2 Mart 2010 Salı

Kürt Kızılbaş edebiyatının yasaklı tarihi


Bilinen en eski Türkçe yazı ürünleri Milattan 800 yıl sonraya , 8. yüzyıla dayanıyor. Oysa, bilinen en eski Kürt şairi Milattan 400 yıl önceye kadar uzanıyor. En eski Kürt şairi Borazboz’dur. Sadece 8. yüzyılla 12. yüzyıl arasında bugün elimizde 40 civarında Yaresan Kürt şairinin eseri var. Yine onbeş civarında o dönemde yaşamış, ürün vermiş Yaresan Kürt kadın şairi var. Ve bunların yarısı eserlerini bir tambur eşliğinde terennüm icra ediyor.



Sözlerime, 2009 yılında TBMM Onur Ödülü verilen ve uzun yıllar Amerika’da bilim adamı olarak çalışan Prof. Dr.Kemal Karpat’ın trajikomik sayılabilecek bir belirlemesiyle başlamak istiyorum. Profesör Karpat ki, Türkiye’de saygın kişiliklerden bir tanesidir ve bu yıl da TBMM Onur Ödülü kendisine verilmiştir. Bu kişi, 1960’lı yıllarda yayımlanan Türk Edebiyatında Sosyal Konular konulu bir kitabında şöyle ilginç bir belirlemede bulunuyor. Bu, aslında bize göre trajikomik bir belirleme. Diyor ki Karpat: “Doğu Anadolu’da bir öğretmenin anlattığı şu durum karşısında şairler çekimser kalamaz elbette. Bingöl’de neşe diye bir şey yok. Hiç şarkı duymadım. Arkadaşım öğretmen Hanefi Bey 3 yıldır buradaymış, o da şarkı diye bir şey duymamış”.

Şimdi Prof. Karpat’ın, dönemin Elazığ Halkevi yayın organı Altan Dergisi’nin 38’inci sayısından yaptığı bu alıntı birçok açıdan ilginç nitelikler taşıyor. Bir defa bu belirlemeyle yöre halkının yani Dersim eyaleti içinde yer alan Bingöl ilinde ve çevresinde insanların hiç şarkı söylemedikleri, dolayısıyla oraya giden öğretmenlerin de hiç şarkı duymadıkları söyleniyor, iddia ediliyor. Bununla, bir bakıma Kürtler’de şarkı geleneğinin, kültürünün olmadığına bir karine oluşturulmak isteniyor. Çünkü metnin bütünlüğü içerisinde bunu görüyoruz, anlıyoruz. Bunu söyleyen, bu belirlemeyi yapan Altan dergisinin, Elazığ Halkevi’nin yayın organı olarak devlete yakın bir kurum olduğu; bu kurumların temel amacınınsa, bir yandan Türk kültürü adına halk kültürlerini derleyip onlara ipotek koyma yoluyla, Türk kültürünü zenginleştirme gibi bir amacı olduğu gibi; kitleleri Kemalistleştirme, Kemalist ideoloji doğrultusunda yönlendirme amaçlı bir kurum olduğu biliniyor zaten. Bu alıntıyı yaparken şu hususa dikkat edilmiyor... 1937-38, Dersim’de 10 binlerce kişinin öldürülmesiyle sonuçlanan büyük bir katliamın gerçekleştiği bir tarih. Oradaki insanların dili ne? Ya Kurmancî’dir ya da Dimilkî, yani Kürt dilinin Kurmancî ya da Dimilkî/Zazakî lehçeleridir. Durum böyle olunca o insanlar şarkı söyleyecek olsalar, bunu mutlaka kendi dillerinde söyleyecekler, kendi dillerinde şarkı söylemek bile yasak o tarihte. İkincisi o insanlar öylesine şartlarda olsa olsa ağıtlar yakarlar. Bu ağıtları yaksalar yine kendi dillerinde yakacaklar. Bunun da bir suç teşkil edeceği bilindiği için devletin bir temsilcisi gibi görülen bir öğretmeninin yanında kendi ana dillerinde şarkı ya da ağıt yakmayacaklarına göre, o insanların bu konuda sessiz kalmaları son derece doğal. Gel gör ki, bu olguyu anlamayan, bunu hissetmeyen oradaki bir öğretmen ya da ondan alıntı yapan bir bilim adamı, orada insanların şarkı söyleyemediğini, şarkı unsurunun yer almadığını, adeta bir Kürtçe edebiyatın olmadığını, şiirin olmadığını söylemeye getiriyor lafı... O nedenle diyorum, trajikomik bir olay diye... Bu sebeple, ben bu alıntıyı daha önce Kürt Müziği Dansları ve fiarkıları adlı üç ciltlik eserimin ikinci cildininin önsözünde yer vermiştim. Bu çarpıcı iddiaya cevap olmak üzere, sadece bu kitapta bile Bingöl ve çevresi başta olmak üzere sözü edilen bölgeden 300 ‘den fazla Dimilkî, yani Zazakî yani Kırmançki ağıt ve şarkıya yer verdim. O bölgede, bilindiği gibi daha çok kılam ve stran ya da kİlamê şîn olarak nitelendirilen edebiyat türlerine yer verdim. Tamamı notalı. fiimdi, o tarihlerde insanların bilinci daha yeniyken; sözlü edebiyat çok daha gelişkinken, bunların tabii ki tespit edilmemiş olması, bunların o zaman derlenmemiş olması büyük bir kayıp. Aradan nice zaman geçtikten sonra ki, bugün 2009 ‘da olduğumuza göre 70 yıl gibi bir zaman geçiyor; 70 yıl sonra bunları biz derliyoruz, topluyoruz. Kaldı ki, benim bu derlemem bile sadece kimi ülkeye gidemeyen yasaklı birkaç Kürt aydının bölgede yaptığı ve büyük bir bölümü de yasaklı olan, ülkeye bile giremeyen insanların dışarıdaki Dersimliler’den ya da Bingöllüler’den yaptığı derlemelerden oluşuyor. Açık ki, o bölgenin hâlâ sözlü gelenekte yaşayan kültür ürünleri karşısında devede kulak bile değil derleyip yayımladığımız bu ürünler.

Müzik cephesinden bir başka sığ değerlendirme
Şimdi bu belirlemeyi yaptıktan sonra , buradan başka bir hususa geçeyim. Bir vesileyle, halihazırda Alevi müziği konusunda yer yer derlemeler ve çalışmalar da yapan Arif Sağ adlı arkadaşımızın, Dersim’de adeta Alevi Edebiyatı bulunmadığına ilişkin bir iddiasına da kısaca değineyim. Şimdi, olguları toplumsal gerçeklik, diyalektik birlik, sonra toplumsal ortamla toplum ilişkisi ya da toplumsal ortamla birey arasındaki ilişkiyi kuramadan değerlendiren insanlar için bir yanılgı adeta kaçınılmaz olur.

Şunu bilmesi lâzım bir kişinin: Alevi Edebiyatı denen olgu sadece Kürt veya Türk dilinden oluşanlardan ibaret değildir. Açıktır ki, her toplumda yani Türkler’in yanısıra Kürtler’de Araplar’da ya da Balkan unsurlarında da birçok Alevi var. Kürtler, dünden bugüne bu Alevi Edebiyatını hangi dilden işleyip icra ediyorlardı? Kendi dilleriyle... Neydi bu? Sözgelimi İran’daki Goran bölgesinde daha çok Goranice olarak bunu uyguluyorlardı. Kaldı ki, Goraniler’in kutsal kitaplarında da çok yoğunlukla manzum parçalar vardır. Aynen Zerdüştilerin Zendavesta’sındaki Gatalar yani “manzum lirik parçalar” gibi, Goranların kutsal kitaplarının da omurgasını şiir ve edebiyat ürünleri oluşturuyor. Öte yandan, bakıyorsunuz Kakeiler’de benzeri şeyle karşılaşırsınız. Öte yandan , Kürtler’e özgü bir din olarak kabul edilen Ezidilik’de aynı şeyi görüyorsunuz. Ezidiler ağırlıkla Kurmancî konuştukları için kendilerinin gerek beyitleri gerekse qawilleri Kurmancî lehçesinde üretilmiştir. Aynen bunun gibi, Türkiye’de yaşayan Zaza/ Dimilî unsurların ve toplulukların da kendi şarkısını, kendi dini metinlerini, âyet, beyit ve ilahi gibi manzum parçalarını kendi dillerinde oluşturmaları son derece doğaldır. Bunun gibi, Alevi Kurmanc Kürtler’in de kendi dillerinde bu ibadetlerini yürütmeleri, öte yandan kendi dillerinde klamlar ve stranlar gibi beyitlerini, âyetlerini oluşturmaları son derece doğal bir oluşumdur. Gel gör ki, özellikle Kürdistan’ın kuzey parçasında, özellikle Türkiye içinde Kürt kültürü üzerinde ve Kürt dili üzerinde büyük bir yasak ve asimilasyon uygulandığı için ne yazık ki buradaki Kızılbaş Kürtlerin edebiyatı daha çok Türkçe’ye evrilmek durumunda kaldı. Dolayısıyla, benim yetiştiğim dönemde Alevi meclislerinde, onlarca Kürtçe âyet ve beyit okunmakta iken, bilinen asimilasyon ve baskı dolayısıyla bunlar hızla azaldı. Daha doğrusu bu unsurlar, gerek Kurmancî lehçesinde gerek Zazakî/ Dimilkî lehçesinde yazı dilini bilmedikleri ve öğretilmediği için ve bunlar yazıya da geçirilmediği için, bunların önemli bir bölümü kayboldu. Bizim bugün derlediklerimiz, ancak bunların geriye kalan çok sınırlı ürünlerinden oluşuyor. Bu sebeple de özellikle bütün yaşamı boyunca şiirle düşünüp şiirle söyleşmeyi gelenek haline getiren Kürt toplumunun bu özelliği sözlü edebiyatta yaşıyor. Böyle olduğu içindir ki, bize düşen görev öncelikle bu ürünler büsbütün yok olup gitmeden, sözlü edebiyat düzleminde kalan bu son ürünleri mutlaka tespit edip yazılı literatüre geçirmektir.

Dersim Kızılbaşlığının inanç ve kültür kaynakları
Şimdi gelelim Dersim bölgesi ya da daha özetle Kızılbaş Kurmanclar’la Kızılbaş Dimilîler’in inanç kaynakları ile yarattığı edebiyat ürünlerine. Şunu öncelikle söyliyelim ki; insanlık tarihi boyunca inançlar, dinler hep varolageldi. Bugün, din denince hemen semavi dinler akla geliyor. Semavi dinlere bakıyorsunuz; en eski semavi dinlerin en eski kitabı milattan 300 yıl önce tamamlanıyor. Yani bundan 2300 yıl önce. Oysa insanlık tarihine baktığınızda bunun kat kat fazlası olduğunu göreceksiniz. Dolayısıyla, insanoğlu var olduğu sürece, insanların inanıp bağlandığı dinler ve inanç sistemleri hep vardı. Neydi bunlar, bunlar semavi olmayan semaya yani göğe atfedilmeyen doğal dinlerdi. Bu nedenle bugün bile dünya yüzünde iki kategoride din var.

Temel olarak bunlardan bir tanesi eskiden beri insanoğlunun yaratıp yaşatıp bugünlere getirdiği doğal, evrensel, felsefi dinlerdir. Bir tanesi de, önce Tevrat’la ortaya çıkan semavi dinlerdir. Salt Tevrat’tan bile baksak, Tevrat’ın sahibi kabul edilen Musa Peygamber, Milattan 1300-1400 yıl önce yaşıyor. Oysa Tevrat’ın tamamlanması Milattan 300 yıl önce. Bu demektir ki, sadece Tevrat’ın tamamlanması 1000 yıllık bir süreyi kapsıyor ve açıktır ki Musa bin yıl yaşamadığına göre, Tevrat çeşitli kişiler eliyle yazılıp gelmiştir. Zaten Tevrat’ın da 5’te 1’i Musa’nın sözü, Musa ve çevresinin sözü olarak kabul edilir. Geriye kalan 5’te 4’ü sonraki bin yıllık süreç içerisinde o inancı, o dini benimseyen dini önderlerin eklemeleriyle oluşuyor. Ve Milattan 300 yıl önce Tevrat tamamlanıyor. Peki, gerek bu bölümler gerekse bizzat Musa’ya atfedilen daha çok mitolojik öğeler nerden kaynaklanıyor. Bir bakıyorsunuz ki, bu 5’te 1’ini oluşturduğu söylenen ve Hz. Musa’ya atfedilen o mitolojik olaylar, olguların da nerdeyse tamamı eski efsanelerden, başta Gılgamış Destanı olmak üzere eski destanlardan kaynaklanıyor. Gılgamış olayına bakıyosunuz, bunun da yine eski uygarlıklarla eski inançlarla birebir alakası var. Böyle olunca bugün Kızılbaşlık’tan Alevilik’ten söz edildiğinde bizim coğrafyamızda yaşayan inanç sisteminden söz edildiğinde ki, ben bunu “doğal ve felsefi, evrensel bir din” olarak nitelendiriyorum; bugün Kızılbaşlığı ve Aleviliği, bunların çok somut kaynaklarını bir defa Sümerler’de ve Hititler’de görmek mümkün. Sümerler ve Hititler’den bu yana yazılı kaynaklar ve görsel ürünler bu güne aktarıldığı ve elimizde olduğu için biz rahatlıkla o döneme yaslıyabiliyor, dayandırabiliyoruz. Çünkü hiçbir dinin ve inancın başlangıç noktasını tam belirlemek mümkün değil. Başlangıçta bir noktada insanlıkla birlikte varolup geldiği için, belli bir dönemde yazıya dönüştürüldüğü için, biz çok sonra kaynak olarak eski Sümer ve Hitit uygarlıklarını görüyoruz ve gerçekten Sümer ve Hitit uygarlıklarıyla bugünkü Kızılbaş Aleviliği arasında çok büyük benzerlikler var. Nedir bu benzerlikler: Alevilik’te de, tanrı insanda görülüyor, o uygarlıklarda da.

“İnsanlar ölümcül tanrılar, tanrılar ölümsüz insanlardır”
Hatta Gılgamış’ta da böyle bir belirleme var: “İnsanlar ölümcül tanrılar, tanrılar ölümsüz insanlardır”. Ve bakıyorsunuz erkek tanrılar olduğu gibi kadın tanrıçalar da var o uygarlıklarda. Alevilik’te de cins ayrımı olmaksızın erkeklerde de kadınlarda da bu tanrısal güç görülür. Tanrı- insan anlayışı egemendir. Bakıyorsunuz ibadetler, kadınlar ve erkeklerle birlikte yapılıyor, bugün de öyle. Bakıyorsunuz o dönemde ibadetler çeşitli müzik enstrümanlarıyla bugünkü bağlama, tamburun benzeri ya da Ezidilerin ve kimi başka tarikatların kullandığı def, erbane türü çalgılarla yapılıyor, bugün de bu sürdürülüyor. O zaman da dem ve lokma olgusu var, bugün de var. O zaman da semah gösterisi var bu dini ritüellerin ayrılmaz bir parçası olarak, bugün de Aleviler’de var. Tanrıyı insanda görme olgusundan ve bu ritüellerin benzerliğinden yola çıkılarak bugünkü Kızılbaşlığın; Kürdistan, Anadolu ve Mezopotamya Kızılbaşlığının doğrudan o eski kültürler,uygarlıklar, inançlarla, bağlantılı olduğunu biz rahatlıkla görebiliyoruz. fiunu ayrıca söylemeliyim, Kürtler özelinde geçmişte de bu coğrafyada varolan birçok kültür, birçok uygarlık aynı zamanda Kürtler’in de öncelini oluşturuyor. Başka bir söyleyişle, Kürtler de bu uygarlıkların bu kültürlerin bu inançların günümüzdeki varislerinden bir tanesidir. Ve başka bir önemli saptama da şudur: Demin sözünü ettiğim bütün bu felsefi doğal dinler o coğrafrayada, Mezopotamya coğrafyasında çıktığı gibi, en kapsamlı kitaba sahip olan Zerdüşt dini de bu coğrafyada ortaya çıkmıştır. Milattan 600-700 yıl önce bir kitaba sahip olan Zerdüşti dini- inancı, bugün elimizde belgesi de olan bu din, aynı coğrafyada sonradan boy veren birçok dinin, uygarlığın da en temel taşlarından bir tanesidir. Bunu gerek ritüellerde, gerekse felsefenin özüne ilişkin hususlarda görüyoruz. Daha sonra, bu coğrafyada bunun en yakın takipçilerinin, Mazdekçiler olduğunu görüyoruz ki, Mazdekçilik Batı literatüründe “Mazdekçi Komünizm” olarak adlandırılmaktadır. Hümanist, toplumcu yapısından sonra, Mazdek öldürüldükten sonra onun yerine geçen karısı Hurreme bu düşünceyi, bu inancı daha da sistemleştirerek Hurremiliğe dönüştürüyor ve Hurremilik, Mazdekcilikle beraber bu coğrafyada 500 yıl devam ediyor. Onun akabinde, bakıyorsunuz yine kaynağını buradan alan Yaresanlık diye bir din, bir inanç sistemi var ki, bu, başta Kürtler olmak üzere bu coğrafyadaki kimi halkları oldukça etkilemiş ve bugünkü Kızılbaş Aleviliğinin de en yakın, en temel kaynaklarından birini oluşturmuştur. Bu noktada, şunu özellikle söyleyeyim; biz uzak dönemi bir tarafa bırak, yakın dönemimizi bile yeterince bilmiyoruz; dahası sadece öğretilen resmi ideolojinin bize öğrettiği ile yetiniyoruz çoğu kez.

Yaresanlık ve Alevilik
Oysa ben şunu sadece söyleyeyim, bugünkü Kızılbaş Aleviliğinin temel kaynağı olarak nitelendirdiğim Yaresanlık hakkında Batıda doktora çalışmaları yapıldığı halde, bugün Türkiye’deki bir Alevi araştırmacı bile çoğu zaman bundan haberdar değil. Oysa bizim açımızdan, gerçekten Kızılbaş Aleviliğini kavramak açısından bu son derece önemlidir. Çok somut olarak örnek vereyim size. Bilinen en eski Türkçe yazı ürünleri Milattan 800 yıl sonraya , 8. yüzyıla dayanıyor. Oysa, bilinen en eski Kürt şairi Milattan 400 yıl önceye kadar uzanıyor. En eski Kürt şair Borazboz adında bir şair. Sadece 8.yüzyılla 12. yüz yıl arasında bugün elimizde 40 civarında Yaresan Kürt şairinin eserleri var. Yine onbeş civarında o dönemde yaşamış, yetişmiş, ürün vermiş Yaresan Kürt kadın şairi var. Ve bunların yarısı eserlerini bir tambur eşliğinde terennüm ediyor, icra ediyor. Aynen bugünkü kadın ya da erkek âşıklar gibi. Hepsinin adını tek tek okuyacak değilim. Bunların bir sıfatı, bir özelliği var. Bunların sıfatı “baba” ya da “babe”dir. Şimdi “baba”lığın ya da “babe”liğin ya da bizim Anadolu Kürtçe’sinde “bave, bavo” söylemlerinin eski Kürtçeden ve Farsçadan geldiği bilinmeden, bunların Türkçe olduğunu sanan -ki bu aynı zamanda Rusça’ya da geçmiştir-, bu sıfatın Türkçe olduğunu sananlar, Aleviliğin temel kaynağı olarak Türk kültürünü gösterme eğilimindedirler ki, bu aynı zamanda büyük bir yanılgıdır. Ben, hem şairlik hem dini misyonundan dolayı baba sıfatıyla anılan bu şairlerden sadece birkaç tanesinin adını aktarayım: Babe Raxê Hemzani, Babe Hatemê Loristani, Babe Lorey Loristani, Babe Nicumê Luristani, Babe Serhengi Devdani, Baba Tahirê Uryan, Babe Gerçekê Hewrami ve daha onlarcası...

Şimdi burada dikkati çeken husus, bunların hem şairlik sıfatının hem de dini sıfatının “babe” ya da “baba” olmasıdır. Daha sonra Anadolu’da boy veren Alevi önderlikli isyanların liderlerinin, Baba İlyas ya da Baba İshak olarak nitelendirilmesi, adlandırılması herhalde dikkatten kaçmamıştır. Bugün Anadolu’nun ilk önemli mutasavvuşarı ya da Kalenderi, Haydari, Hurufi gibi Alevi dini önderlerinin önemli bir bölümünün sıfatı baba’dır, babe’dir. Yaygınca bilinen Barak Baba dışında, Baba Ali, Baba Cafer, Baba Dilenci, Baba Hasan, Baba Hemşa, Baba Hoşgeldi, Baba Hüseyin, Baba Kemal, Baba Safa-yı Kalender, Baba Sultan-ı Kalender, Baba Süngü gibi birçok Anadolu ermişi ve halk filozofu hep bu sıfatla anılmışlardır. İşte bu sıfatlar, bu düşünceden, bu inançtan, bu mansıptan kaynaklanıyor...

Yaresan Kürt kadın şairleri
Yine şair- kadınların sıfatlarından bir tanesi “dayê”dir. Bugün Alevilikte dini bir misyon olarak kullanılan “ana” sıfatı, Yaresan Kürtleri’nde “dayê”dir, “xanim”dır, “xatûn”dur: Celale Xanima Loristanî, Dayê Tewraza Hevramî, Rihan Xanima Loristanî, Lîza Xanim, Nazdar Xatûn, Nergîz Xanim gibi 7-8. yüzyıldan 12-13. yüzyıla doğru giden 12 -15 civarında kadın şair gelip geçmiş ki, tamamı o dönemin Kızılbaş/ Yaresan Kürt şairleridir.

fiimdi, özellikle bu bölgeden yani Loristan bölgesinden bunların çıkmış olmasının temel sebebi, İslamiyetin en geç o bölgelere ulaşmasındandır. Yani bunlar eski inançlarını, din sistemlerini korudukları için, hem kendi ana dilleri olan eski Kürtçe’de eser veriyorlar, hem de hâlâ İslamiyetin etkisinde değiller; Yaresan /Kızılbaş Kürt kimlikleriyle sürdürüyorlar. Bunlardan mesela bir tane örnek vereyim: 10. yy’da yaşamış 11. yy başlarında ölmüş Baba Tahir Uryan diye bir şahsiyet vardır ki, bugün bunun divanı elimizde. Bu şahsiyet, İran’ın ünlü şairi Ömer Hayyam’dan 150 yıl önce, Anadolu’nun ilk Alevi şairi kabul edilen Yunus Emre’den 200 yıl önce, yine tasavvufi düşüncenin, Mevlevi düşüncesinin piri- babası konumunda olan Mevlana Celaleddin-i Rumi’den 200 yıl önce yaşadığı ve bunların hem şiir hem düşünce babası olduğu halde, bırakın dışarıdaki insanı ne yazık ki Kürt araştırmacılar bile yeterince tanımıyor, bilmiyorlar. Bunun temel sebebi, Baba Tahir Uryan’ın Yaresan Kürdü olması yani Kızılbaş Kürt olmasıdır. Oysa diğerlerini bütün dünya bugün tanıyor. Bugünkü Kızılbaş/ Aleviliğini anlamak için bizim öncelikle bu Yaresan Aleviliğini bilmemiz, bu geleneği bilmemiz gerekiyor. Yani bugünkü Kızılbaşların Aleviliğinin ataları, geçmişte aynen bu 40-50 civarında şairle örneklediğim gibi, kendi ana dillerinde şiir yazıp kendileri ibadetlerini, ritüellerini, törenlerini tambur türü bir enstrüman eşliğinde icra ederlerken; bugün insanların anadillerinden uzaklaşarak, egemen moda dille ibadetlerini yapmalarını doğru algılamak gerekiyor. Bu, bir özelliği gösteriyor. Burada şairlerin aynı zamanda “babe, baba” ya da kadınların “daye” ya da “xatun” olarak adlandırılmaları; aynı zamanda şiirin, edebiyatın dini kimliklerle, dini misyonla ne kadar içiçe geçtiğini gösteriyor. Yani bunlar hem şair hem de dini önder. Zaten Kızılbaş Aleviliğini, edebiyattan soyutlamak mümkün değil. O sebeple de edebiyat bilinmeden Aleviliği anlamak mümkün değil. Çünkü, hem kutsal metinlerini kendileri manzum olarak yazmışlar, kaleme almışlar ve öylece edebiyat yoluyla yaşatmışlar, hem de bunun yanısıra birer kutsal kişilik gibi algılanmış bugünkü yakın dönemin âşıkları, şairleri, dervişleri, hakikatçileri gibi. Bunlar da birer kutsal kişilik olarak kutsanmışlar, benimsenmişler. Çünkü ritüellerine esas alınan şiirsel ürünlerin aynı zamanda yaratıcıları, dahası kutsal kitapların da yazıcıları olmuşlar.Bunlar gaybi bir güce atfedilmiyor, bunların kişiler eliyle yazıldığı biliniyor. Yani bir yandan Musa ve yandaşları Tevrat’ı yazıp düzdükleri, İsa ve çevresi İncil’i yazıp düzdükleri, öte yandan Muhammet ve çevresi Kuran’ı yazıp düzdükleri ve sonradan gelenler öncekilerden kopya aldıkları halde, bunlar bir gaybi güce atfedilir. Halbuki Alevilikte, doğrudan o işin yaratıcısı tanrı- insan, ermiş kişilerin şahsında tecelli eder ve öyle benimsenir. Bir başka önemli hususu da şöyle açıklayayım. Sadece şiirsel ürünlerde değil; ahlakî,dinî öğüt ve ibadet esaslarını belirleyen dinsel metinlerin de bir bölümü erkek, bir bölümü kadınlar tarafından yazılmıştır. Yaresan dini ve devamı inançların kutsal kabul edilen dini metinleri, ister sözel anlatı bölümü olsun, isterse manzum -şiirsel bölümleri olsun, hep kendi dini önderleri eliyle yazılmıştır. Bugün haklı olarak Kürt edebiyatı tarihçileri diyorlar ki, “eğer Yaresan- Aleviliği olmasaydı Kürt edebiyatı bugün böyle gelişmiş olmazdı. Başka bir deyişle, Kürt edebiyatının temelini atan Yaresan Alevi Kürtler’dir” deniyor ki, bu belirleme son derece önemlidir.

Yazılı edebiyatın önemi
Günümüzde, yakın döneme kadar Kürt dili, Kürt edebiyatı, Kürt müziği yasaklanmış olduğu için ne yazık ki Kürtçe’nin -buna Kırmancî lehçesini de Zazakî/Dimilkî lehçesini de katabilirsiniz- aleyhine bir gelişme seyri izledi. fiimdi siz bir dilin eğitimini vermiyorsunuz; dolayısıyla bir dilin eğitimini almayan, bunun gramerini bilmeyen, bunun yazılı ses değerlerini tanımayan bir insanın, kendi ana dilinde ürettiği bir şiiri ya da bir müziği yazıya geçirmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bu, sözlü gelenekte kalmaya mahkum oluyor. Yazılı edebiyata geçenler ancak bugüne kalabiliyor , onlar bilince çıkartılabiliyor. Ötekilerin çok önemli bir bölümü, yüzyıllar içerisindeki bu yasaklar, özellikle de İttihat -Terakki’den bu tarafa olan yasaklamalar dolayısıyla, ipotek koymalar dolayısıyla alabildiğine yıkıma ve kayba uğradı. Bu sebeple de, günümüzde en azından dediğim gibi son ürünleri tespit etmek, belirlemek, derlemek başlıbaşına bir görevdir.
YARIN: Dersim’de Hakikatçı Alevilik
MEHMET BAYRAK

Hiç yorum yok: