kafkaslarda ve Ortadoğu’da yüzlerce Türk ve Türkmen azınlığı kaderine terk edilmiştir. Ermeniler, Anadolu Rumları, Süryaniler, Pontuslar etnik temizlikle yerlerinden olmuşlardır. Binlerce yıllık mekân ve zaman kültürlerini yitirmeyle karşı karşıya gelmişlerdir. Yahudilerin hem halk hem de din olarak konumları, adeta tarihlerini yeniden yaşatırcasına bölgenin diğer çok önemli bir iktidar kaos dinamiği olarak rol oynamaktadır. Kapitalist modernitenin önde gelen bir inşa gücü olarak, bölgeye son iki yüz yıllık dönüşleri kaotik durumu derinleştirmiştir.
Yahudilik sadece Filistin-Araplarla ilgili bir kaos dinamiği değil, çok yönlü, aydın yönü de güçlü olan, bölgede demokratik inşanın da temel güçlerinden biri olarak üzerinde önemle durulmayı gerektirmektedir. Unutmayalım ki, aynı zamanda peygamberlik ve tek tanrılı din geleneğinin inşa ve taşıyıcı güçlerinin de başında gelmektedir. Bölgenin en eski halkı Kürtler, hep kültürel soykırımın eşiğinde tutulmuşlardır. Kürt halkının çıbanbaşı konumundan çıkmasına müsaade edilmemiştir. Böl-yönet politikasının sağlam kozu olarak hep elde tutulmuştur. İran kendi içinde hep gergin tutulup yönetilmeye çalışılmıştır. Bu yetmiyormuş gibi, son tahlilde her ikisi de güdümlü, işbirlikçi olan laik ve dinci yaşam tarzlarıyla siyasi kaos daha da derinleştirilmiştir.
Dikkat edilirse, iktidar ve güç krizinde başta ABD, Rusya ve Almanya olmak üzere, diğer modernite temsilcilerinin rolünü pek irdelemedik. Bunun nedeni modernitenin belirleyici rolünü öne çıkarmak kadar, ülke isimlerinin anlatıma pek güç katmadığını belirtmek içindir. Kaldı ki, bu tip güçlerin, özellikle ABD ve Rusya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra artan müdahalelerinin iktidar krizini derinleştirmekten başka sonuç vermediği günümüzde daha iyi anlaşılmaktadır. Afganistan, Irak, İran, Suriye-Lübnan, İsrail-Filistin başta olmak üzere, diğer Ortadoğu ülkelerinde siyasî bunalımların vardığı düzey yaklaşımımızı doğrulamaktadır.
İrili ufaklı inşa edilmiş bölgenin tüm devletlerinin ister millîcilik, ister dincilik adıyla olsunlar, kapitalist modernitenin bayat ajanları, figüranları rolünden öteye rol oynamadıkları açıktır. Kısa tarihlerine bakıldığında, millîci ve İslâmcı devletlerin son iki yüz yılın emperyalizm imalâtları olduklarının anlaşılmasında güçlük çekilmeyecektir. Hegemonik ürünler oldukları için, ‘ucube yurttaş’ üzerine estirdikleri terör nedeniyle bunların gerçek yüzleri bir türlü anlaşılamamıştır.
Ortadoğu’daki iktidar ve ulus-devlet güçleri kadar ajan-figüran rolünü gizleyen başka ikinci bir alan göstermek mümkün değildir. Bunda iktidar ve devlet oyunlarında edinilen binlerce yıllık tecrübenin ve ideolojik hegemonyanın da çok önemli payı vardır. İktidar ve devlet krizlerinin derinliğini Afganistan, Irak ve İsrail-Filistin’de gözlemleyenler durumu yadırgayabilir. Fakat bu gerçeklik, sadece kriz ve kaotik durumun tarihsel temelinin derinliği kadar uygarlık çöküşü ile ilgili önemli bir yanı olduğunu göstermekte, kanıtlamaktadır.
Ortadoğu’daki iktidar ve devlet krizleri ancak uygarlık temelli olarak çözümlenirse kavranabilir. Kapitalist modernitenin son iki yüz yıllık cilası uygarlık krizini göz ardı ettirmemelidir. Kaldı ki, modernitenin kendisi, Ortadoğu’daki uygulamalarıyla kaotik özelliklerini bütün açıklığıyla ortaya sermiştir. Kapitalizmin bir kriz rejimi olduğunu alandaki uygulamaları kadar öğretici kılan başka bir deneyim yoktur.
2- İngiltere hegemonyacılığının önderliğinde modernitenin Ortadoğu’nun toplumsal zemindeki görünümü daha da kaotiktir. Toplumsal dinamiklerin, uygarlık sistemlerinin kuruluşuyla ağır sorunlu yapılar haline geldiklerini bilmekteyiz. Sümer, Akad, Babil, Asur dönemleri sadece iktidar krizleriyle değil, canhıraş sosyal krizlerle de kendilerini hatırlatırlar. Ur, Nippur, Akad, Babil, Ninova kent ağıtları, yaşanılan krizlerin yol açtıkları feryatları günümüze kadar hissettirmektedir. Peki, bugünkü Halepçe, Kerkük ve Bağdat’ın bu ağıtlardan farkı nerededir?
Kapitalizmin kendisi, bölge toplumunun yapısında bilinmedik bir olgu değildir. Binlerce yıldan beri kendini tüccar-tefeci olarak tanıtmıştı. İktidar ve tarım tekelleriyle de sıkı ilişkisini hep korumuştur. Krizleri en çok istismar eden kesimdi. Bütün kutsal dinler tarafından lanetlendiği gibi, komünal toplum düzenlerinin ahlâksız olarak yargılayıp kendilerinden uzak tuttukları bildik bir kurumdu. Kapitalist moderniteyle gelen, bu kesimin gün yüzüne çıkmasıdır. Avrupa’da kazandıkları sınıfsal meşruiyeti Ortadoğu’da da kazanmaları sosyal dengeleri zorlamıştır. Burjuva sınıf olarak bölgeye meşruiyet temelinde gelip işbirlikçilerini oluşturmakla hegemonik iktidar için çok önemli bir kesimi inşa etmiş oluyordu. Batı modernitesinin taşıyıcısı, bürokrasiyle birlikte bu komprador kesimdi. Sistem esas olarak bu iki işbirlikçi kesimle yerleşmeye çalıştı. Ortadoğu toplumunda yabancılaşmayı en çok yaşayan bu kesimler, bunalımın sosyal boyutunu temsil etmektedir. Bölge kültürüne taşıdıkları yabancılaştırıcı değerler sosyal bunalımı, kaosu geliştirmekten öte bir rol oynamıyordu.
Son iki yüz yılda ulus-devlet fideliğinde yetişen burjuvazi, bölgenin tarihsel toplum yapılanmasına yabancı bir aşı gibi gelmektedir. Tutmamaktadır. Bundan ötürü de elindeki devlet aygıtını ve ekonomi üzerindeki tekellerini faşizan temelde kullanmaktan çekinmemektedir. Daha doğrusu, iktidarla süzülen bir sermaye tekeli olarak faşizme sığınmaktan başka çaresi kalmamaktadır. Dünyanın benzer diğer bölgelerinde ve Ortadoğu’da sermayenin bu niteliğiyle ulus-devletin inşasındaki zorbalık, faşizmin esas özünü teşkil etmektedir. Faşizm, sermayenin ulus-devletle iç içe oluşumunun iktidar biçimi olarak, iktidardan damlayan sermayenin ebesi olarak anlam kazanmaktadır.
Tanımı gereği faşizm, toplumla sürekli savaşımın rejimidir. Faşizm esasta iç savaş rejimi olarak da tanımlanabilir. Irak’ta günlük olarak yaşananlar bu değerlendirmeyi oldukça aydınlatmaktadır. Toplumla sürekli savaş halinde olan bir rejim ise, en tehlikeli kriz hali ve kaotik durumu ifade eder. Ortadoğu toplumunda yaşanan krizin bir boyutu da böyle tanımlandığında, derinliği ve şiddeti daha iyi anlaşılacaktır. İster toplum suskun, sakin, sükûnet içinde gözüksün, ister patlayıcılarla her gün sarsılsın, özde kaotik durum ve kriz halindeki yaşam varlığını korumaktadır. Toplumdaki sükûnet soğuk savaşı ifade ederken, çatışmalı ortam aynı yapıdaki sıcak savaşı ifade etmektedir.
Özcesi modernitenin kapitalizm, sermaye, burjuvazi ihracı geleneksel toplumsal krizi ve kaotik durumu daha da derinleştirmiştir. Şüphesiz bir sosyal yaşam vardır. Fakat bu yaşam biraz da başı koparılmış veya bazı organları kopuk hayvanların debelenmesine benzemektedir. Ortadaki fiziki ve kültürel soykırımları, her gün yaşanan toplumsal travmaları ve çöküntüleri tanımlarken bu tür benzetmeler abartı sayılmamalıdır. Empati kurulursa çok öğreticidir de!
3- Modernitenin saldırısında endüstriyalizmi de aynı kapsamda değerlendirmek gerekir. Son döneminde bölgeye ihraç edilen endüstriler toplumun ve çevrenin krizinde artan bir rol oynamıştır. Temel ihtiyaçlara dayalı ekonomi yerine tekel kârlarına öncelik veren endüstriyalizm, kalkınma adı altında var olan kendine yeterli ekonomiyi de yıkıma uğratmıştır. Binlerce yıllık bir iç dengesi olan ekonomik yaşam, bir avuç emperyalist ve işbirlikçi tekelcinin kârı uğruna bir insan ömrü içinde ekonomik soykırıma uğramıştır. Dev işsizler ordusu yanında boşaltılan köyler, iç ve dış göçler, enflasyon, ekonomik krizler, kentsiz kentleşmeler, hızla çöken ekolojik çevreler bu soykırımın birkaç göstergesidir. Sadece petrol ve silah tekellerinin kırımlardaki rolleri göz önüne getirildiğinde gerçeklik daha iyi anlaşılır. Ayrıca dünya genelindeki iklim değişiklikleri, zaten büyük kısmı çöl olan bölgenin çölleşme oranını felaket boyutlarına taşımaktadır.
Kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya yönelik son iki yüz yıldaki yayılımı tüm uygarlık tarihi boyunca yürütülen savaşlardan daha çok savaşlara ve ölümlere yol açtığı gibi, bunun en derin ve süreklilik kazanan yapısal kriz ve kaotik duruma yol açtığı da anlaşılabilir bir gerçekliktir.
b- Modernitenin saldırı mantığının günümüzdeki somut gelişmelere yansımasına tekraren de olsa yakından bakmak çok daha öğretici olacaktır. Bunun için tarih ve şimdi arasındaki ilişkiye yeniden bakmak kolaylık sağlayacaktır. Şüphesiz tarih eşittir şimdi demek kaba bir totoloji olacaktır. Fakat şimdi’nin çok büyük oranda geçmişin, tarihin etkisinde oluştuğunu görememek daha büyük körlüklere yol açacaktır. Bu bağı en çarpıcı olarak Arap-Yahudi ilişkisinde gözlemlediğimiz gibi, Türk-Kürt, Türk-Ermeni, Türk-Rum, Türk-Yahudi ilişkisinde de izleyebiliriz. Tüm bu ikilemlerde yaşanan güncel gelişmeler tarihten kopuk ele alınamaz. Toplum-tarih ilişkisi özgüllüğü içinde en hayati yöntem sorunudur. Tarihi toplumsallığın tüm ilişki ve çelişkileri içinde inşa edici unsur rolünde görmek, temel mantık konusu olarak anlam bulmalıdır. Kısacası şimdi, güncel, tarihsiz anlaşılamaz. Çok daha önemli olan ise, şimdideki yeni olanı (tarihin payı yüzde 99 olsa da) görmeden güncel somut olanı doğru değerlendirmek, çözümlemek mümkün değildir. Çok şey söylenebilir ama boş şeyler olarak.
Modernitenin Ortadoğu’daki güncel ağırlığının arkasındaki tarihi, Akaların Troya’ya (M.Ö. 1200) son saldırılarından başlatmak uygun bir başlangıç olabilir. İskender ile başlayan (M.Ö. 330) Helenizm süreci de önemli bir fetih aşamasıdır. Haçlı saldırıları (1096-1389) daha yakın bir saldırı tarihidir. Buna mukabil Doğu’dan Batı’ya da kapsamlı saldırılar düzenlenmiştir. Karşılıklı etkilenmeler çok yönlü olmuştur. Kapitalist modernitenin saldırısında ideolojik hegemonyanın rolünü görmemek büyük eksiklik olacaktır. Oryantalizm olmadan modernitenin fiziki hâkimiyeti tek başına anlaşılamaz. Son iki yüz yıllık hegemonik mücadele ise günceli en yakından belirleyen gerçekliktir. Güncel olan ise, değirmen taşı gibi dönerek hep yeni olan bir şeyler üretmek ve inşa etmek derdindedir.
Bu temel perspektif içinde baktığımızda, güncele ilişkin söylenebilecek ilk husus, genelde toplumsal soruna, özelde kriz ve kaostan çıkışa ilişkin ne geleneksel ne de modern hâkim güçlerin sunabilecekleri bir çözümlerinin olmadığıdır. Kendileri sorun ve kriz kaynağı olan güçler, elbette çözüm gücü olamazlar. İster dincilik ister milliyetçilik adına olsun, geleneksel tarihe sığınılarak çözüm olunamıyor. Çünkü bu güçlerin tarihi de çözümsüzlük tarihidir. Hangi eski görkemli uygarlık yeniden canlanabilir? İslamiyet, Osmanlılar diriltilebilse bile, herhalde ABD’nin sıkı koruması ve hekimliğinde, mucizevî gücü ile sağlanabilecektir ki, bu da başka bir İslam ve Osmanlı olacaktır.
Modern güçlerin sunabilecekleri çözümler de yoktur. Kendileri en sorunlu ve sık krizli bir sistemin inşacıları iken, nasıl çözüm olabilecekler? Güncel finansal kriz küresel ve yapısal boyutuyla çıkış bulamazken, Ortadoğu gibi temelleri yüzyıllar ötesine uzanan ve modernitenin daha da içinden çıkılmaz hale getirdiği sorun ve krizlerine hangi çözümü sunabilecektir? Sadece sanal kâğıt ve rakamlarla oynayarak mevcut dünya üretiminin on katı kadar vurgun yürüten (yılda yaklaşık 600 trilyon Dolar) bir sistem, çözümün değil cehennemin yolunu açabilir ancak.
 İdeolojik iktidar ve devlet tekelciliğinin güncellenmesini ve somut görünümlerini ifade etmeye çalışalım.
1- Arap-Yahudi Çelişkisi: Bu çelişkiyi tarihte uygarlık sistemi, güncel ve yakın tarihte ise modernitenin kendisi ürettiği için çözümlenemez. İslam ve Yahudilik iktidar ve devlet bağlamından kurtulmadıkça asla barıştırılamazlar. İktidar ve devlet gücü olmakta ısrar ettikleri müddetçe, tarihte olduğu gibi günümüzde de varlıklarını ancak birbirlerini yok etmede bulmaktadırlar. İktidar tarihleri öyle inşa ediliyor. Modernite bu süreci daha da yoğunlaştırarak ve katılaştırarak sürdürdü. Üçlü sacayağı altında birileri ezildikçe, adına çözüm denilir. Yani modernitenin diliyle çözüm, üçlü kızgın sacayakları altında (kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizmin) ezilmekle mümkündür. Beş yüz yıllık tarihi bu tarz çözümlerin sayısız örnekleriyle doludur. Yaklaşık yüz yıldır bölgeyi en çok olumsuz etkileyen, çok büyük acılara ve kayıplara yol açan bu sorunun, mevcut hâkim yaklaşımlarla daha da çürütücü etkileriyle sürmesi kaçınılmazdır.
İktidarlı-devletli uygarlık çözümlerinin gerçek kanlı yüzünü hiçbir örnek Arap-Yahudi sorunu kadar sergileyemez. Daha da feci olanı, Yahudilerin inşasında büyük rol oynadıkları kapitalist modernitenin güçlerince ‘biricikliği-tekilliği’ olan soykırımı yaşamış olmalarıdır. Gerçekten önceden planlanan bu soykırım kadar modernitenin nihai çözümünün-çözümsüzlüğünün ne olduğunu açığa vuracak çok az örnek vardır.
2- Türk-Kürt-Ermeni-Asuri-Rum-Yahudi Çelişkisi: Bu çelişkiler kategorisi esas olarak kapitalist modernite kaynaklıdır. Kökleri eski uygarlıklara kadar uzansa da, modernitenin üç mahşeri atlısının -kapitalizm, ulus-devlet, endüstriyalizm- bölgeye yayılmasıyla Anadolu ve Mezopotamya, tarihinde tanık olmadığı sayısız etnik ve milliyet kırımlarına sahne oldu. Bir anlamda merkezî uygarlık sisteminin temel inşa gücü olan bu halklar ve kültürler modernitenin son iki yüz yıllık tarihiyle aşırı düşmanlıklara ve karşılıklı kırımlara uğratıldılar. Binlerce yıllık kültürel birikimler tasfiye olurken, bazı halklar bölgeden sürüldüler, imha edildiler. Kalanlar da çöl-dağ kabilelerine dönüştürüldüler. Çelişkiler aslında Türkler ve diğer halklar arasında veya halkların kendi aralarında değildi. Çelişkilerin inşa gücü açık ki beş yüz yıllık ‘böl-yönet’ politikalarıyla kendini kanıtlamış modernitenin hegemonik ulusal güçleriydi. Bölgedeki konjonktürel çıkarları uğruna kökleri tarihin derinliklerine uzanan bu halkları birbirine kırdırtmaktan çekinmediler. Görünüşte birbiriyle savaşan tüm bu halklar, özünde tekelci kapitalizmin iktidar ve sömürüsünün kurbanlarıydı. Ne acıdır ki, bu halklar birbirlerini imha ederken neye, kime hizmet ettiklerinin bile derinliğine farkında değildiler. Tek başına bu çelişki kapsamında gerçekleşen kırımlar bile modernitenin tarihteki tüm uygarlık sistemlerinin en kanlısı olduğunu ispatlamaya yeterlidir. Ortadoğu genelinde uzun zamanlar ‘halklar bahçesi’ olan yerler bugün sessiz bir ‘halklar mezarlığına’ dönüşmüştür. Eğer halklar ve kültürleri adına vicdana gelip bir şeyler söylenecekse, gerçek aydın sorumluluğunun gerekleri yerine getirilecekse, öncelikle bu kültürler ve halklar mezarlığının gerçek sorumlularının aydınlatılması ve hesabının sorulması gerekecektir.
3- Şia-Sünni Çelişkisi: Her ne kadar İslam uygarlığının (iktidarcı İslam) daha ilk çıkışına dek kökenleri uzansa da, günümüzdeki çatışmaları modernite ile bağlantılıdır. Özellikle son dönem İran-Irak çatışmalarının ancak modernitenin ulus-devlet formunda ve emperyalizmle bağlantısı içinde doğru bir anlatısı yapılabilir. Kaldı ki, gerek İslam-Musevilik, gerek İslam-Hıristiyanlık, hatta Hıristiyanlık-Yahudilik çelişki ve çatışmaları da proto modernite bağlamında rahatlıkla çözümlenebilir. Dinlerin kapitalist modernite öncesi çatışma nedenleri ve formları pozitivist görünüm altında olduğu gibi moderniteye yansımıştır. Özellikle Ortadoğu kökenli tek tanrılı üç dini ön-milliyetçilik olarak değerlendirmek gerekir. Modernite milliyetçilikleriyle farkları teolojik maske takmış olmalarıdır.
Tüm araştırmalar modernite döneminin pozitivist anlatılarının kökeninde temelde dinsel formların mevcudiyetini kanıtlamaktadır. Çokça idea edildiği gibi sekülerizmle (dünyevilik) uhrevilik (ahiretçilik, dinsellik) arasında özde bir fark olmayıp, ancak biçimde bazı farklar yaratılıp abartılmıştır. Sonuçta hem iktidar ve devlet dini hem de modernitenin ulus-devlet söylemi haline gelmiş anlatılar aynı tekelci çıkarlara hizmet etmektedirler. Tarihte olduğu gibi günümüzde de Avrupa ve Ortadoğu’daki mezhep savaşları uygarlık ve modernite kaynaklı olup, hızından kaybetmeden aynı çıkarlar temelinde devam ettirilmektedir. Radikal İslamcılık, Yahudicilik, Hıristiyanlık akımlarıyla her türlü milliyetçilik modernitenin üç mahşeri atlısının hizmetinde birleşmişlerdir.
Ortadoğu halklarının zengin kültürünü binlerce yıldır kemiren uygarlık bezirgânları ve kanlı çehreleri bugün kapitalist modernitenin hizmetinde elde kalan son birikimleri de acımasızca, hesapsızca, kan ve gözyaşları içinde tüketmekte, bölgeyi harabeye, çevreyi çöle, dağları ıssızlığa çevirmektedir.
4- Ulus-Devletçiklerin Her Şeyle Çelişkisi: Ünlü bir söz vardır: Kapitalizmin insanlığa en büyük kazığı, inşa ettiği ulus-devletlerdir denir. Ortadoğu halkları, ulusları için bu değerlendirme olanca çıplaklığıyla doğrudur. Hemen hemen her odağında günlük savaşlarıyla anbean doğrulanmaktadır. Kendi aralarında ve içte kendi halklarıyla savaş halinde olmayan ulus-devlet yoktur. Büyük Arap ulusunu ve kültürünü tüketen, İsrail’den çok yirmi iki ulus-devletçiğin iktidar hesaplarıdır; çılgın ve akıl almaz masraflarıdır. Halkları yerlerde sürünürken, kendileri Nemrut ve Firavunları gölgede bırakan her tür ihtişamı (üstelik hiçbir anlamı olmayan göstermelik şovları) sergilemekten çekinmemektedirler. Onlara bu gücü veren yeni seküler tanrı ulus-devletçikleridir. Eski tanrılarına bağlılıkları sahte ve sözdedir. Arap ulus-devletçiliği İngiltere İmparatorluğu’nun Hindistan yolunu denetim altında tutma, petrol kaynaklarına sahip olma ve Osmanlı İmparatorluğu’nu kontrol etme hesaplarına dayalı olarak geliştirildi. Gerçek bu olduğu halde millici geçinmeleri, modernitenin iktidar tekniği gereğidir. Dünya kapitalist hegemonyacılığının temel ajan kurumlarıdır. Arap ulus-devletçiklerinde bu gerçeklik oldukça açıktır.
Acem ulus-devlet oluşumunda aynı oyunları görmek daha ibret vericidir. Pers uygarlığından beri iktidar sanatında kazandıkları ustalığı modernite döneminde işbirlikçilik temelinde daha da geliştirmişlerdir. Denilebilir ki, uygarlık aldatmacalarıyla modernite aldatmacalarını (Şia milliyetçiliği) iç içe kullanmalarında Çinlilerle yarışacak güçtedir. Çinliler en vahşî kapitalizmi ‘komünizm’ diye cilalarken, İran modernistleri kapitalizm imalatı ulus-devlet putunu büyük ruhçuluk olarak ‘İslam Cumhuriyeti’ adıyla sunmaktan utanmayacak denli pişkindirler. Güncel somutluğuyla küresel sistemin zayıf karnı durumunda olup Iraklaşma olasılığı yüksektir. Bölgenin diğer ulus-devletleri gibi kurumsal faşizmi temsil etmesine rağmen, ABD-AB hegemonyacılığının zaaflarını kullanarak ömrünü uzatmaktadır. Fakat diğerleri gibi krizin pençesinde olup, Irakvari kaotik duruma yol açabilecek potansiyeli fazlasıyla taşımaktadır.
Türkî ulus-devletler AB-ABD himayesine ilâveten Rusya’nın hegemonyası içinde varlık kazanmışlardır. Çekişme konusudurlar. Çok millîci geçinmelerine rağmen, hegemonyasız ayakta durmaları zordur. Bölgesel krizden fazlasıyla pay alıp kaotik potansiyele sahiptirler. Afganistan-Irak ekseninde olanlar bölgesel ulus-devletlerin olası akıbetlerini açıkça yansıtmaktadır.
Ortadoğu’da iktidar ve devlet gerçekliği ağır toplumsal sorunlara çözüm geliştirmekten çok kaynağında yer almaları nedeniyle bölgesel krizlerin sıkça savaşlarla sonuçlanmasına yol açmaktadır. Savaşlar krizi daha da büyütmekte ve kaotik durumları yaygınlaştırmaktadır.
c- Güncel olarak modernitenin endüstricilik ve kapitalizm ayağı asıl tahribatını geleneksel tarımı ve köy toplumunu çözmekte ve yıkmakta göstermektedir. Ulus-devlet ayağı bölgeyi topyekûn bir zindana, kana ve gözyaşına boğarken, endüstriyalizm ve kapitalizm, üstten işbirlikçi tekelciliğin en talancı yöntemleriyle binlerce yıllık birikimlerin ürünü toplumsal değerleri kâr etmiyor diye bir çırpıda elinin tersiyle bir tarafa itmekte, ıskartaya çıkartmakta ve böylelikle çürütmektedir. Tarım ve köy toplumunun yıkılışı basit bir ekonomik sorun değildir. On bin yıllık bir toplumsal kültürün imhasıdır. Sorun tarım yerine daha çok kâr getiren sanayi ekonomisinin önem kazanması da değildir. Toplumsal varlığın kendisidir. Toplum günümüzün yapısal krizi ortamında başta tarım alanları olmak üzere bilinçli olarak işsiz bırakılarak, genetik bitkiler öne çıkarılarak darbelenmektedir. Genetik bitkiler sadece doğal bitkileri kırmıyor, sonu bilinmez hastalıklara ortam hazırlıyor.
Sanayi kapitalizmi en az ulus-devlet tekelciliği kadar topluma saldıran bir tekel konumundadır. Ekonomiyle ilgisi yanlış anlaşılmaktadır. Bilinçli çarpıtılmaktadır. Endüstriyalizm Avrupa hegemonyacılığında tarihsel rol oynamıştır. Fakat dünyanın çevre alanlarındaki asıl rolü bu hegemonyayı yerleştirmektir. Hem de yerel sanayileri daha verimli üretim teknikleri adı altında yıkarak bu rolünü oynamaktadır. Ekonomik değil, anti-ekonomiktir. Tarihte hep zengin kalmış Ortadoğu toplumları modernitenin son iki yüz yıllık saldırıları altında en fakir dönemlerini yaşamışlardır. Tarımın ve tarım toplumunun yıkılışı bir ekonomik verimlilik gereği değildir; sınıfsal tahakkümün burjuvazi adına sağlanması için gerçekleştirilmektedir. Siyasi ve iktidarla ilgili bir olaydır.
Endüstriyalizm hegemonik metropoller için azami kâr sağlayabilir. Fakat bunun karşılığı kırsal alanların çölleşmesi, köylerin boşaltılmasıdır. Dolayısıyla sosyal ve ekonomik bunalımın derinleştirilmesidir. Ortadoğu coğrafyasında ve ekonomik yaşamında endüstriyalizm, belki de iktidar-devlet savaşlarından daha tehlikeli sonuçlar doğuran bir ideolojik-politik saldırı tekniğidir. İklim değişikliğinin, göl, sulak alan ve nehir kurutmalarının esas sorumlu gücü olup, bu hızla devam ederse yaşanacak bir dünya bırakmayacaktır. Ortadoğu’da on beş bin yıllık bir kültür birikimiyle inşa edilmiş toplum ve yaşam için endüstriyalizmin teşkil ettiği tehdit, savaşlar yoluyla yaşanan soykırımlar kadar tehlikelidir. Tekrar belirtmeliyim ki, endüstriyalizm sanıldığının aksine, ekonomiye ve topluma saldıran en temel araçtır. Gerçek sanayinin de yıkım gücüdür. Kapitalizmin azamî kâr hırsıyla yürütülen endüstriyel kalkınmacılık ülkeleri refaha, zenginliğe değil, yıkıma ve yoksulluğa götürür. Krizden öteye harabeye çevirir. Sadece Afganistan için yürütülen haşhaş endüstrisiyle, Irak için yürütülen petrol endüstrilerinin bu alanları içine düşürdüğü harabiyet, gerçeği apaçık kılmaktadır. Harap olan sadece ülkeler değildir; tarihsel toplumdur, kültürdür.
d- Ortadoğu’da toplumsal sorunların çözümsüzlüğünde, modernitenin tezgâhında dokunan orta-sınıf, bürokrasi ve kentin rolü önemle değerlendirilmek durumundadır. Kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizm bağlamında yeniden inşa edilen orta sınıf, bürokrasi ve kent üçlüsü, kendini çekim ve çözüm merkezi olarak sunmakta ustadır. Kapitalist modernitenin yayılım ortamının ürünleri oldukları halde, kendi kökenlerini bağımsız ve orijinal göstermeye özen gösterirler. Geleneksel toplum üzerinde hegemonik güç olarak konumlanmayı öncelikleri sayarlar. Moderniteyle ilişkileri işbirlikçilik ve ajanlık temelinde olduğu halde, kendilerini modernitenin inşa güçleri olarak kabul ettirmek için her türlü çılgınlığı yaparlar. Bunları kurumsal faşizmin sosyal, kurumsal ve mekânsal temeli olarak tanımlamak mümkündür. Geleneksel topluma dıştan dayatıldıkları için tutmayan aşı görünümündedirler. Yabancılaşma gerçeklikleri köklüdür. Moderniteye ölüm kalım meselesi olarak sarılmaları yabancılaşmış gerçekliklerinden ileri gelmektedir. Kapitalist hegemonyacılığın doğrudan işgal ve sömürgeciliği gerçekleşemediğinden, kendileri yerli maskeli işgalci ve sömürgeci güç konumundadır. Toplumun iç işgalciliğini ve sömürgeciliğini yürütürler. Buna rağmen en keskin milliyetçi, devletçi, hatta toplumcu geçinmeleri bir ironi olarak karşımıza çıkar. Derinliğine düşündüğümde, bu kesimleri (ortaçağlardaki kralın prensliklerinin güncelleşmiş bir varyasyonu olarak) kapitalist merkezin şubeleri olarak değerlendirmek durumunda kalıyorum.
Özcesi konumları moderniteden kopyalama tarzında olduğundan çözümün değil, sorunun temel kaynaklarındandır. Modernitenin çözümsüzlüğü kendini en açık şekilde orta sınıf köksüzlüğünde, bürokrasinin tıkanmışlığında, kentin kentsizleşmesinde yansıtır. Tüm maskeleme çabalarına rağmen, sistemin yapısal krizini bu üçlü olguda çıplak olarak okumak mümkündür.
e- Filozof Nietzsche, kapitalist modernitenin insanlık ve çevre üzerindeki tahribatının anlamını derinliğine kavrayan ender kişiliklerdendir. Modernitenin süzgecinden geçmiş insanı toplum ve birey olarak iğdiş olmuş, karılaşmış, dekadan, posa metaforlarıyla değerlendirmeye çalışır. Eğretileme olarak, doğruya yakın bir görüş olarak katılırım. Daha büyük zulmünün hayvanlar üzerinde yaşandığını, bir atın başını kucaklayıp ağlamasıyla anlatmak ister. Ormanları bir sığınak, yaşamın korunacağı mekân olarak görür. Sık sık ziyaret eder. Üzerinde durduğu üst insan kavramı yanlış değerlendirilmiştir. Uygarlık boyunca gerçekleştirilen tüm köle tiplerini bir düşüş olarak görür ki, K. Marks’ın çok ilerisinde, insancıl bir yaklaşımdır bu. İşçileşmenin övünülecek, üzerine politika inşa edilecek bir varlık olamayacağını çok gerçekçi olarak değerlendirmiştir. Tarih bu görüşü doğrulamıştır. Üst insanı faşist bir yaklaşımın ön habercisi gibi görmek çok ucuz bir propagandadır. Onu her tür köleleşmeye, çevre yıkımına ve kişiliksizleştirmeye karşı bir kavram olarak yorumlamak daha doğrudur.
Güncel gelişmeler, küresel kriz, finansal boyut, işsizlik, sanal yöntemlerle tarihin en büyük soygun sistemleri arasındaki ilişkileri açığa çıkarmıştır. Avrupa merkezli modernite azamî küreselleşmeyi yaşarken, aynı döngü içinde yapısal krizinin ve sürdürülemezliğinin de farkına varmıştır. Zirve üstüne zirve yapıyorlar. BM, IMF-Dünya Bankası, NATO, AB ve kopyalarının sistem için yetersizliği iyice açığa çıkmıştır. Merkez bankaları, 7’ler, 8’ler ve 20’lerin paket üzerine paket açıklamaları, bilânçolar, işsizlik, borçluluk rakamları, üretim kapasitelerinin düşüşü, gıda sorunlarının gündeme köklü girişi vb. birçok gösterge, toplumsal tahakküm alanındaki ekonomik tekelciliğin kriz bağlantısını yansıtmaktadır.
Afganistan-Pakistan, İran-Irak, İsrail-Filistin örnekleri sadece Ortadoğu için değil, küresel çapta ulus-devletin çözümsüzlüğünü, kriz ve kaotik durum üzerindeki etkilerini yol açtıkları yıkım, döktükleri kan ve akıttıkları gözyaşlarıyla açığa çıkarmaktadır. Ulus-devletler insan toplumları için sadece en zalim yönetim araçları değil, çözümsüzlük kaynakları olduklarını kanıtlamaktadır. Bölgenin kültürel dokusunu parçalayan ulus-devlet, tarih boyunca uğranılan en büyük felâketi simgelemektedir.
Avrupa’nın kendisi için bile alârm zillerinin çalınması anlamına gelen kapitalizm ve endüstriyalizm ancak reformlarla sürdürülebilirken, Ortadoğu toplumunda yaşanan tarihsel sorunları sınır tanımayan çatışma ve savaşlara taşırması kaçınılmazdır. Ortadoğu toplumunda kapitalizmi ve endüstriyalizmi derinleştirmek, toplumun kendisine ve çevresine karşı savaşı yoğunlaştırmak anlamına gelir. Hangi kılıflar altında sunulursa sunulsun, hep üçlü sacayağı biçiminde stratejik bir savaş aracı olan modernitenin güncel somut hali bu yargıyı doğrulamaktadır.
İdeolojik hegemonya, oryantalizm gerçekleri çarpıtmaktadır. Ortadoğu’nun son iki yüz yılı, Batı modernitesi tarafından fethedilmektir. Ulus-devletçikler, montaj sanayileri, kamusal ekonomi sahtekârlıkları asıl gerçeği gizleyemez. Fethin emrinden bir an için çıkma cesareti gösteren Saddam Hüseyin’in başına gelenler ancak Fransa Kralı 16. Louis ile karşılaştırılabilir. Nasıl ki kralın başı koparıldıktan sonra Avrupa ateşin içine düştüyse, ulus-devlet kralı Saddam’ın idamı da Ortadoğu’nun zaten eksik olmayan sıcak savaş gerçeğinin daha da alevlenmesi, bölgeye yayılması ve süreklilik kazanması anlamına gelecektir, gelmiştir.
Oryantalist paradigmayı parçaladığımızda göreceğiz ki, ‘soğuk savaşın’ sonu Ortadoğu için sıcak savaşın üst evreye sıçraması demektir. 1991 Körfez Savaşı’nın soğuk savaşın bitiminden bir yıl sonrasına denk gelmesi bu görüşü doğrulamaktadır. ‘Uzun süre’ açısından baktığımızda, Ortadoğu için bu modernite savaşı Napolyon’un 1800’lerin başından itibaren Mısır’a adım atmasıyla başlamış, ulus-devletçikler yaratma, kapitalist acenteler oluşturma ve petrol başta olmak üzere jeo-ekonomik kaynakların endüstriyalizm talanıyla zirveye çıkarılmıştır. Modernitenin kalın çizgisel anlatımı budur. Gerisi ayrıntı ve bol döngülü kısa hikâyelerdir.
Bölge için sıkça kriz ve kaos kavramlarını kullanmaktan çekiniyorum. Yaşanan gerçeklik sıcak savaş ise, bunu kriz ve kaosa indirgemek yanıltıcı olacaktır. Şüphesiz günümüz savaşları ne ilk ve ortaçağların savaşlarına, ne de modernitenin iki dünya savaşına kadar yaşattığı savaş biçimlerine benzer. Özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarıyla birlikte savaşlar kitleselleşti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise toplumsallaştı. Modernitenin üç ayaklı canavar yürüyüşünü savaşların iç ve dış ayrımlarıyla toplum dışında verilme döneminin sona erdiğini, yeni döneminin toplumun içinde birleşik yürütülmesi anlamına geldiğini kavramak yeni özünün gereğidir. Genelde tüm Ortadoğu toplumunda yaşanan savaş gerçeğini, özelde en açığa çıkmış haliyle Filistin-İsrail, Afganistan-Pakistan ve İran-Irak savaşları gerçeğini bu kapsamda çözümlemek büyük önem taşır. Havsalaya sığmayan olaylar, süreçler bu kapsamdaki çözümlemelerle daha iyi anlaşılır kılınacaktır.
ABD-AB hegemonyasında yürütülen yeni Ortadoğu savaşları nasıl sonuçlanabilir? Daha da yaygınlaşıp yoğunlaşacaklar mı? Bölgeyi terk edebilirler mi? Ederlerse ve etmezlerse neleri beklemek olasıdır? Açık ki bu temel sorulara net, kesin cevaplar verilemez, ama farklı bir tarihsel aşamayla karşı karşıya olduğumuz kesindir.

Hiç yorum yok: