2 Mart 2010 Salı

Kürt kültürel değerlerini çarpıtma politikası


Kürt halk müziği ve şarkıları konusunda ilk derlemeleri yapan Ermeni araştırmacı Xaçatur Abovyan, „Şarkı söylemeyen Kürt yok gibidir, her Kürt aynı zamanda bir halk sanatçısıdır“ derken bir gözlemini dile getiriyordu. Yine Alman gezgin ve araştırmacı Moritz Wagner, „Kürt şarkılarının Önasya’da çok yaygın olduğunu ve bunların bazılarının çevrilerek Ermeniler ve Türkler tarafından da söylendiğini“ belirtirken, bir gerçeğe parmak basıyordu.


 İlgili Başlıklar








 
Dêrsîm’de Kürt kültürüne saldırı - 1
Şiirin ya da şiirsel söyleyişin, insanlık tarihinin en eski sanat dallarından biri olduğu kabul edilir. İnsanlar, öncelikle sözlü kanalları kullanarak şiir söylemeye başladılar, daha sonra bu anlatımlarını resme döktüler, alfabenin bulunmasından sonraysa ürünlerini sesin sembollerle işaretlenmesi anlamına gelen yazıyla bilince çıkardılar. En eski edebiyat türünün şiir olduğu, düz anlatı yani nesir tarzının ise çok sonra ortaya çıktığı, genellikle kabul gören bir düşüncedir. En eski insan topluluklarının en yakın devamcısı kabul edilen köylülerin; tüm duygu ve düşüncelerini dörtlük (mani, çarîn, dûrik) gibi kısa, destan gibi uzun şiirlerle ifade ederken; düzyazılı anlatımda duraklamaları buna kanıt olarak gösterilir.

Semavi dinlerden önceki doğal ve felsefi dinlerin kitap ve kutsal metinlerinde, şiirsel ve müzikal anlatım önemli bir yer tutuyordu. Nitekim, Kürtler’in ve Arî birçok halkın geçmişte mensup bulunduğu Zerdüştiliğin kutsal kitabı Avesta’nın „Gathalar“ı, esas olarak manzum-lirik parçalardan oluşmaktaydı. Sonraki süreçte de, kaynaklarını eski kültür ve uygarlıklardan alarak bu coğrafyada ortaya çıkan doğal-felsefi din ve inançlarda şiir ve müzik son derece önemli bir yer tutmuştur. Nitekim, gerek eski Hitit uygarlığı kalıntılarında, gerekse Zerdüştî tapınaklarında, bugün başta Alevilik olmak üzere kimi dinsel ritüellerde kullanılan çalgıların benzerlerine ilişkin çok sayıda kabartma resme rastlanmaktadır ki, bunların icracılarına adeta birer kutsal kişilik olarak bakılmakta ve öyle algılanmaktadır.

Sözgelimi, Batı literatüründe daha çok Yarsanizm, Doğu literatüründe daha çok Ahlêhaqlık/ Ali-İlahilik/ Kakailik olarak bilinen Yaresan Aleviliği çerçevesinde, salt 7.-13. yüzyıllar arasında yaşamış 40 dolayında kadın ve erkek şairin eserleri bulunuyor bugün elimizde. Kürt edebiyatının da bir bakıma temelini oluşturan ve bir dinsel-kutsal kişilik gibi görülen bu şairlerin erkek olanlarının dini mansıbı „Baba/ Babê“, kadın olanlarınsa „Dayê veya Xatûn“dur. Bu sıfatlar, sonraki Aleviliğe ve Bektaşiliğe de geçmiştir. Bu nedenle; en azından Sümerler’den başlayarak yani yaklaşık 4500 yıllık süreçte insanların „her zaman, her yerde, her tarzda ve her biçimde“ şiir söylediklerini ve destanlar yarattıklarını rahatlıkla söyleyebiliyoruz.

Kendisi de Selahaddin Eyyubi soyundan gelen, tanınmış ressam ve şair Prof. Bedri Rahmi Eyuboğlu, ne diyordu köy şairleri ve türküleri için:

Ah bu türküler
Türkülerimiz
Ana sütü gibi candan
Ana sütü gibi temiz

Türkülerde tüter dağ dağ yayla yayla
Köyümüz, köylümüz, memleketimiz
Ah bu türküler köy türküleri
Dilimizin tuzu biberi
Memleketin ahvalini onlardan sor
Kitaplarda değil türkülerde ara Yemen’i
Öleni kalanı gidip gelmeyeni
Ben türkülerden aldım haberi
Ah bu türküler köy türküleri
Mis gibi insan kokar mis gibi toprak
Hilesiz hurdasız çırıl çıplak
­ Dişisi dişi erkeği erkek
Kaşı kaş gözü göz yarası yara
Bıçağı bıçak
Ah bu türküler köy türküleri
Karanlık kuyularda açılmış çiçekler gibi
Kiminin rayhasından geçilmez
Kimi zehir gibi zemberek gibi

Ah bu türküler köy türküleri
Ne düzeni belli ne yazanı
Altlarında imza yok ama
İçlerinde yürek var
Cennet misali sevişen
Cehennemler gibi döğüşen
Bir çocuk gibi gülüp
Mağaralar gibi inleyen (Türküler
Dolusu, Dol Karabakır Dol, 1974).

Gerçekten, ayakları bu topraklara basan, bu topraklarla yoğrulmuş insanların canlı tarihi gibidir türküler, kılamlar ve halk şiirleri. Yüzlerce, binlerce yıllık tarihinde Anadolu ve Mezopotamya insanı „şiirle düşünüp, şiirle söyleşmeyi“ bir gelenek haline getirmiş. Yine aynı aileden gelen İsmet Zeki Eyuboğlu ise, „Bir türküdür Anadolu insanı“ diyerek özetliyor görüşlerini. Bu nedenle, „Anadolu insanını anlamak, tanımak, türkülerini/ kılamlarını anlamakla, tanımakla olur“ dersek, sanırım yanılmış olmayız.

Çarpık bir yaklaşım
Tarihsel ve toplumsal gerçeklik böyleyken, 2009 yılında kendisine TBMM Onur Ödülü verilen, ömrünün büyük bölümünü Amerika’da geçiren ünlü tarihçi Prof. Dr. Kemal Karpat; Kemalizmin kültür ve iletişim birimleri olarak kurulan Halkevi’nin Elazığ Şubesi’nin yayın organı Altan dergisinin, Dêrsîm Katliamı döneminde yayımlanan Nisan-Haziran/1938 tarihli sayısından şu alıntıyı aktarmaktadır: „Doğu Anadolu’daki bir öğretmenin anlattığı şu durum karşısında, şairler çekimser kalamaz elbette. (Bingöl’de neşe diye birşey yok. Hiç şarkı duymadım. Arkadaşım öğretmen Hanefi Bey, üç yıldır buradaymış, o da şarkı diye birşey duymamış…)“ (Bkz. Türk Edebiyatında Sosyal Konular)

Bu alıntıyı aktaran Karpat, Altan Dergisi’nin Dêrsîm Katliamı döneminde Kemalizmin ateşli yöresel sözcüsü olduğunu; Kürtçe müzik ve şarkının yasak olduğunu, dahası bölgede onbinlerce insanın katledilmesiyle sonuçlanan büyük bir trajedinin yaşandığını unutarak, bir bakıma Kürt dilinde şarkı yaratılmadığını söylemeye getiriyor…

‘Şarkı söylemeyen Kürt yok gibidir’
Türkiye’de, 1991 yılında ilk kez Kürt Halk Şarkıları’ndan oluşan (Kilam û Stranên Kurdî) ve toplatılıp, iki yıl hapis cezası almama yolaçan bir inceleme-antoloji çalışması yayımlamış bir araştırmacı olarak, bilim adına bu söylemden utanç duymuş ve bu belirlemeyi, 11 yıl sonra üç cilt olarak yayımladığım Kürt Müziği, Dansları ve Şarkıları konulu çalışmamın önsözünde şöyle eleştirmiştim:

„Bu alıntı birçok açıdan ilginç ve düşündürücü… Acaba, neden bu görevli öğretmenler, Bingöl yöresinde hiç şarkı duymamışlar? Bu yörelerde şarkı söylenmediği için mi, yoksa başka nedenlerle mi? Halk kültürünün başka dallarının yanısıra şarkı ya da türkü dalında da zengin bir potansiyele sahip, şarkıyla düşünüp şarkıyla söyleşmeyi adeta bir gelenek haline getiren bölge insanının, öğretmenlerin gözlemlediği gibi ‘hiç şarkı söylememesi’nin kuşkusuz başka nedenleri olmalıdır ve bunun nedenleri yazarın sandığı kadar da zor değildir…“

Yüzlerce yıldan bu yana değişik siyasetlerle bunaltılan; varlık-yokluk kavgası ve kimlik mücedelesi vermek zorunda bırakılan, başı binbir sorunla ağrılı ve dumanlı Kürt toplumunun, hele hele Kızılbaş-Kürt/ Dimilî kimliğiyle Dêrsîm ’in yaşadıkları bilinmeden veya gözetilmeden nasıl sağlıklı bir yargıya varılabilirdi. Kürtçe şarkı söylemenin ve müzik yapmanın, daha 1925’te Şark Islahat Planı ile yasaklandığı bilinmeden, sağlıklı bir yargıya varılabilir miydi? Kürt halk müziği ve şarkıları konusunda ilk derlemeleri yapan Ermeni araştırmacı Xaçatur Abovyan; „Şarkı söylemeyen Kürt yok gibidir, her Kürt aynı zamanda bir halk sanatçısıdır“ derken bir gözlemini dile getiriyordu. Yine aynı dönemlerde Alman gezgin ve araştırmacı Moritz Wagner, „Kürt şarkılarının Önasya’da çok yaygın olduğunu ve bunların bazılarının çevrilerek Ermeniler ve Türkler tarafından da söylendiğini“ belirtirken, bir gerçeğe parmak basıyordu.

Türk olmayan dil ve kültürlerin kötü gösterilmesi politikası
Yine 2002 yılında yayımlanıp, toplatılmış ve yargılanmış olan 3 Ciltlik inceleme- antoloji çalışmam (Büyük boy, 1842 sayfa), Kürdoloji literatüründeki en kapsamlı çalışma niteliğinde. Bu çalışmada, salt Dêrsîm bölgesinden 300 dolayında Dimilkî ve Kurmancî kılam ve strana yer verilmiştir. Bilinmektedir ki; bugüne kadar ipotek konan Kürt halk şarkılarının büyük bölümü, ezgileri korunup sözleri çevrilerek , değiştirilerek ya da üstüne yeni söz yazılarak Türk Halk Türküleri olarak okunmaktadır. Bunlar bir bakıma (Türkçe sözlü Kürt halk şarkıları)dır. Eserimizde verilen çok sayıda örnek, bunun açık kanıtlarıydı. 1930 Yılında, İçişleri Bakanlığınca Valiliklere gönderilen bir genelge ise, konumuz açısından son derece önemlidir. Sözkonusu Genelge’nin 12. maddesinde şöyle denmektedir: „Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve toplum gelenek ve göreneklerinin, milliyet duygularını daima uyanık tutan ve toplumları geçmişlerine bağlayan bağlar olduğu unutulmamalı. Bu nedenle lehçeyle birlikte bu gibi aykırı gelenekleri de fena ve zararlı görmek ve özellikle kötü göstermek, (…) özetle dillerini, âdetlerini Türk yapmak…önemli bir görevdir…“ (Bkz. M. Bayrak: Age, s.734)

Bu genelge doğrultusundaki uygulamalar, Kürt aydın hareketince İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Sanfransisko Konferansı gibi dönemin en önemli uluslararası platformunda da dile getiriliyor; „Kürt dilinin kullandırılmasının, Kürt giyim- kuşamının taşınmasının, Kürt şarkılarının söylenmesinin yasaklandığı“ belirtiliyor ve „Türk resmi politikasıyla, zararsız halk şarkılarının bile (irtica şarkıları) olarak sunulduğu“ vurgulanıyordu. (Bkz. M. Bayrak: Kürtler…, 1993, s. 595) Irkçılığın ve asimilasyoncu politikaların şahlanmaya başladığı 1930 yılında çıkarılan bu genelgeden dolayı, Kürtçe şarkı ve müzik duyulmaz olmuş, dahası Türkçe söyleyen Aşık Veysel gibi halk ozanlarının bile, sazları ellerinden alınarak fırınlara atılmıştır…

Cemal Gürsel: „Size Kürt diyenin yüzüne tükürün!“
1960 Askeri darbesinden sonra; darbenin lideri Cemal Gürsel, „Size Kürt diyenin yüzüne tükürün!“ diyerek, Kürtler’i kimliklerinden utanır kılmaya çalışırken; aynı cuntanın hazırladığı gizli bir planda da; „Kürt Halk Şairleri gibi mahalli sanatçıların özgün dilleriyle söylemeleri yasaklanıyor ve bunların özgün ezgileriyle Türkçe söylemeye yöneltilmeleri“ kararlaştırılıyordu. Ana dilleri Dimilkî olan Dêrsîm li Aşık Davut Sulari ve Aşık Daimi gibi tanınmış halk ozanları, ancak böylece kendilerine piyasada yer bulabiliyorlardı…

Dêrsîm kültüründe saptırma
Osmanlı ve Safevi imparatorluklarının kesişme ve tepişme alanı içinde olduğu için, yüzyıllarca göç ve katliam dahil birçok acıya tanıklık eden Dêrsîm , geçmişten günümüze birçok oyuna da sahne olmuştur. Bu oyunların en korkuncu ise, 1937/38’de sahnelenen katliam ve katliamı örtelemek için yapılan propagandalardır. Kemalist rejim, daha 1925’te Şark Islahat Planı ile Dêrsîm ’i asimilasyona tabi tutulacak öncelikli bölge olarak seçerken; büyük bölümünün Dimilkî / Kirmanckî konuşmasından ve Kızılbaş inançlı olmasından dolayı yani „Azınlık içinde azınlık“ statüsünde olmasından ötürü, „bölüp- parçalama“ politikasının da bir unsuru haline getirdi. Atatürk’ün, 1925 yılından itibaren bu bölgede tam yetkiyle görevlendirdiği Şark İlleri Asayiş Müşaviri Prof. Hasan Reşit Tankut; 1928 yılından itibaren, Kürdistan coğrafyasının Fırat nehri esas alınmak üzere (T) harfi şeklinde üçe bölünmesini, bu (T) harfi üzerinde bir Türklük Barajı kurulmasını öneriyordu. (T) Harfinin üst yakasında yer alan Dêrsîm bölgesi ile Fırat nehrinin batısında Türkler’le komşu olarak yaşayan Alevi Kürtler’in, okumaya ve aydınlanmaya yatkınlıklarından dolayı daha çabuk asimile edilebilecekleri öngörülüyordu.

Kürt kültür ve sanat eserlerinin tersyüz edilmesi çabası
Bunun için yapılan ilk iş, farklı bir diyalekt kullanan Dêrsîm liler’in, zaten diğerlerinden farklı ve „Türk“ kökenli oldukları propagandasının yapılmasıydı. Bu amaçla, Şark İlleri Asayiş Müşaviri sıfatıyla Prof. Hasan Reşit Tankut; 1930’lu yıllarda dönemin Başbakanı İsmet İnönü, Dêrsîm Vali ve Komutanı Abdullah Alpdoğan ve Türk Tarih Kurumu gibi yetkili ve kurumların gözetim ve denetiminde „Zazalar“ konulu bir sosyolojik çalışma hazırlıyor ve burada Dêrsîm ’in ne kadar „Türk“ olduğu anlatılmaya çalışılıyordu!.. Bu çabaya eşlik edenlerden biri de, 1937’de Dêrsîm katliamına bizzat katılan Jnd. Alb. Nazmi Sevgen idi. Zaten ikisi de, gizli çalışmalarında, birbirlerini referans olarak veriyorlardı.

Tankut, İsmet Paşa’nın Dêrsîm Katliamına hazırlık niteliğindeki Kürt Raporu’nu hazırladığı sıralarda, kendisine gönderdiği gizli Zazalar çalışmasının 10.19.1935 tarihli kapak yazısında şöyle demektedir: „Sayın Başbakanımızın son günlerde Zaza ve Dêrsîmliler’le yakından ilgilendiğini öğrendiğimden, kitabı bu haliyle sunmayı borç bildim. Esasen sahifaları arasında iç siyasamızla ilgili birçok satırlar bulunduğu için bastırmadan önce ne yolda olursa olsun bir kerre Partiye (CHP) ve Hükümete gösterecek idim.“ (Bkz. M. Bayrak: Kürdoloji Belgeleri-I, 1994,s. 410) Tankut, aynı mektupta „ilim adamlarından ziyade idare meslektaşlarıma yazdığım bu kitaba ne de olsa biraz ilmi kıymet vermek gerekti“ derken de, amacının bir başka boyutunu ortaya koyuyor.

Kürt dilinin hiç bir lehçesini bilmeyen, bunlar arasında bir karşılaştırma yapamayan; Kürdistan’ın özgül koşullarından dolayı, bırakın lehçelerarası ayrılığın derinleşmesini, ağızlar ve şiveler arasında bile önemli farklılıklar doğabileceğini algılayamayan; öte yandan Zazakî’nin (Dimilkî/ Kirmanckî) Dumbeli, Şabak, Bucak, Kur, Mudkî, Hazro, Sivereki ve Dêrsîmî biçimleri olduğunu gözetmeyen Kemalist resmi kalem ve ideologlar, Koçgiri’nin ve Dêrsîm’in efsanevi şairi Alîşêr’in veya başka halk şairlerinin şiirlerini de tersyüz ederek vermekten geri durmuyorlardı. Bu örneklerin birçoğunu üstte anılan eserimde göstermiştim.

YARIN: Sazı sözüne yoldaş efsanevi Dêrsîm şairleri: Alîşêr ve Sêy Qajî
MEHMET BAYRAK

Hiç yorum yok: